Seksenlerin Ezgileri Ya Da Bir Yol Hikâyesi

Gençlere gelince onlar zannedildiği (ve hatta kendilerinin zannettikleri) kadar başka değiller. Araçlar, teknikler, koşullar farklılaşsa da insana dair değişen bir şey olmadığı kanısındayız. Detaylar değişebilir ancak esaslar değil.

Ömer KARAOĞLU

Kırk yıla yaklaşan bir hikâye bizim müzik yolculuğumuz. Gençlik yıllarında Hicret adlı bant tiyatrosu için besteleme cüretini gösterdiğimiz birkaç eserle dinleyiciyle buluşmuştuk. Ulvi Alacakaptan’ın yönettiği İbrahim Sadri’nin kaleme aldığı çalışmayı, esasında hiç tasarlamadığımız (en azından bizim) yeni çalışmalar izledi. Yapımcı Zaman Yayıncılık’tı. Bizden kısa bir süre önce Mute Destanı ve Musab bin Umeyr adlı eserler ilk iki örnekti.

Ardından diğer çalışmalar geldi.  Bu yeni eserler, Tevbe, Hudeybiye, Mekke’nin Fethi gibi adlarla aynı formatı izlerken Gün Batıdan Doğmadan, Adı İçin Yaşamak, Sızı, Gökyüzü Depremleri, Azade, Karayel, İzler ve diğer bazı çalışmalarla giderek müzik albümlerine evrilmiş oldu. İlerleyen bu devrelerde dostum Tamer Duman ve birkaç arkadaşımızla birlikte pek çok ismin katkılarını alarak yeni beste, söz ve icralarla ciddi bir dinleyici kitlesiyle buluştu. Ahmet Mercan genellikle bu süreçlerde hem istişarelerimizin refiki hem şiirlerin yazarı hem de yapım-yönetimiyle yoldaşım oldu. Bu ilk yıllar stüdyo, enstrüman, düzenleme vb. bizim için hayli yeni sayılabilecek birikimlerle ve sayısız anılarla dolu ve “sahici” bir öykü oldu. Konuşarak, tartışarak, hatta gerekli gördüğümüz için ara vererek, sorarak/sorgulayarak yürümeye çabaladığımız süreçlerdi.

Mekke’den Medine’ye, oradan İstanbul’a ve Anadolu’ya yol aradığımız ve hepimizi heyecanlandıran bu yıllar içinde başka arkadaşların sürece katıldıklarına, yeni yapımların, yapımcıların, yorumcuların artan sayıda çalışmalarına tanık olduk. Kanaatimizce nitelikli eser ve yorumlar yanında kimi nitelikçe sorunlu ama fazlaca cüretkâr ve heveskâr girişimler de yayıldı orta yere. “Sesim yanık” diyenin albüm yaptığı bu devreler, Türkiye müzik endüstrisinin de çok sayıda benzer ürünlerini vitrinlere arz ettiği yıllar oldu. Özellikle ucuz ve içeriksiz pop şarkıların yıllarıydı…

Bestenin, sözün ve icranın özgünlüğü araması kadar artık görünür olmaya başlayan isimlerin dinleyicilerle olan ilişki biçimleri de müslüman duyarlılığına ve anlama muvafık olmalıydı. Yapanı, dinleyeni, yayanı, ticari yüklenicileri ile birçok muhatabı olan bu hikâye buna mecburdu. Ne kadar ve ne düzeyde mümkün olabildi, tartışılmaya muhtaç.

Aşağı yukarı kırk yıla yaklaşan bu özgün sayılabilecek hikâyenin yukarıda kısaca yer verdiğimiz “ayrıntılarını” bilenimiz pek sınırlıdır sanırım. Zira geçmişten bugüne değerin terazisi popülerlik olagelmiş ve pazarlama stratejilerinin malzemesi olmakla “fiyat”lanmıştır. Bilinmek için her nasıl olursa olsun görünme kaygısının yönlendirdiği bir müzik endüstrisi merkezde konumlanmıştır. Çalışmalarımız bu endüstriye ve ana akım medyaya rağmen ve onun hayli dışında bir seyir izlemiştir. Bu yönüyle de özgün bir damarda dolaşmıştır denebilir.

Bizim Klasiklerimiz Yok mu ki!

Klasik değer taşıyan geleneksel örnekler meselenin bir diğer boyutu sayılmalı. Tasavvuf-tekke musikisi ya da mehter marşları, türküler gibi bir müktesebatın varlığı ve kıymeti teslim edilmeli elbet. Kanaatimizce temel sorun, söz konusu birikimi muhafaza ederek tazelemenin yanında bizim şimdi ve burada müzik söyleyişine (sanat diye de okuyabiliriz) ne/neler ekleyebildiğimiz. Usta-çırak ilişkisi ve meşk ile aktarılan bir zengin gelenek ne vakit, nasıl ve ne biçimde kendini üretebilecek? İşte can yakıcı ve sorulmaktan bir şekilde imtina edilen soru. Mirasa ve gelene ne eklediğimiz?

Ceddimizin eserleriyle iftihar ederken ve onları icra ederek hafızamızı uyarırken sanat yürüyüşünde nereye ve nasıl yol almaya çabaladığımız. Hatalar yapmak, eksik ya da kusurlu olmak, yürüme niyetiyle adım atma cesaretine dâhildir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz mütevazı müzik eserleri üretilirken iyi niyet yanında emeğin bir ön koşul olduğunu hatırda tutmaya çalıştığımızı belirtmeliyim. Söz, beste, icra ve tavırda bir ahengi ve estetik bir duyuş ve derinliği ısrarla aramak, olmazsa olmazlardandır zira. İyi niyetin gereği odur ki işlerimizi de güzel ve doğru ifa etmeye gayret sarf edelim. Tüm teknik eleştirilere açık yanlarına rağmen bu hikâye daha iyi bir temsil düzeyine erişebilir miydi bugün? Bu soruya evet cevabı vermek mümkün ancak pek çok ortak günahı konuşmak hususunda hayli geç kalındığı söylenebilir.

Müziğin Hammaddesi ve Nerede O Eski Ezgiler!

Din-ideoloji-siyaset-sanat denkleminde çok söylenip yazıldığı, ilgilisinin malumudur. Kutsalın/değerin/anlamın sanatla olan ilişkisini reddedenler bir yanda, sanatı siyasetin veya ideolojilerin yedeğine konumlayarak ona eziyet edenler diğer yanda. Dine gelince, kanaatimizce onun dışında bir hayat zaten muhal. Ya da Zemahşeri’den ilhamla şöyle söyleyelim: “İnsan din içindir zaten”. İnanmayanların veya kısmen inananların da dâhil olduğu hayat tarzları, birer “din (yol)” edinmekten ibarettir. Şu var ki sanat eserinin, slogan dilini ve niteliksizliği aşmak gibi bir mecburiyeti olmalı. Bizim din tanımımız dışında saymadığımız toplumsal ya da siyasal bir boyutu içerebilirse de bunu sanatı/estetiği basit anlamıyla araçsallaştırmadan, dokusunda eriterek ve sanat gücü/ifadesiyle ortaya koyabilmeli. Aksi sanata da dine de eziyet anlamına gelecektir (gelmiştir de). İnsan, inanç, fikir ve dahi tüm hayatın, sanatın hammaddesi olabileceği açıktır.

Özelde müzik genelde sanata dair bir hususu daha vurgulamak gerekirse, “marifet haddini bilmeli ve iltifat ölçüyü kaybetmemeli”. Zira tüm varlık Yüce Yaratıcı’nın eseri, O’na muhtaç ve aciz. Bu itibarla yarı tanrısal ve mitleştirilen sanat/sanatçı algısına mesafe koyabilmeli.

Bu merkezden bakarak söylemeli ki medya-sermayesinin ve ona refakat eden sığlaştırıcı (sözde) kültür ve sanat pazarının bir metası olmaya heveslenmek, bir diğer sorun alanı olarak karşımızda durmaya devam ediyor. Ne var ki sanatla meşgul olanlar için ayartıcı tarafları var bu pazarın. İnsan hayatının tüm alanlarında olduğu gibi, burada da şahsiyetli bir duruşa ve sürekli bir muhasebeye ihtiyaç olduğu muhakkak.

Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz serzenişlerden: “Nerede o eski eserler?”

Yahut “Bu gençlik bunlardan habersiz, başka dünyalarda”.

İhtimal ki doğruluk payı vardır bu ifadelerin. Ancak bu sitemlerin çok daha derinlerinde var olan sıkıntı ve sorunların, bu özel ve özgün müzik hikâyemizle ilişkilendirilmesi çabası, bir tür kaçışın veya günah itirafının işareti gibi görünmekte. Özlediklerinize yaklaşma çabası, samimiyetin ve tutarlılığın gereği olmalı hâlbuki. Hem eser veren/verecek olan hem de muhataplar için bir gayret beklenmelidir. Anılan eserlerde var olduğuna inanılan eskimez vurgu ve söyleyişlerin izini, yine ve yeniden ısrarla sürmek gerekmez mi? Aksi halde kuru bir nostalji avuntusundan ibaret olacaktır bu ifadeler. Kim bilir belki geçmişe dair bir pişmanlık, bir kaçış hali yahut en hafifinden bir yanılsama.

Gençlere gelince onlar zannedildiği (ve hatta kendilerinin zannettikleri) kadar başka değiller. Araçlar, teknikler, koşullar farklılaşsa da insana dair değişen bir şey olmadığı kanısındayız.  Detaylar değişebilir ancak esaslar değil. Bir de “gençler” diyerek, kendilerini farklı ve temsil makamında konumlandırıp topu taca atanların çok da isabetli çözümler teklif edebildiği ve muhataplarına erişebildiği düşüncesinde değiliz. Özgür bireyler olacakları zannıyla farklı biçimlerde güdülmeye hazırlanan ve yönlendirilen “genç” arkadaşların kimi kurnazlarca manipüle edilerek müşterilere dönüştürüldüğü de bir gerçek. Sosyal medya ve hazları maksimize etme idealinden fırsat bulduklarında bu hususa biraz kafa yormaları faydalı olabilir.

Müzik tercihleri ve sanatla ilişkilerine dair nasihat edecek değiliz. Zira bu tümüyle hayata ve kendilerine nereden ve nasıl baktıklarıyla ilgili. Müziğin geniş evreninde pek çok seçim mümkün ve tabii. Bir hususa dikkat kesilmeliler ki fıtratı ve insan onurunu örseleyen yönelişler, müzik zevki adı altında ucuzca pazarlanabiliyor ve genç yaş grubu, müşteri potansiyeli en yüksek kesimi oluşturuyor maalesef. Çoklukla ne sanat, ne estetik ne de anlam aranır bu pazarda! Özellikle cinselliğin köpürtüldüğü bu pazarda ne alınıp ne satıldığı kimsenin umurunda da değil zaten. Sorun görmezlerse sözü uzatmanın anlamı yok demektir. 

Çuvaldızı Kendimize…

Hülasa yaklaşık kırk yıl önce üretilmeye başlanan ve yüzlerce müzik eseri ve yorumu ortaya koyan bu özel hikâyenin yarım kalmışlığından söz edilebilir. Her ne kadar bize göre geçmiş/bitmiş bir sevda değilse de çokları böyle olduğu zannını taşıyor. Bu zannı besleyen sebeplerden birisi, kimi kötü örneklerin varlığı mı? Baskın sebebin bu olduğu kanaatinde değiliz. Daha ziyade müslümanca bir duyuşun belirli kesimlerde bazı etkenlerle zaafa uğraması/uğratılması ve buna yönelik arayışların yerini başka beklentilerin alması olsa gerek.

Hakikate yönelen tefekkür ve gayret zaafa uğrayınca, burada derinleşmesi beklenen estetik duyuş ve arayışın da imkânı azalacaktır. Ezgiler, marşlar, türküler, ilahiler ve şarkılar bir ruh dünyasının izlerini taşırlar. Bazen yaşanmışlıklardan süzülerek yol alırlar, bazen umutlara ve hüzünlere eşlik ederler. Kimi kez hayal kırıklıkları ve kimi kez de kavgaları sırtlanırlar. Müziğin geniş ikliminde her birine yer vardır. Yazık ki müzik, bugün olduğu gibi çoğu kez hazları, zevkleri kışkırtmak yolunda da işe koşulur. Süfliliğin, şehvetin, sapkınlığın bir aparatına da dönüştürülebilir. Diğer yandan inanç, ilim ve fikirden beslenen ulvi duyuşlar sunabilir ve taşıyabilir muhatabın yüreğine. Öğretmek değil belki ama hissetmek ve hissettirmek, hatırlatmak müziğin marifetidir desek yeridir.

İçinde yaşamaya devam ettiğimiz dünyaların kaybettirdiği, ruhumuzu iğdiş eden her ne varsa biraz da müziğin (sanatın) ince duyuşlara imkân veren seslenişine kulak vermeyişimizdendir. Geçmiş tecrübelerimiz bir yana şimdi ve burada müslümanlar olarak bu imkânı hakkıyla fark edebildiğimiz, yeterince idrak edebildiğimiz söylenebilir mi?

Zannetmiyoruz.

Umutsuz muyuz?

Kesinlikle hayır!