Sinema Sektörümüz İkinci Kez Ölüm Döşeğindeyken

Dizi sektörümüz uzunca bir süredir, Amerika’dan sonra, dünyada ikinci büyük ihracatçı konumunda. Bu muhteşem bir başarı ve bunu sürdürebilmek için var gücümüzle çalışmaya devam etmeliyiz. Ancak varoluşsal bir farkı atlamamalıyız: Dünyanın her yerinde, lokomotif sinemadır; televizyon onu takip eder. Yeni bir teknoloji yahut yeni bir hikayeleme tekniği, her zaman önce sinemada varlık bulur, sonra bunun türevleriyle televizyonda karşılaşırız.

Fatih MUTLU

35 milyon nüfusumuzun olduğu 1970’lerin başında yılda 300’den fazla filmin yapıldığı ve 120 milyondan fazla biletin satıldığı, ilk altın çağını yaşayan bir sinema sektörümüz vardı. Sinemamızın bağrına haince bir hançer gibi saplanan ve (dikkat; seyircinin “teveccühünü” kazandığı için) 1970’lerin ortasında gemi azıya alan erotik film furyası, sektörünü dert edinmiş önemli yapımcıların ve yönetmenlerin sinemadan elini eteğini çekmesine neden oldu. Bir süre sonra, 1980 askeri darbesiyle, sinema sektörü de komaya girdi.

Darbeden sonra sosyal hayatın normalleşmesi evresinde sinema salonları yavaş yavaş yeniden seyircisine kavuştu. Ama seyirci bu dönemde neredeyse sadece Amerikan filmleri izleyebildi. Zira Türk sineması 1990’lara kadar senede sadece 6-7 filmin yapılabildiği, can çekişen bir sektörden fazlasını ifade edemiyordu. Üstelik, birkaç kıymetli istisna dışında, bu 6-7 filmin hiçbiri Türk seyircisinin duygu ve düşünce dünyasıyla etkileşime giremiyordu (Bu filmleri yapanların böyle bir dertleri var mıydı; belki başka bir yazının konusudur.)

1990 yapımı Yücel Çakmaklı imzalı “Minyeli Abdullah” ve 1996 yapımı Yavuz Turgul imzalı “Eşkıya” filmleri, seyircinin akın akın sinema salonlarına doluştuğu yapımlar olarak sektöre elektro-şok verdi. Sektör, seyircinin aslında Türk sinemasına küsmediğini, kendisiyle etkileşim kurabilen filmler yapıldığı takdirde salonları yeniden doldurup taşırabileceğini gördü ve yüreklendi.

1990’lardaki bu iki niteliksel ve niceliksel müdahalenin ardından, sektörümüz 2000’lerde fırtına gibi esmeye başladı ve ikinci altın çağına ulaştı. 2010’lara geldiğimizde, yerli filmleri Amerikan filmlerinden daha çok izlenen iki ülkeden biri olduk (Diğeri, Hindistan. Türkiye ve Hindistan dışında dünyadaki bütün ülkelerin sinema salonlarında, toplamda satılan biletin çoğunluğu Amerikan filmlerine aitti.)

Ayrıca bu şahlanış dönemi, Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan’ın eserleri başta olmak üzere, prestijli uluslararası festivallerden peş peşe ödüllerle dönen filmlerin de ortaya çıkışına zemin hazırladı. O zamana kadar -yani takriben 60 yılda- yalnızca “Susuz Yaz” (1963, Metin Erksan) ve “Yol” (1981, Yılmaz Güney) filmleriyle kimliğini uluslararası alanda ifade edebilen Türk sineması, sadece 20 yıllık bir periyotta aynı alanda kalıcı bir varlık inşa etti.

2020 itibariyle bütün dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgınından hemen önce, Türk sinema sektörü, yılda yaklaşık 150 filmin çekildiği ve 70 milyonu aşkın biletin satıldığı bir ortamdı.

COVID-19 pandemisi, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’deki sinema sektörüne de ağır bir darbe vurdu. Darbenin etkileri hâlâ sürüyor. Öyle ki, sinemamız bir kez daha, dayanılmaz sancılarla can çekiştiği bir evrede şimdi.

Kendi kendini finanse edemeyen bir sektör

Sinema sektörümüzün 2000’lerdeki şahlanışının önünü arkasını farklı veçhelerden değerlendirebiliriz ama elimizde bütün değerlendirmelerin üstünde duran bir veri var: Yapım sayısındaki artış, satılan bilet sayısını da artırmış; satılan bilet sayısındaki sıçrama, yapım sayısına da yansımış.

Fakat hâlâ üstesinden gelmemiz gereken yapısal bir problem var: “İkinci altın çağımızda” dahi bir filmin muhtemel gelirlerinin “satılan biletle” sağlanabildiği bir sektörümüz yoktu. Ortalama büyüklükte bir filmi 10 liraya mal ettiğinizde, bunun en fazla 6 lirasını bilet satışlarıyla finanse edebileceğinizi, kalan 4 liralık kısmını vizyon sonrası televizyon ve/veya “dijital platform” lisanslamalarından elde edilecek (yani, sektör dışı) gelirlerle “kapatabileceğinizi” öngörebiliyordunuz. Satılan bilet sayısında tahminlerinizin ötesinde bir artış kaydedilmediği sürece, yapımınızın -sizi bir sonraki filme maddi-manevi hazırlayacak ölçüde- kâr edebileceğini hayal etmemeliydiniz. Bu yüzden, en parlak döneminde bile kendi kendini finanse edemeyen bir sektörün küçük bir sarsıntıda ölüm döşeğine düşmesine şaşılmasa gerek.

Bilet fiyatları çok mu yüksek, çok mu düşük?

Kendini maddi-manevi sinemaya gidebilecek kadar iyi hisseden seyirci grubunun dahi, bilhassa ekonomik krizin ardından katlanarak artan bilet fiyatlarıyla karşılaştıktan sonra sinema salonlarına mesafeli durması elbette ki anlaşılabilir. Dolayısıyla bilet fiyatlarının daha da artırılarak yapım maliyetlerinin daha risksiz alana çekilmesi denklemi bozan bir öneri olacaktır. Kaldı ki, bu durumda “üretilen değer” karşılığı yükseldiği için, yapım maliyetleri kalemini oluşturan ekip ve ekipman maliyetleri de serbest piyasa ekonomisi koşullarınca aynı oranda artacaktır.

Niteliksiz sinema salonları

Filmlerimizi ve seyircimizi ağırlayan sinema salonlarımızda ortalama kalitenin Avrupa standartlarının çok çok altında olduğunu hususen vurgulamamız gerek. Isıtma/soğutma sistemlerindeki bozukluklar, özensizlikten sağlanamayan koltuk-perde konforu, görüntü ve ses aygıtlarının bir türlü düzenli şekilde yapılmayan bakımları nedeniyle salonlarımız (“ideal” şöyle dursun) “ortalama” bir film izleme imkânı dahi sağlayamıyor. Hal böyleyken bilet fiyatlarındaki dramatik bir artış mevcut salonlardan bile şikayetçi seyirciyi bütünüyle buralardan kaçıracaktır diyebiliriz.

Niteliksiz yapımlar

Peki ya bu “niteliksiz” salonlardaki yapımlar; onlar ne kadar “nitelikli”? Her yıl 100’ün üstünde yerli filmin vizyona girdiği sinemamızın son 20 yılında, psikolojik 1 milyon seyirci barajını aşabilen film sayısı 150’yi bulmuyor. Rekor bilet sayısına ulaştığımız 2017 yılında, çektiğimiz toplam 144 filmden sadece 7’si 1 milyon seyirciyi aşabilmiş. Yerli filmlerin sattığı 39 milyon biletin 26 milyonu da bu 7 filme ait. Bu 7 filmi listeden çıkardığımızda, vizyona giren 137 filmin sadece 13 milyon bilet sattığını, 1 filmin ortalama seyirci sayısının 100 bini bile bulamadığını görüyoruz (Dikkat: “İkinci altın çağımızın” zirvedeki günlerinden bahsediyoruz.)

Türk sineması: Kışın var, yazın yok

Yapılan bir filmin sinema salonlarına ulaşmasını sağlayan dağıtım ağının verimliliği de maalesef tartışmaya açık. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de vizyon takvimi kabaca yaz sezonu (Nisan-Eylül) ve kış sezonu (Ekim-Mart) olarak ikiye ayrılıyor ve yapımcılar da dağıtımcılar da ve sinema salonları da bütün filmlerin kış sezonunda gösterilmesi için yoğun (ama çok yoğun) çaba sarf ediyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kış sezonunun daha çok seyirci vaadettiği bir gerçek ama hatalı planlama nedeniyle, en yüksek seyirciye ulaşan film de en az bilet satan film de hatırı sayılır ölçüde muhtemel gelir kaybına uğruyor diyebiliriz.

Yine 2017’ye dönelim… Kışın 67 yerli film 420 milyon lira, 96 yabancı film ise 177 milyon lira hasılat elde etmiş. Bu dönemde film başına hasılat; yerli filmlerde 6,3 milyon, yabancı filmlerde 1,8 milyon lira olmuş. Yazın ise 77 yerli film 67 milyon lira, 146 yabancı film ise 220 milyon lira hasılat kaydetmiş. Bu dönemde film başına hasılat; yerlilerde 0,9 milyon, yabancılarda 1,5 milyon lira olarak gerçekleşmiş.

Dikkat edilirse, yabancı filmlerde kış-yaz farkı (1,8-1,5) dramatik bir etki doğurmazken, yerli filmlerde bu durum (6,3-0,9) neredeyse irrasyonel bir farkı ifade ediyor. Kış döneminde toplam hasılatın yaklaşık yüzde 70’i yerli filmlerdeyken, yaz döneminde bu oran yüzde 23’e kadar düşüyor.

Net şekilde söyleyebiliriz ki, sektör olarak kış-yaz farkını pek yanlış değerlendiriyoruz ve yaz sezonunda neredeyse yokuz.

Yabancı dağıtımcıların tecrübesine ve ahlakına muhtacız!

Başlı başına bir ya da birkaç yazının konusudur ama, kısaca sinemadaki dağıtım ağının kimliğine de değinmek isterim. Türkiye’de dağıtımdan elde edilen gelirin yaklaşık yüzde 80’i yabancı dağıtım şirketlerine ait. Yani, ben kendi ekip-ekipmanımla İstanbul’da bir film çekiyorum ama bunu Kayseri’deki seyirciye ulaştırabilmem için birtakım yabancılara ödeme yapmam şart. Yabancı dağıtımcıların Türkiye’deki dağıtım sistemine çekidüzen verdiği, doğru dürüst raporlamalarla kayıp-kaçak oranını ciddi ölçüde azalttığı bir gerçek. Ancak 80 yıldır kendi imalatı filmlerle her yıl on milyonlarca bilet satan bir sektörün hâlâ dağıtım meselesini kendi bünyesinde çözememesi, bunun için yabancı dağıtımcıların tecrübesine (ve maalesef, ahlakına) muhtaç olması, hepimiz için utanç verici bir durum.

Sinema-televizyon dengesizliği

Sinemada yaşadığımız kış-yaz sezon çarpıklığının nedenlerinden bir diğeri olarak televizyon yapımlarının gücüne de işaret edebiliriz. Bugün lapa lapa yağan karın altında bir film çekmek isteseniz, ekipman konusunda hiç sıkıntı çekmezsiniz ama ekip kurmakta bir hayli zorlanırsınız. Çünkü ekiplerimizin kahir ekseriyeti televizyon dizilerimizde görev almaktadır. En gözde oyuncular, en parlak kameramanlar, müzisyenler, senaristler, kurgucular… “müsait” değillerdir.

Dizi sektörümüz uzunca bir süredir, Amerika’dan sonra, dünyada ikinci büyük ihracatçı konumunda. Bu muhteşem bir başarı ve bunu sürdürebilmek için var gücümüzle çalışmaya devam etmeliyiz. Ancak varoluşsal bir farkı atlamamalıyız: Dünyanın her yerinde, lokomotif sinemadır; televizyon onu takip eder. Yeni bir teknoloji yahut yeni bir hikayeleme tekniği, her zaman önce sinemada varlık bulur, sonra bunun türevleriyle televizyonda karşılaşırız. Gelir beklentileri arasındaki dramatik fark nedeniyle, kimse büyükçe bir bütçeyi herhangi bir televizyon dizisinde riske etmek istemez; sinema bu manada daha güvenli alan sunar. Fakat Türkiye’de, sinema sektörünün yıkıcı kırılganlığı, en güçlü yapımcıları bile televizyona itiyor. Bütün dünyanın aksine, Türkiye’de çok az “garanti” gelirle dizi yapmak, pek çok “muhtemel” gelirle film yapmaktan daha cazip.

Devletin pozisyonu

Devletin sinemaya müspet manada bir müdahalesi olabilir mi, olmalı mı, çok eski bir tartışma. Bu tartışmanın niteliksel boyutuna hiç girmeden, niceliksel birkaç durumu hatırlatalım. Rekor bilet geliri elde ettiğimiz 2017 yılında Türk filmleri, 487 milyon lira hasılata ulaşmış. Döviz cinsinden bu miktar 135 milyon dolara tekabül ediyor. Kabaca yüzde 20’lik ortalama (ve iyimser) bir kar belirlesek, toplamda sektörümüz 23 milyon dolar kâr elde etmiş. Neo-liberalist bir dünyada, yılda sadece 23 milyon dolar kâr eden bir sektörün Türkiye ölçeğindeki bir devletin ilgisini çekemeyeceği çok açık.

Fakat önümüzde Güney Kore örneği var. 2000’lerin başında niteliksel ve niceliksel bakımlardan dünyada bir karşılığı olmayan Güney Kore sineması; devletin müspet sonuçlar elde etmek üzere yaptığı düzenlemeler ve yatırımlar sonrasında, bugün hem önemli bir ihracatçı hem de kimlikli bir varlığa sahip. Yapım sayısı 20 yılda geometrik şekilde arttı. Bu artış, yerli yapımcıları yeni buluşlara itti. Bu sayede Güney Kore sineması, bütün dünyaya hitap edebilecek evrensel bir biçim kurmayı başardı. Aynı şekilde, içerik olarak da kendi hikayesini Batılıyla otantik, Doğuluyla tanıdık şekilde paylaşabildi (Sadece Türkiye’de bile gişe rekorları kıran kimi sinema filmlerimiz ve reytingleri altüst eden bazı televizyon dizilerimiz “Kore uyarlaması”.)

“Film, para kazandırır; iyi film, daha çok para kazandırır.”

Buraya kadar yazdıklarım sır değil. Amerika’yı yeniden keşfetmiyorum. Bütün sektör bu çarpık yapılaşmanın farkında, devlet de.

Neo-liberalist bakış her yere olduğu gibi sinema sektörümüze de hakim: “Para, biraz daha para kazanmak için ihtiyacımız olan bir araç.” Fakat ben sektörün içerisinde sanatsal faaliyet yürüten biri olarak birazcık farklı bir ses yükseltmekle sorumluyum: “Para, biraz daha para kazandırabilecek bir değer ortaya koyabilmek için ihtiyacımız olan bir araç.” En azından köprüyü geçene kadar bunu tekrar edebilirim, “Film, para kazandırır; iyi film, daha çok para kazandırır.”

Sinema salonlarımız hiç değilse 6’şar aylık denetlemelerle önce “ortalama”, sonra “ideal” film izleme ortamı sağlayabilir. Devlet -ister maddi, ister manevi saiklerle- sinema sektörüne niceliksel desteğini (bugünküne kıyasla katbekat) artırırsa, yapım sayısı, dolayısıyla rekabet artacağından, çeşitliliğe, yani niteliğe de katkı yapmış olacaktır. Kış-yaz sezonsal planlamalar stratejik bir yaklaşımla isabetli şekilde yapılırsa, ölçeği ne olursa olsun bütün yapımların gelirleri yükselecektir. Dizi sektörümüzün hitap ettiği hinterlandımızın (Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta ve Güney Amerika, Güneydoğu Asya) sinemanın istifadesine sunulabilmesi, bunun için hukuki/teknik altyapının sağlanması, döviz girdisi sayesinde yapımların gelirlerinde geometrik artışlar doğuracaktır.

Bir Türk senede iki defa sinemaya gidebilirse dünya değişir

1970’lerde nüfusumuz 35 milyonken 300 film yapabilmişiz. Aynı oranla bugün 80 milyon nüfusla senede 700’e yakın film yapabiliriz. 35 milyon nüfusa 120 milyon bilet satabildiğimize göre, teorik olarak 80 milyon nüfusa 280 milyon bilet satmamız mümkün.

Daha rasyonel davranalım. 2017’de sinemalarımızda 70 milyon bilet satılmış ki, kişi başına yıllık 1 bilet bile etmiyor. Oysa dünya ortalaması yıllık bir buçuk bilet civarında. İskandinav ülkelerinde bu sayı üçten dört-beşe kadar çıkıyor. Diğer deyişle, bir Alman senede ortalama iki defa sinemaya gidiyorken, bir Türk senede bir defa ya gidiyor ya gitmiyor.

1970’te bir Türk yılda ortalama üç defa sinema bileti satın almış. Bunu neden bugün de başarabileceğimize dair bir işaret fişeği saymayalım?