Haddizatında müzik, diğer Emevî ve Abbasî dönemlerinde olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı tarihinde de sosyal hayatın içinde ve dışında gerek askerî gerekse tibbî tedavi alanlarında da yaygın olarak kullanılarak etkin bir role sahip olmuştur. İşin bu yönü ihmal edilmeyecek kadar önemlidir.
Mülayim Sadık Kul

Orucuyla, teravih, iftar, sahur ve fıtır sadakasıyla hayatımıza bereket katan Ramazan ayına vedaya hazırlandığımız bugünlerde Gazze katliamı maalesef dünyanın gözleri önünde tüm insani değerleri ayaklar altına alarak devam ediyor. İnsan, zihin ve gönül dünyasını hallaç pamuğu gibi savuran bu atmosferde, hayatın olmazsa olmazlarına karşı sorumluluklarını bir şekilde yerine getirmeye çalışıyor.
Bu keşmekeş içinde gönlüne bir ferahlık, düşüncesine bir istikamet bulmaya çalışan duyarlı insanlar Türkiye’de yaşanan yerel seçim sonuçlarıyla yeniden alabora olmanın eşiğine geldiler. Öyle ya devran dönüyor. Rabbim ümmeti her türlü imtihan ediyor. Sonucu etkileyen Gazze duyarsızlığı mıdır, yoksa varlık ve ikballe gelen haddi aşan dünyevileşmek midir? Belki de hepsidir! Ramazanın son günlerinde Kadir gecesini ararken kendi halimizi de idrak etmeye çalışmak anın vacibi olmalı.
İşte bu atmosferde Gazâlî’nin müzik konusunda ne düşündüğünü sorgulamak ve kalem oynatmak hiç de kolay değil. Mustafa Hocam’ın telefonuyla bu sorumluluğumu yeniden hatırlamış oldum. İnsicam’ın bu ayki dosya konusu müzik/mûsikî hakkında olacak. Muhtemelen Gazze vahşet ve dramının bu raddeye gelebileceği hesaba katılmadan önce alınmış bir karar. Bu fakire de yine meseleye Gazâlî perspektifinden yaklaşarak bir değerlendirme yapmak düştü.
Bu konu elbette fıkhî açıdan olduğu gibi bir çok islamî ilimler vb. disiplinler bağlamında da ele alınabilir. Zira konu mûsikînin ilişkili olduğu her alanı kuşatabilecek genişlikte. İnsanın olduğu ve ürettiği her alanda müzik kaçınılmaz olduğu gibi tabiatta da tabi olarak mûsikî bir olgudan/tecrübeden bahsedilebilir. Zira Müzik aynı zamanda kâinattaki düzen ve âhengin yansıması ve ifadesidir. Bu anlamda bir seher vakti kuşların ötüşünde, rüzgarın esişinde, yaprakların hışırtısında, dalgaların coşkusunda Yunus gibi Allah’ı hatırlatan ve topluca yaratıcıyı zikreden bir mûsikî zevkten ve tecrübeden bahsedilebilir. Bu algı meselenin önemli kıstaslarından biri olarak önümüze çıkmakta. Kur’an’ın ifadesiyle “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. ” (İsra, 44) ayeti de bu gerçeği ve anlayışı desteklemektedir. Yunus ve Mevlana gibi tabiattaki seslerde bulduğumuz ilahî coşkuyu mûsikî nağmelerinde de hissedip Allah’ı mı hatırlıyoruz, yoksa tam aksi şeytanın ve nefsimizin tuzağına düşüp Allah yerine Leyla diyerek başka hülyalara dalıp kendimizden ve benliğimizden mi uzaklaşıyoruz. Sanki Gazâlî’nin meseleye yaklaşımı bu mihenk taşı üzerinden olsa gerek.
İbadetlerimizden tutun günlük hayatımızın gerek toplumsal gerekse diğer tüm alanlarını neredeyse müzikten bağımsız düşünmek mümkün değil. Kur’an veya ezan okunurken icra edilen makamlardan tutun, mûsikî dinî ya da ilmî herhangi bir toplantının arka fon müziği olabildiği gibi, bir savaşta düşmanı korkutup kendi askerini cenke motive etmenin de vazgeçilmez bir yöntemi olabiliyor.
Haddizatında müzik, diğer Emevî ve Abbasî dönemlerinde olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı tarihinde de sosyal hayatın içinde ve dışında gerek askerî gerekse tibbî tedavi alanlarında da yaygın olarak kullanılarak etkin bir role sahip olmuştur. İşin bu yönü ihmal edilmeyecek kadar önemlidir.
Mûsikî hakkında Kindî ile başlayan zengin ve özgün literatürü bu kısa değerlendirmede ele almak mümkün değil. Konu hakkında sadece felsefeci ve kelamcılar değil aynı zamanda pek çok sufi âlim de görüş bildirmiştir. Tasavvuf ve tekke mûsikîsi bu tartışmaların tam da ortasında yer almıştır. Tarih boyunca lehte ve aleyhte pekçok risale yazılmış ve günümüzde de üzerinde sayısız akademik çalışma yapılmış, bu tartışmaları bir tarafa bırakarak konunun Gazâlî penceresinden nereye oturduğu bu yazımızın temel sorusu.
Konunun bu boyutuna geçmeden önce günümüzde müşahede ettiğim bir kaç tespitle başlamak istiyorum. Gençlik yıllarımızda bizlerin de parçası olduğu resim ve müzik gibi konular hakkında yapılan tartışmaların günümüze kadar devam ettiği ortadadır. Bu manada ciddi bir literatürün oluştuğunu da biliyoruz. Meşhur mühtedî Yusuf İslam’ın yaşadığı tecrübe de bu konudaki farklı görüşlerin hayatına nasıl yansıdığının müşahede edildiği tipik güzel bir örnektir. O Müslüman olduktan sonra tamamen terk ettiği gitarını yıllar sonra tekrar eline almıştır. Muhtemelen bir zamanlar haram olduğunu düşünürken yıllar içinde böyle olmadığı kanaatı ağır basmıştır.
Diğer bir tecrübem de bu sene Almanya’da Ramazan vesilesiyle davet edildiğim farklı iftar programlarıdır. Bu davetlerin hepsinde ortak olan, mutlaka bir müzik dinletisinin olmasıydı. Udundan gitarına, klavyesinden kanununa kadar her türlü müzik aletinin kullanılabildiği bir manzara. Kullanıldığı bağlam ise ifade ettiğim gibi iftar. Dolayısıyla bir tarafta herhangi bir müzik aleti olmadan ilahi okunmasını bile bidat olarak gören bir azınlık, diğer yanda her türlü müzik aletini kullanabilen müslümanların kahir ekseriyetini oluşturan bir kitle. Ezcümle günümüz itibariyle Türkiye’de olduğu gibi Almanya diasporasında, milli görüşünden diyanetine kadar iftar programlarının vazgeçilmezidir müzik.
Ama hangi müzik ve hangi ölçüde diye haklı olarak sorulabilir?
İmam Gazâlî’nin görüşlerine geçmeden önce Uludağ hocanın meseleyle ilgili külli tespitine yer verelim. O konuyu İmam Şâfiî, Gazâlî, Mevlânâ gibi pek çok âlimin mûsiki ve raks anlamındaki şerre götürmeyen semâı mubah görürken, oyun ve eğlence haline getirilen semâ ve raksı haram kabul ettikleri şeklinde özetler. (Süleyman Uludağ, İslâm Açısından Mûsikî ve Semâ’, İstanbul 1976, s. 386)
Bu konuda İmam Gazâlî’nin İhyâ’da ele aldıklarını eksiksiz aktarma imkânına sahip değiliz. Kısaca nelerden bahsettiğine ve en önemli noktalara işaret ederek konu hakkında genel bir fikir vermeye çalışacağız. Gazâlî öncelikli olarak Semâ dinlemenin ne anlama geldiğini, ikinci olarak hükmünü, üçüncü olarak da meşruiyet kurallarını ele alır.
Ona göre Semâ (geniş anlamda müzik/mûsikî) kalbi harekete geçiren, ona ilham veren, kalpte hiçbir şekilde var olmayan fakat kalpteki manaları harekete geçiren şeydir. Bu tarif kalbi ve kalpteki manaları hareket geçiren anlamında müspet bir olgudan bahsediyor. Bu da bir yönüyle Gazâlî’nin meseleye nasıl yaklaştığı hakkında yeterli ipucu verebilir.
Hükmüne gelince, İmam Gazâlî başlangıçta sahabe ve tabiin âlimlerinin mûsikî dinlemenin mübah oluşu hakkında farklı görüşlerini serdeder. Sonra da İmam Şafii’nin mûsikî dinlemenin kerahati konusundaki tartışmasını ele alır. Son olarak da mûsikî dinlemeyi haram görenlerin görüşünü ve tartışmalarını nakledip tek tek bunlara cevap verir. Bu sıralama bile Gazâlî’nin konu hakkındaki yaklaşımını anlamamıza katkı sağlar.
Daha sonra Gazâlî, Kadı Beydavî’nin müzik dinlemenin mübah oluşu konusundaki görüşünü nakleder. Bu hususta Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiin sözleri ve diğer âlimlerin görüşlerinden naklî deliller getirir. Gazâlî bununla da yetinmez müzik dinlemenin mübah oluşu konusunda ikna edici aklî deliller ortaya koyar.
Son ele aldığı konu ise müzik dinlerken dikkat edilecek ve mübah olmasını sağlayacak önemli kuralların ne olduğu meselesidir. Bu kurallar konusunda Gazâlî’nin çok ciddi ve tavizsiz olduğunu görüyoruz. Bu şartlardan birinin dahi ihlal edilmesi mûsikî dinlemeyi mübahlıktan haram olmaya tahvil eder.
Bu bağlamda dikkat çekilen meşruiyyet ölçüsünün mûsikî (semâ) icra edilişindeki şartlar ve fonksiyonla alakalı olduğudur. Diğer bir ifadeyle bu meşk hangi niyetle icra ediliyor ve sonuç itibariyle de ne işe yarıyor. Meseleye mubahlık çerçevesinde yaklaşan İmâm-ı Rabbânî şiir, kaside ve nağmelerin tesiriyle yapılan semâın sülûklerini (manevi mertebeleri) tamamlamış kâmiller için gereksiz olduğunu söyler. Semâı oyun ve eğlence haline getirenleri İbn Teymiyye ve onun takipçisi olan İbn Kayyim el-Cevziyye’nin konu hakkındaki olumsuz tavırlarını hatırlatacak biçimde şiddetle kınar.
Bu genel değerlendirmeden sonra Gazâlî’nin semâın meşruiyetini, zikredeceğimiz beş kuralın yerine getirilmesi şartına bağladığının altını çizelim. Gazâlî’nin ileri sürdüğü ilk kuralın Cüneyd-i Bağdâdî’nin, “Semâ üç şeye muhtaçtır: Zaman, mekân ve ihvan” sözüne dayandığı tespit edilir. Yemek esnasında, kırgınlık ve husumet anında, namazda veya kalp huzuruna engel bir şey bulunduğunda (zaman); pis sokak kenarlarında, çirkin manzaralı veya kalbi meşgul eden yerlerde (mekân); aralarında hemcinsleri olmayıp şeklen zâhid görünen, kalp inceliklerinden nasibi olmayan ve semâı inkâr edenlerin yanında (ihvan) semâ etmekten kaçınılmalıdır. Cüneyd-i Bağdâdî’nin meşruiyet için ileri sürdüğü bu şartlardan biri yerine gelmediğinde Gazâlî’ye göre de müzik helal iken harama dönüşür. Her iki âlimin de yaklaşımı esas itibariyle helal olan mûsikînin sayılan şartlardan birinin ihlali sebebiyle haram olmasıdır. Bu haramlık aslında müziğin kendisiyle alakalı olmayıp, dolayısıyla sebebiyet verdiği şerden kaynaklanmaktadır. Bu şer, şartların korunması vasıtasıyla ortadan kalktığında eşyada esas olan mubahlık hükmü yeniden geri döner.
İkinci kural mecliste bulunanların haline bakmaktır. Etrafta semâın kendisine zarar vereceği müridler varsa şeyhin onların yanında semâ etmesi uygun değildir. Burada da yine sebebiyet verilebilecek muhtemel zarar ve şer bu haramlığın temelini oluşturur.
Üçüncü kural okunan kasideleri, ilâhileri, mûsiki nağmelerini bütün dünyevî düşünceleri terk ederek can kulağı ve kalp huzuruyla dinleyebilmektir. Semâ ile manevi bir neşve hasıl olmayıp dünyevi arzular kamçılandığında sonuç önceki şartların ihlalinde olduğu gibidir.
Dördüncü kural, semâ sırasında kendisini zapt edebilecek güçte olanın ayağa kalkmaması, yüksek sesle ağlamaması, bağırıp çağırmamasıdır. Bu da takva ve temkinin gereğidir. Başkalarını amiyane tabirle gaza getirmek ya da gerçek bir vecd hali olmaksızın semâya kalkmak Gazâlî’ye göre doğru değildir.
Beşinci kural riyasız olarak bir kişi vecde gelip ayağa kalktığında diğer kimselerin de ona uyarak ayağa kalkmasıdır (İhyâʾ, II, s. 298-302).
Bütün bu kuralların ortak hedefi her şeyden önce bu amelin, ister müzik dinleme isterse bu icra edilen mûsikînin tesiriyle raks etmek olsun gösterişten ve nefsanilikten uzak olmasıdır. İmam Rabbânî’nin yaklaşımı da aynı minval üzeredir. Seyri sulûk esnasında müsade ettiği bu yöntemleri sulûkunu tamamlamış olan kamil müritler için uygun görmez.
Ramazan bağlamında meseleyi tahlil ettiğimizde Gazâlî’ye göre insan sadece midesi ve diğer azalarıyla değil gönlü ve ruhuyla da oruç tutmalıdır. Huzurullah’ta olan kimse hem eline ve diline hem de gönlüne sahip çıkmalıdır. Müzik bu anlamda kişiyi Rabbine yaklaştırdığı veya tersinden söylersek Rabbinden uzaklaştırmadığı sürece helal dairesinde görülebilir. Ne zaman ki bizim asli kulluk vazifelerimizi yerine getirmemize engel olacak veya bizi şehvet ve dünyevi arzulara yönlendirecek olsa bu takdirde artık mubah dairesi terk edilerek yasak haram bölgesine girilmiş demektir.
Son söz olarak bu bağlamda Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği helaller ve haramlar bellidir diye başlayan meşhur hadisin dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Kişi kendini herkesten iyi bilir. Kendini bilenin Rabbini bilmesi de yaptığı her işte Rabbin rızasını gözetmekle kaimdir. Huzurda iken yapamayacağımız şeyleri nefsimizle başbaşa kaldığımızda da alışkanlık haline getirmek ahvat olan yol gibidir.
Böyle de olsa insanlar meşru dairede elbette zevk almak ve mutlu olmaktan da men edilemez. İmamı Rabbanî’nin mektubatında ifade ettiği gibi Şeriat tüm mutluluklara mütekeffildir, yani helal daire keyfe keder ve kâfidir.
Gazze’nin kendi geleneksel müzikleri eşliğinde zafer kutlaması yaptıkları günlerin çok yakın olması niyazıyla Allah’a emanet olun!
