Merkezde Gazze Var Müslümanlar Nerede?

Bazı kulların “Dua müminin silahıdır, biz silahı doğrulttuk, ateş ettik ne var ki sonuç alamadık.” burukluğu yaşadığı, duaların karşılık bulamadığı gibi bir duygu içinde olduğu doğrudur. Fakat bu hal doğru değildir. Çünkü burada gözden kaçırdığımız şeyler var. Bunların başında sadece dil ile yetinmemek, dilden önce fiili dua; silahla, güç kullanarak harekete geçmek var.

Kâmil Yeşil

Her yıl Manisa’da büyük katılımlarla kutlanan Mesir Macunu Şöleni’nde dağıtılan macunun mucidi; asıl adı Musa, lakabı Merkez Muslihuddin olan Merkez Efendi’dir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan Manisa’da yaptırdığı külliyedeki hankah için Sünbül Efendi’den bir şeyh isteyince Sünbül Efendi de Merkez Efendi’yi gönderir Manisa’ya. Kanûnî bu sırada Manisa’da şehzadedir. (1526)

Kesin bilgi olmasa da rivayetlerde anlatılan Mesir Macununun keşfi-icadı bu dönemde olmuştur. 41 nebatın karışımı ile yapılan macun ile iyileşen Hafsa Sultan, bu şifa kaynağından halkın da faydalanması için dağıtımını emreder. İşte o zamandan beri bu gelenek devam ediyor.

Bizim üzerinde durmak istediğimiz konu Musa Muslihiddin Efendi’ye niçin Merkez Efendi lakabının verildiğidir.

Tahsili sırasında tasavvuf yoluna girmeye karar veren Merkez Efendi, Halvetiyye şeyhlerinden Habib Karamânî’ye mürid olmak ister. Ancak şeyh, mânevî eğitiminin başkası eliyle olacağına işaret edip onun bu isteğini geri çevirir ve kendisine “Muslihuddin” lakabını vererek halka vaaz etmesini tavsiye eder. Ayasofya Camii’nde vaaz ettiği dönemde İstanbul’da, Koca Mustafa Paşa Dergâhı şeyhi ve Halvetî-Sünbülî kolunun kurucusu Sinâneddin Yûsuf’ (Sünbül Sinan’a) intisap eder. Sünbül Efendi’nin “Sizler … bu dairemizin merkezi olup …” şeklinde iltifatı sebebiyle Musa Muslihiddin Efendi’nin unvanı “Merkez Efendi” şeklini alır ve ölünceye kadar da böyle anılır. Bu konuda şöyle bir menkıbe anlatılmaktadır:

Rivayete göre Sünbül Efendi, kendisinden sonra posta Merkez Efendi’yi layık görmüştür. Ancak ondan önce dergâha gelmiş ve yıllarca hizmet etmiş bazı müridlerin buna itiraz edeceklerini hissederek herkesin önünde bu makama layık olanın Muslihiddin Efendi olduğunu göstermek ister.

Dergâhta bütün müridleri toplar ve potansiyel şeyh adaylarına şöyle bir soru yöneltir:

“Farz edin ki Cenabı Hak, Rububiyetini size verdi ve kâinatı istediğiniz gibi idare edin, dedi. Siz Rab olsaydınız kâinatı nasıl idare ederdiniz?”

Dergâhta kendini posta layık gören saygın bir mürid: “Herkesi hidayete erdirir, Müslüman ederdim. Yeryüzünde hiçbir kâfir, müşrik, münafık, imansız bırakmazdım.” diye cevap verir.

Sümbül Efendi: “Allah niyetini kabul etsin evladım. Gayret-i diniyye bunu gerektirir.” diye karşılık verir.

Posta oturacak diye beklenen diğer bir mürid: “Hiçbir kötülüğe ve kötülere fırsat ve imkân vermezdim. Yeryüzünü iyiler ve iyiliklerle doldururdum.” der.

Sünbül Efendi: “ Aferin evladım, salabet- i diniyye bunu gerektirir. Allah niyetinin karşılığını bol bol versin.” der.

Sıra Musa Muslihiddin Efendi’ye gelince o şöyle cevap verir: “Aman Efendimiz, Rabbimizin idaresinde bir eksiklik, bir kusur mu var. Hâşâ. Rabbimiz Âdem peygamberden bu zamana kadar nasıl idare ettiyse, kıyamete kadar nasıl idare edecekse öyle, onun gibi idare ederim. Hiçbir değişiklik olmazdı. Âlimler de olur zâlimler de. İyiler de olur kötüler de. Birbirleriyle mücadele ederler.” der.

Sünbül Efendi: “İş şimdi merkezini buldu” diye mukabelede bulunur ve Muslihiddin Efendi’ye o vakitten sonra “Merkez Efendi” denilir. Herkes bu cevap karşısında Musa Muslihuddin’in ilmî mertebesini görür ve posta onun layık olduğu anlaşılmış olur.

Merkez Efendi’nin cevabı kâinatta olan biten ve kıyamete kadar vuku bulacak olanlar konusunda ehli sünnetin görüşüdür. Buna göre, “Allah’ın dediği olur. Kader yazılmış, kalem yazmış, mürekkep kurumuştur.”

Merkez Efendi’nin bu izahını “her şey O’nun bilgisi ve iradesi dâhilinde oluyor, O ne derse o olur; öyleyse kulların elinden bir şey gelmez, kulların dünyada olan bitene teslim olması gerekir, müdahale ve mücadelesi bir işe yaramaz”, şeklinde anlamak doğru değildir.

Ehli sünnet âlimleri kullara malum olmayan, gaybe imandan bir cüz olan şeylerin (kaderin), dua, sadaka ve kulların talepleri doğrultusunda Allah eli ile değiştirilebileceği olgusunu (Tanrı’nın tarihe müdahalesini) itikada aykırı görmez. Çünkü dilek, dua, kullara aitse de oluş emrini veren Allah’tır. Allah, kulların niyetleri, o niyete uygun davranışları doğrultusunda “tarihe müdahale eder.” Kur’an’da adı geçen peygamberlerin kıssalarında bu hususa çok örnek vardır. Bu örneklerden dayanak bulduğumuz içindir ki biz Müslümanlar Allah’a dua ederiz. Dua ile beddua arasında bir fark yoktur. Beddua da bir duadır. Peygamberlerin duasında olduğu gibi kâfirlere, müşriklere gereken davet ve ikazlar yapıldıktan sonra sözün kâr etmediği zamanlarda onlara lanet okumak, beddua etmek şer’i bir şeydir. Bu dualar sonucu kâfirler, tuğyan içinde olanlar helâk olmuştur. Bu duaları kuldan yana kabul edip yerine getirmek de Allah’tandır. Bu da kadere dâhildir.

Gazze’de Siyonist İsrail tarafından Müslüman soykırımı yapılmaya başlanmasından bu yana (7 Ekim 2023) yaklaşık 40 bin insan katledildi. Bu insanların yarısı çocuk ve kadın idi. Dünyanın seyrettiği, emperyalistlerin destek verdiği bu katliama İslam ülkeleri engel olamadı, hâlâ da olamıyor. Buna karşılık Müslümanlar mazlumlara dua; katil, cani, müstekbir ve tuğyan halindeki İsrail’e beş vakit beddua etti, ediyor. Sosyal medyaya da yansıyan bu dileklerin arasında “Ebabillerini gönder Allah’ım, İsrail’i yerle yeksan et, altını üstüne getir” gibi sözler de var. (Laf aramızda ben de böyle dua ediyorum.)

Bu beddua metinlerini okuyup duyunca, Sünbül Efendi’nin müridlerine ne kadar çok benzediğimizi düşündüm.  Çünkü dua şeklinde olsa da “Gazzelileri fesat yuvası, mutlak kötülük merkezi Siyonist soykırımcı Yahudilerden kurtarırdım, her birini türlü belalarla helak ederdim.” demiş oluyoruz. Dualarımızın arka planında Rabbimizin bizden önceki nice peygambere ve ona inanan müminlere yardımı, kâfir ve zalimleri helak ettiği bilgisi, buna yönelik imanımız; Firavun’un, Nemrud’un, Ebu Lehep ve Ebu Cehil’in akıbetleri hakkındaki bilgimiz var. Onların sonu gibi bir akıbeti Siyonist ve soykırımcı Yahudiler için de bekliyoruz.

Bazı kulların “Dua müminin silahıdır, biz silahı doğrulttuk, ateş ettik ne var ki sonuç alamadık.” burukluğu yaşadığı, duaların karşılık bulamadığı gibi bir duygu içinde olduğu doğrudur. Fakat bu hal doğru değildir. Çünkü burada gözden kaçırdığımız şeyler var. Bunların başında sadece dil ile yetinmemek, dilden önce fiili dua; silahla, güç kullanarak harekete geçmek var. Biz Müslümanlar, elimizdekini (ok, mermi, bomba vs.) kâfire atmak zorundayız. “Attığın zaman sen atmadın Allah attı” ayetinden anlıyoruz ki, kul atar Rabbimiz sonucunu yaratır. Öyle anlıyorum ki dua ile sonuç almak en kolay olana talip olmak demektir.

Bedir Savaşı örneği bize gösteriyor ki, zafer için önce şehadeti ve öldürmeyi göze almalıyız, dua ile de Rabbimizden yardım beklemeliyiz. Bedir Savaşında Ebu Cehil ve Mekkeli müşriklerin önde gelenleri öldürülmüş ama Müslümanlar da 14 şehit vermiştir. Tarihçilerin “Tanrı tarihe müdahale etti” dedikleri Bedir Savaşındaki gibi ilahi yardım için kullar üzerine düşeni yaparsa inanıyoruz ki Gazze’de de bu yardım gözle görülecektir.

Ölümü (ölmeyi ve öldürmeyi) göze alıp onun gereğini yerine getirmediğimiz için ve sadece dua etmekle sınırlı kaldığımız için kâfir, zalim ve Siyonist İsrail öldürmeye devam ediyor. Eğer güç kullanılmazsa soykırıma şiddetle devam edecek. Çünkü söz ile silah (füze, bomba, tank) bir değildir.

Genel kanaat şudur ki; Kassam Tugayları, HAMAS mücahitleri, sanılandan daha çok İsrail askeri öldürdü. Yani soykırımcı Siyonist Yahudi, ölümü göze alarak mücadele ederken biz Müslümanların sadece söz, dua ile yetinmesi eşyanın tabiatına aykırıdır, ucuzluktur, kolaya kaçmaktır. Yukarıdaki örmekte dualarımızla Sünbül Efendi’nin müridlerine benzediğimizi söylemiştim. Fakat Gazze’de olan bitene sadece dua, kınama, üzülme, ağlama, öfke ile karşılık veren Müslümanlar Sünbül Efendi’nin Merkez’den uzak müridlerinin yanında ve yakınında bile değiliz. O Merkez başka, biz bambaşka bir yerdeyiz. Merkezden uzağız, uzaklaştığımız için sonuç alamıyoruz.

Bu kadar içten yalvarmalar, gözyaşları ve öfke karşılık bulamadığı için gönlü kırık olmaya gerek yok. Çünkü elden gelmesi gereken dile yüklenmektedir. Söz, kelimeler, insanları rahatlatmakta, fakat yara kanamaya devam etmektedir. Zira akan kan söz ile durmaz, doktor ve pamuk ile müdahale edilmelidir.

Dua ve gözyaşları ile Gazze’ye destek veren Müslümanlar dualarına hemen karşılık bulamasalar da Allah’ın rızasını (Allah’tan razı olmayı) korumak zorundadır. Sosyal medyada dolaşımda olan Gazzeli bir çocuğun (13-14 yaşlarında) şu videosu bilmem bize yardımcı olabilir mi:

Ailesinden herkesi kaybetmiş. Çadırları bir Siyonist bomba ile yanıyor. Çocuk “Ey Müslümanlar neredesiniz, rahat yataklarda yatıyor, yiyip içiyorsunuz. Size sorumluluğunuzu hatırlatıyorum!” dedikten sonra Mü’min teslimiyeti ile bitiriyor sözlerini: “ Ya Rabbi senden razıyım,  senden razıyız Allah’ım.”

Gazzeli kardeşimiz biliyor ayeti:

“Sizden öncekilerin başına gelen sizin de başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi zannediyorsunuz? O Mü’minler ve peygambere, yeryüzü o kadar dar geldi ki ‘meta Nasrullah?’ Allah’ın yardımı ne zaman diye yalvarıyorlardı. Ey Mü’minler sabredin, Allah’ın yardımı yakındır!”

Bu ayet bize Merkez”i gösteriyor. Evet, her şey Allah’ın elindedir, Gazze’de olan bitenler de O’nun bilgisi dâhilindedir. Fakat O’nun zulme rızası yoktur. Bu zulmün ortadan kaldırılmasından Müslüman kullarını sorumlu tutmaktadır. Gazze ve Gazzeliler Merkez Efendi’nin bahsettiği Merkez’de yer alıyor. Merkez’de olmayan bizleriz.