Şehirler de tıpkı insanlara benzer… Yahut insanlar da şehirler gibidir. Şehir de özürlü ve engelli hale gelebilir, hastalanabilir. Bizim halihazırdaki şehirlerimiz biraz hasta, biraz da engellidir. Bunun en önemli sebebi, şehir kalbini unutmuştur… Camiyi, oraya yalnızlığa terk etmiştir. Bazı yeni yerleşim alanlarında tamamen unutulmuştur cami.
Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr., Uludağ Üni. İlahiyat Fak
*(14 Ekim 2008 günü Kula-Manisa’da sunulan konferansın metnidir.)

Şehir ve insan
Şehirler de tıpkı insanlara benzer. İnsanı anlayan, şehri de anlar. İnsanı anlamlandıran, şehri de anlamlandırır.
İnsanın uzuvları yerli yerince olursa, o insan tamdır; ama bir organı işlevini yerine getiremiyorsa yahut yok ise, o insanı biz özürlü veya engelli olarak tanımlıyoruz.
Bazen özürlülük ve engellilik doğuştan olabilir. Ama geçirilen bir hastalık ve kazayla da insan özürlü veya engelli hale gelebilir.
Şehirlerin alt yapısını, yollarını, nefes aldığımız parklarını, çocukların oyun sahalarını, sağlık ocaklarını, pazarlarını, kültür merkezlerini şehirlerin organları olarak görmek mümkündür. Bu unsurlardan herhangi birisi olmasa yahut olsa da hantal çalışsa, işlevini ortaya koymasa… Mesela şehrin düzgün caddeleri, sokakları olmasa, trafiği altüst olur. İşte böylesi şehirler özürlü ve engelli şehirlerdir. Çünkü mesele sadece trafik meselesi değildir; aynı zamanda şehrin ekonomik, sosyal ve kültürel hayatını doğrudan etkileyen bir özür, hatta şehirli insanın sağlığına tesir eden, onu kuşatan ve daraltan bir engeller sarmalıdır.
Parkları olmayan, çocuklar için oyun alanı olmayan şehirler de böyledir.
Bazı mahallelerde çocuk parkları vardır; güzelce yapılmıştır. Ama ya kullanıcılar iyi ve yerli yerinde kullanamamış ya da yeterince korunmamış, yenilenememiştir. Görürsünüz, orada salıncaklar vardır, ama kırılmıştır. Çocuk gelir, oynayamaz. Park özürlü hale gelmiştir.
Şehir ve kalp
İnsanın bir de iç organları vardır. Bu organlardaki kusur, özür ya da engelli olmaktan çok ötedir. Bu kusurlar, sağlığın bozulmasına ve vücudun dengesinin tümüyle etkilenmesine yol açar. Böylesi insanlara hasta diyoruz… Hasta.
Bakınız, bazı hastalıklar geçicidir, tedavi edilir; insan yeniden sağlığına kavuşur. Ama bazı hastalıklar vardır, kroniktir; bir ömür boyu o hastalıkla yaşamak zorundasınız.
İnsanın organları içerisinde müthiş bir denklik, eskilerin deyimiyle muvazene vardır. Birindeki kusur, zamanla ötekini de etkiler, etkisiz hale getirir.
Şehrin de iç organları, temel dinamikleri vardır: dil, örf, âdet, değerler ve bütün bunlara hayat veren inanışlar. Bir şehir, belki parkı ve bahçesi olmadan özürlü haliyle varlık kazanır… Yine de şehirdir. Ancak, âdeti ve örfü değişmiş, değerleri ve dili bozulmuş ve bunlara hayat veren inanışlardan, dinden uzaklaşılmış ise, o şehir tıpkı insan gibi hastadır.
Bakınız, son yıllarda sıkça şehir kimliği, şehirlilik, şehre aidiyet gibi konular tartışılır oldu… Bazen kimliksiz şiir tabiri kullananlar da var.
Kimliksiz insan, vatansız insandır; ait olduğu bir toprak yok demektir… Bu toprak hem vatandır hem de değer. Değerler manzumesinden uzak insan… Kimliksiz şehir de kendi toprağından kopmuştur; tarihinden, kültüründen, örfünden, âdetinden… Şehrin temel dinamiklerinde, sağlığında ciddi bir sorun var demektir.
İnsan, vücudunun temel dinamiğini sağlayan, onun metabolizmasına düzen veren, vücut ısısının düzenleyen bir sisteme sahiptir. Bu sistem, kalp ve damarlardan oluşan dolaşım sistemidir. Kalp bu sistem içerisinde motor görevi yapar.
Şehirlerin de dolaşım sistemi vardır. Şehrin kalbi, motoru, bizim geleneksel şehirlerimiz için söylüyorum, camidir. Damarları ise eğitim ve öğretim kurumları, adli ve idari kurumlar, sağlık ve sosyal kuruluşlardır.
Günümüzde cami, kalp özelliğini yitirmiş gibidir. Bugün camiye, sosyal ve kültürel hayatımızın, dirlik ve düzenimizin, ahlaki ve milli değerlerimizin motoru olarak bakıldığını söylemek güçtür.
Bir zihniyet değişimi yaşanmıştır. Seküler hayat, dünyeviliği öne çıkarmış; caminin yerini artık büyük maketler almış. Değer, örf ve âdet; ekonomi, kazanmak, üretmek ve tüketmek üzerine inşa edilmeye başlanmıştır. Kısa zamanda yükünü tutmak, köşeyi dönmek ve dünya pazarına açılmak gibi hedefler artık yükselen değer olmuş. Bu değişen değerler manzumesi, dili de dini de ötelemiştir. Dil, daha çok pazarlama başarısını sağlamak için sadece iletişim kurulan bir araca dönüşmüş. Din ise ölümle birlikte anılan bir kurum haline gelmiştir. Camiye uğramaya zamanı olamayan insanlar, nihayetinde cami bahçesinde ebedi hayatlarına uğurlanmaktadır.
Evet, caminin şehrin kalbi olma hüviyetine bu dünyevilik doğrudan doğruya etki etmiştir… Lakin işin açıkçası, ne yazık ki cami de kendi kendine içini boşaltmıştır. Bu gerçeği de görmemiz, özeleştiri yapmamız lazım. Bizler, din hizmeti yapan görevliler olarak camiye ne kadar zaman ayırıyoruz? Bizler, namaz kılan müminler olarak camiyle olan ilişkimizi ne kadar sağlıklı tutabiliyoruz?
Pek çok cami, sadece namaz vakitlerinde açılan, bir an önce namaz kılınsın da çıkalım denilen mekânlar haline gelmiştir. Daha çok emeklilerin devam ettiği mekânlar. Çoğu zaman içeriye bir genç, bir çocuk veya kadın girse, “bu neden geldi?” der gibi bakıldığı… Çocuklar faraza biraz camide yaramazlık yapsa, konuşsa, gülse veya koşsa azarlandığı… Bir problem var. Bir sıkıntı var.
Ben burada problemlerden bazılarına işaret ediyorum; ayrıntıya girmeyeceğim gibi çözüm yolları da önermeyeceğim. Sadece şunu söyleyeceğim: Camiler, İslam şehirlerinin kalbidir. Bu kalp bugün kronik açıdan rahatsızdır. Bu yüzden şehirlerimizde kimlik sorunu, aidiyet sorunu, güven sorunu, adalet sorunu, samimiyet ve vefa sorunu yaşanmaktadır. Bir an önce şehir sağlığına kavuşmalı, şehirli sağlığına kavuşmalı.
Kalp derken
Kalp, sadece içimizdeki düzeni sağlayan motor değildir; aynı zamanda, dilimizdeki kullanımıyla, duygu ve düşüncemizi besleyen bir motordur.
Mesela, maddi tarafıyla değil, gönül zenginliğiyle insanları kucaklayan, insanı seven sayan kimse için kalp adamı tabirini kullanırız. Bunun aksine, duygusuz, anlayışsız kimselere de tek kelimeyle kalpsiz deriz. Kalp gözünden, kalp yarasından, kalbine girmekten, kalbine doğmaktan, kalbini kazanmaktan, kalbini okumaktan söz ederiz. Bu bize ait; bizim dilimize ait zenginliktir.
İslam şehri, bizim şehrimiz, bu anlamda kalbi olan şehirdir. Bursa, Manisa, İstanbul… Nereye bakarsanız bakın, merkezde cami vardır. Bir şehir yeniden fethedilmişse, orada ilk yapılan şey, şehrin merkezi yerindeki bir mabedi camiye dönüştürmek olmuştur. Mesela, İstanbul fethedilince, orada ilk iş, en merkezi, en ihtişamlı mabedin, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi olmuştur. Böylece şehir İslam şehri olmuştur. Ama şehre tam kimliğini vermek için hemen ilk fırsatta bir cami yaptırılmıştır: Fatih Camii… Bu yeni yapıyla şehir, gerçekten Türk ve İslam şehri olmuştur. Bursa da öyledir. Fetihten sonra, sur içinde eski mabetler camiye dönüştürülmüştür. Ama surun dışında Ulu Cami inşa edilerek yeni bir şehir kurulmuştur.
Osmanlı camileri, mimari yapısıyla şehri kuran, şehre hayat eren merkezlerdir. Tarih boyunca yapı olarak da mimari grubun başında gelmiştir. Camilerin yanına sebil, imaret, medrese, dürüş-şifa ve hamam gibi sosyal hizmetlerin görüldüğü binalar yapılırdı. Bu hâliyle bunlar bir külliye meydana getirir ve adeta yeni bir mahallenin kurulmasını sağlardı.
İslam şehri
İslam şehirciliğinin örnek mimari, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’dir. Hepimiz biliyoruz ki, Efendimiz hicret yolunda uğradığı ve konakladığı Kuba’da hemen bir mescit inşa etmiştir. Medine’ye vardığında da ilk işi Mescidi Nebevi’nin inşası olmuştur. İslam’ın ikinci büyük ve kutsal mabedi Mescid’i Nebevi’nin bizzat planını çizmiş, tasarlamış ve inşasında adeta bir amele gibi çalışmıştır.
Medine, eski adıyla Yesrib, mescit inşa edilene değin Yahudi, putperest ve yeni Müslüman olmuş halkların yaşadığı, adeta kimliksiz bir şehirdi. İnşa edilen camiyle burası Medine oldu; bir İslam şehri olarak kimlik kazandı.
Anadolu şehirlerinde, Hz. Peygamber’in Medine’deki yaptıklarının izlerini görmeniz mümkündür. Ama bugün, modern zamanların şehir planlamacıları camiyi çoğu kere unutuyor. Sonradan yapılan camiler de halkın desteği ile, planlamasıyla yapılıyor; estetikten ve tarihsel gerçeklikten kopuk inşa ediliyor. Velhasıl, şehir camiden kopuyor; koptukça da kimliksizleşiyor.
Peki, cami ne demektir?
Hepiniz biliyorsunuz ki, cami, kelime olarak “toplayan, bir araya getiren” anlamına gelir. Mescit ise secde edilen yer anlamındadır.
Caminin iki temel işlevi vardır: İlkin bir araya getiriyor, derliyor, toparlıyor… İkinci olarak da orada secde ediliyor. Bir araya gelip ibadet etmek… Allah’a yönelmek… Allah’ın huzurunda bir olmak!
Şehirli olmak da işte bu birliğe ermekle oluyor… Birlik, aynı dili konuşmak, aynı dertle dertlenmekle mümkündür. Dirliğe de bu birlikle erilir.
Bakınız, esasen biz biliyoruz ki Müslümanlar için bütün yeryüzü temizdir ve mümin için mescittir. Buna rağmen Hz. Peygamber hem bizzat elleriyle cami inşa etmiş, fiili sünneti ortadadır hem de ”Kim içinde Allah’ın zikredildiği bir cami bina ederse, Allah da ona cennette bir ev bina eder.” buyurmuştur.
Hz. Peygamber’in Mescidi,
1. okuldur
2. kültür ve sanat merkezidir.
3. adalet sarayıdır.
4. devlet sarayıdır.
5. ordu karargâhıdır.
6. haber alma merkezidir.
7. sağlık ocağı. (Hz. Peygamber mescitte hacamat yaptırmıştır.)
Günümüzde bu görevleri yerine getiren yeni kurumlar, yeni binalar yapılmıştır. Ama cami iki temel görevini hala sürdürmektedir:
- Mabettir… Mescittir.
- Yaygın eğitimin en temel kurumudur.
Cuma ve bayram vaazları, hutbeler, cami dersleri, yaz Kur’an kursları vb. Faaliyetler; din görevlileri ve cemaatin camilerde geçirdiği süreler ve yaklaşık 20 milyon insanımızın bu faaliyetlere katılması, camilerin eğitim ağırlıklı fonksiyonunun günümüzde de devam ettiğini göstermektedir.
Olması gereken
Bugün olması gereken, iki şey var;
- Mimari ve estetik açıdan her ne kadar tarihi birikime uygun olmasa da hali hazırda var olan camilerin, tarihi misyonuna uygun hale getirilmesidir. Bunu için, ibadet saatlerinden önce ve sonra eğitim faaliyetlerine ağırlık vermek gerekir.
- Yeni inşa edilecek camiler estetik olmalı, daha işlevsel olmalı. Mesela bu camilerde mutlaka birer kütüphane kurulmalı… Halk kütüphanesi yahut çocuk kütüphanesi olabilir.
Bakınız, Türkistan’ın Merv şehrindeki Aziziye Camii Kütüphanesi’nde 12 bin ciltlik kitap mevcut idi. Bugün, çok az kütüphanede bu kadar eser mevcuttur. Günümüzde, eski eserlerin bulunduğu kütüphanelerdeki kitapların pek çoğu, hep camilerden aktarılmıştır. Diğer taraftan, İstanbul Nuriosmaniye Camii, hat sanatlarının öğretildiği bir eğitim yuvası gibi hizmet görmüştür. Yine, kütüphanesiyle de meşhur olan Bursa Ulu Camii ise, 20 ayrı dersin verildiği bir eğitim kurumu olarak hizmet görmüştür.
Camilere, daha başka özellikler kazandırılabilir. Mesela buralar, Yerel Gündem 21 projelerinin ve sosyal yardımlaşma kurumlarının birer şubesi haline gelebilir.
Cami ve minare
Bizim en çok üzerinde durmamız gereken konulardan biri, cami mimarisi ve estetik olmalıdır. Böyle hantal, biçimsiz, ölçüsüz yapılar olmamalı camiler.
Hele hele minareler… İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun bir sözü vardır; der ki: “Türk demek minare demektir. Hele şu eski minareleri bir hayal ediniz… O ne zarafet, ne incelik.
Edirne’deki 3 Şerefeli ve Selimiye Camii minarelerine, üç ayrı merdivenden çıkarak aynı şerefelerde buluşan insanlar, asırlarca bu narin yapılara, bu üç ayrı yolun işleyişindeki inceliğe hayran kalmışlardır. Türk minaresi, Mimar Sinan’la kemalini bulmuş, daha sonraki asırlarda ise Dolmabahçe Camii minarelerinde olduğu gibi inceliğin ve zarifliğin son haddine ulaşmıştır.
Süleyman Nazif, şimdi bizim elimizde olmayan ülkelerdeki minareler için “Aden’de uzaktan gördüğüm bir minarenin o yetim manzarası, beni çok müteessir etmişti. Bana öyle geliyor ki, ay yıldıza yakın olmayan her minarede bir kimsesizlik ağlar” diyordu.
Din görevlisi
İmamın görevi, sadece beş vakit namaz kıldırmak sanılır. Birde Yeşilçam filmlerinde, bazı basın yayın organlarında ve kimi edebi metinlerde oluşturulan imam imajı vardır: Sosyal hayattan kopuk, cahil, anlayışsız; sadece namaz kıldıran, cenaze yıkayan ve yemek yiyen tipler… Bu eskiden kalan bir imajdı. Hamdolsun, kısmen aşıldı.
Bakın bir gazete haberi okuyacağım size:
Cami İmamından Yemek Kültürü Kitabı
Karabük’ün Eflani ilçesine bağlı Kocacık köyü camiinde imamlık yapan Hüseyin Ersoy, 4. kitabını yemek kültürü olarak çıkarttı.
Karabük‘ün Eflani ilçesine bağlı Kocacık köyü camiinde imamlık yapan Hüseyin Ersoy, 4. kitabını yemek kültürü olarak çıkarttı.
Yıllardır imamlık yapan Hüseyin Ersoy, imamlığının yanı sıra şair ve araştırmacı yönüyle tanınıyor. 2002 yılında “hikâyeli ve renkli şiirler” adlı ilk kitabını çıkaran Ersoy, daha sonra 2005 yılında “Eflani Tarihi ve Kültürü”, 2007’de “Kanuni Dönemi ve Taraklı Borlu” ile son olarak “Eflani Yöresi Yemek Kültürü ve Eflani Mutfağı” adlı kitabını çıkarttı. İlçe ve köy halkı tarafından çok sevilen imam Hüseyin Ersoy, 5 kitabının da baskıya hazır olduğunu ve bir kitabının isminin “Kanuni Döneminde Eskipazar
Viranşehir” olduğunu söyledi.
Ersoy, sponsor bulunduğu zaman 5. kitabını da zaman kaybetmeden çıkaracağını belirtti.
Bu türden gazete haberlerine artık sıkça rastlıyoruz… Çok onur duyuyorum. Esasen, bu gibi etkinliklerde bulunamasa da imam; ta başından beri sosyal hayatın her safhasında insanlarla iç içe olan, sosyal problemlere çözüm bulmaya çalışan, topluma yön veren, sağlıklı düşünen, ilme ve bilime önem veren, ilmî verilere itibar eden, akıllı, akl-ı selim insanlardı… Ama bazıları göremiyorlardı.
Netice olarak
Şehirler de tıpkı insanlara benzer… Yahut insanlar da şehirler gibidir. Şehir de özürlü ve engelli hale gelebilir, hastalanabilir. Bizim halihazırdaki şehirlerimiz biraz hasta, biraz da engellidir. Bunun en önemli sebebi, şehir kalbini unutmuştur… Camiyi, oraya yalnızlığa terk etmiştir. Bazı yeni yerleşim alanlarında tamamen unutulmuştur cami.
Kalpsiz insan olmaz; kronik kalp hastasının tek çaresi, kalp naklidir.
Kalpsiz şehirde, en başta güven kaybolur, gelecek kaygısı başlar
Tabiat boşluk kabul etmez… Caminin yerini tüketim merkezleri aldı. Ve oralarda sadece para, zaman e diğer maddeler tüketilmiyor; bizzat insan da tüketiliyor.
İnsanı sevmenin, onu yeniden üretmenin, onu yeniden inşa etmenin yolların aramalıyız.
Cami, insanı yeniden inşa etmeli. Buradaki nitelikli sohbetler, verilen dersler, okuma programları onu yeniden üretecektir… Bu yüzden, insanla yeniden dost olmalıyız. Günlük yaşamın karmaşası içinde bunalan, sıkılan, strese giren insanımız için camiler, bir dinlenme, rahatlama ve arınma merkezidir. Aslında camiye gelen kişiler bizim ve Allah’ın misafirleridir. Misafire ikram gerekir. Cemaate yapılacak en güzel ikram da; iyiyi, doğruyu, güzeli anlatmak, müjdelemek, kalpleri yumuşatmak, ümitlendirmek, kötülüklerin terk edilmesine yardımcı olmaktır.
İnsan bir olmakla bire ermekle, secde edip huzura varmakla, huzurda olmakla insan olur. İnsan, insan olduğunda; şehir de şehir olacaktır.
Velhasıl, bir kalbiniz var, ona iyi bakın!
Hepinizi selamlıyorum.
…