7 Ekim Aksa Tufanı’yla Başlayan Sürecin Anatomisi

Hamas direnişi ve 7 Ekim Aksa Tufanı, her şeyin ötesinde, işgalci Siyonistlerin soykırım ve etnik temizliğe dayalı emperyalist-kolonici yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı.

Şinasi GÜNDÜZ

Prof. Dr., İstanbul Üni.

7 Ekim 2023 Aksa Tufanı Operasyonu’ndan bugüne, yaklaşık iki yıllık sürede başta Gazze olmak üzere Filistin’de eşi benzeri görülmemiş bir katliam, soykırım ve etnik temizlik yaşandı. Basına yansıyan sınırlı açıklamaların ötesinde, kimi tahminlere göre sayısı yüz binlere varan ve büyük çoğunluğu çocuklar ve kadınlardan oluşan —kimi hesaplamalara göre, medyada dillendirilen rakamlardan çok fazlası, 600 binin üzerinde insan Gazze’de katledilmiştir ve bunun yarısından fazlasını çocuklar oluşturmaktadır — masum insan vahşice katledildi. Gazze, Batı Şeria ve Filistin’in diğer bölgeleri yakıldı, yıkıldı; özellikle Gazze’de tüm yaşam unsurları ortadan kaldırıldı. Batı Şeria gibi bölgelerde altyapı bilinçli şekilde tahrip edildi, insanların evleri ve arazileri işgalciler tarafından gasp edildi. Geldiğimiz noktada, yakın tarihimizde yaşanmış olan en fütursuz, en vahşi saldırılarla bir halk yok edilmeye çalışılıyor. Kolonici emperyalist Batılı güçlerin 16-20. yüzyıllar arasında Amerika kıtasından Okyanusya ve Afrika’ya kadar dünyanın birçok yöresinde yaptığı soykırım, etnik temizlik ve işgal, kolonici emperyalistlerce bugün Filistin’de tekrarlanıyor.

Bu insanlık dışı saldırıların yaşanmasında kimileri, Aksa Tufanı Harekâtı’nı başlatan Hamas’ı suçladı; Hamas’ın bu harekât ile işgalci siyonistlerin bu zulmüne bahane oluşturduğunu savundu. Sanki tüm çatışmalar 7 Ekim 2023’te ortaya çıkmış, başlamış gibi bir algı oluşturuldu. Oysa İngiltere’nin Filistin’i fiili işgali ile siyonist projenin fiilen yürürlüğe girdiği 1917’den itibaren yörede zulmün, katliamın, gaspın, işgalin yaşanmadığı bir zaman diliminin hiç olmadığı bir realite… Özellikle 1940’lardan itibaren, işgalci siyonist yapı her fırsatta bölge halklarına katliam yaptı, toplu göçe zorladı; yöre halkının topraklarını gasp ederek buralara Rusya, Polonya, İngiltere, ABD ve dünyanın dört bir tarafındaki diğer ülkelerden toplayıp getirdiği işgalcileri yerleştirdi.  Dolayısıyla zulüm ve katliam 7 Ekim’de başlamadı. Bunun aksi bir iddianın, işgalci siyonist yapının işlediği cürmün meşrulaştırılmasından başka bir amaca hizmet etmeyeceği de bir gerçektir.

Hamas direnişi ve 7 Ekim Aksa Tufanı, her şeyin ötesinde, işgalci siyonistlerin soykırım ve etnik temizliğe dayalı emperyalist-kolonici yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı. Meselenin sadece Gazze gibi daracık bir alanda, işgalcilerce karadan ve denizden kuşatılmış; her türlü yaşam şartları kısıtlanmış, yaklaşık iki milyonluk bir halk olmadığı; Batı Şeria’da, Kudüs’te ve Filistin’in diğer bölgelerinde yaşayan, Müslüman’ıyla Hristiyan’ıyla tüm Filistinlilerin siyonist işgalcilerin hedefi olduğu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serildi. Bu nedenledir ki, yalnızca Gazze ve Gazzeliler değil; Batı Şeria’da, Kudüs’te ve diğer bölgelerde de yoğun katliamlar, toplu tutuklamalar yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Filistinlilerin yaşadığı tüm yerlerde altyapı bilinçli şekilde tahrip ediliyor; silahlı işgalci çetelerin yerli halka yönelik gasp, cinayet, yağma ve işgali teşvik edilip destekleniyor. Tüm bunlar, meselenin sadece Gazze ve Gazzeliler olmadığını açıkça gösteriyor. Mesele, işgalcilerce tüm Filistin’in varlığının, özgürlüğünün ve yaşam hakkının tamamıyla ortadan kaldırılması meselesidir.

Yaşanan hadiseler, siyonist işgalcilerin zihin yapısını da ifşa etti. 19. yüzyıl sonlarından itibaren Batı ülkelerinde yaşayan Yahudiler sorununa bir çözüm olarak ortaya atılan ve Yahudilere bir ulus-devlet vadeden bir proje olarak siyonizmin Filistin’de sadece sınırlı bir bölgede değil, Filistin’in tamamında, hatta Filistin sınırları dışında bölgenin birçok yerinde egemenlik iddiası taşıyan bir akım olduğu daha net anlaşıldı. 19. yüzyılda Nathan Birmbaum, Theodor Herzl ve arkadaşları tarafından başlarda seküler bir ulus-devlet projesi olarak pazarlanan siyonizmin, Yahudi Ortodoksisi’nin en temel iki öğretisi olan “etnik seçilmişlik” ve “Eretz Muvtehet (Vadedilmiş Topraklar)” fikrinden hareketle, içinde yaşadığımız bölgede Yahudi elitizmini, üstüncülüğünü, hegemonyasını ve askeri, siyasal yayılmacılığını esas alan emperyalist, kolonici bir proje olduğu ortaya çıktı.

Medyaya yansıyan beyanatlar ve yapılan istatiksel çalışmalar, başta işgalci siyonist yapının liderleri olmak üzere Filistin’deki işgalcilerinin hatırı sayılır bir kesiminin bu emperyalist, kolonici projeye destek olduğunu gösterdi. Bu doğrultuda, işgalci siyonistlerin tek hedefinin Gazze, Batı Şeria ve Filistin’in geri kalanı olmadığı; Lübnan’dan Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar tüm bölgenin potansiyel hedef olduğu anlaşıldı. Nitekim işgalci siyonistlerin Lübnan’dan Suriye’ye yönelik saldırıları ve fiili işgalleri, açıktan bunu gösteriyor.

Vadedilmiş Topraklar öğretisi ile siyonizm, Mısır’dan Irak’a tüm bölgede hak iddia ediyor. Yahudi geleneğinde kurgulanan bir köken mitosuyla Tanrı’nın Hz. İbrahim’in şahsında, Mısır Irmağı’ndan Fırat’a kadar olan tüm bölgeyi ve buralarda yaşayan on kadar halkın topraklarının kendilerine vaad edildiğine; nesiller boyu buranın kendi toprakları olduğuna inanılıyor. Bu konuda Yahudi kutsal metnindeki “… Mısır’daki nehirden, büyük nehre, Fırat Nehri’ne kadar olan bu ülkeyi; Kenilerin, Kenizilerin, Kadmonilerin, Hititlerin, Perizilerin, Refaimin, Emorinin, Kenanilerin, Girgaşilerin ve Yebusilerin topraklarını senin soyuna verdim.” (Yaratılış 15: 18-19) gibi ifadeler referans alınıyor.

Bu doğrultuda siyonistler, hedeflerinin yalnızca Filistin’le sınırlı olmadığını; Nil’den Fırat’a kadar tüm bölge olduğunu düşünüyor. Bu arada, Arz-ı Mevud öğretisi doğrultusunda siyonistlerin hedefinde olan toprakların önemli bir kısmının da mevcut Türkiye toprakları olduğunu; kabaca Kuzey Fırat Havzası’ndan Akdeniz sahillerine kadar Anadolu’nun, hatta siyonistlerin bazı çizimlerine göre Kıbrıs’ın da hedef alındığını hatırda tutmakta yarar vardır.

Dolayısıyla bugünkü işgalci yapının Lübnan’dan Suriye’ye, Yemen’den Katar’a saldırılarının ve her fırsatta, Türkiye de dahil bölge ülkelerine yönelttiği tehdidin bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Örneğin, yirmi-otuz yıl öncesi böyle bir durumdan bahsedilseydi, bunun sadece bir komplo teorisi olduğu söylenirdi. Oysa bugün, siyonistlerin bu hedefi; işgalci yapının en üst yöneticileri, din adamları, askerleri ve akademisyenleri tarafından açıktan dillendiriliyor.

Nitekim yakın zamanlarda Netanyahu ile yapılan bir mülakatta, Büyük İsrail olarak da nitelenen Arz-ı Mevud fikrine bağlı olup olmadığına dair bir soruya, bütün kalbiyle bu fikre bağlılığını vurgulayan bir cevap vermesi oldukça düşündürücüdür. Dolayısıyla 7 Ekim’le başlayan süreç, siyonistlerin bu hedeflerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş oldu.

Bu süreç, siyonizmin sadece “Vadedilmiş Topraklar” öğretisine dayalı bir teopolitiğe değil; Yahudilerin etnik kimlik olarak seçilmişliğine ve Yahudilerin, düşmanlarını “şeytanlaştırılmasına” dayalı bir öğretiyle de kendisini meşrulaştırmaya çalıştığını ifşa etti. Filistin’de uygulanan vahşette, katledilen bebekler, çocuklar, kadınlar ve diğer masum halk, “Tanrı’nın seçilmiş halkının” tarihsel düşmanları olarak etiketlenen Amaleklerle özdeşleştirildi.

Yahudi tarih kurgusunda, seçilmiş halk İsrailoğulları’nın tarihsel düşmanları arasında yer alan Amalekler ve onlara ait her şey adeta lanetlenir. İsrailoğulları Kralı Saul’a hitaben Tanrı şöyle der: “Şimdi git, Amalek’e saldır; sahip oldukları her şeyi yok et, onlara acıma. Erkeği, kadını, bebeği, süt emen çocuğu, öküzü, koyunu, deveyi, eşeği— hepsini katlet.” (1 Samuel 15:3)

Bu doğrultuda, Filistinlileri Amaleklerle özdeşleştiren siyonistler; Gazze’de ve diğer yerlerde, bebeklerden kadınlara, yaşlılardan gençlere, hatta evcil hayvanlara kadar her şeyi katletmeyi, yok etmeyi; Filistinli çocuklara, kadınlara, mahkumlara tecavüz de dahil olmak üzere her türlü işkenceyi meşru gördüler.

Yine işgalci siyonistler, kendilerini Yahudilerin beklediği Mesih dönemini gerçekleştiren kurtarıcılar olarak değerlendirdiler. Netanyahu ve etrafındakiler, yapmakta oldukları şeyle kutsal kitaplarındaki Yeşaya kehanetlerini gerçekleştirmeye çalıştıklarını vurguladılar. Yeşaya, tüm krallıkların ve ulusların Yahudilere kul-köle olacağı, bunu reddedenlerin ise yok edileceği bir zaman diliminden bahseder: “Yabancılar senin surlarını onaracak, kralları sana hizmet edecek. … Sana kulluk etmeyen ulus ya da krallık yok olacak. … Seni ezenlerin çocukları gelip önünde eğilecekler. Seni hor görenlerin hepsi, ‘Rabbin kenti, İsrail’in Kutsalı’nın Siyon’u diyerek ayaklarına kapanacaklar. … Ülkenden şiddet, sınır boylarından soygun ve yıkım haberleri duyulmayacak artık.” (Yeşaya 60:10-19)

Ortodoks Yahudi inancına göre, bu zaman dilimi Mesih’in gelişiyle mümkün olacaktır. Bu doğrultuda, Mesih inancı Yahudilikte bir iman umdesidir. “Gecikmiş olsa bile Mesih’in geleceğine iman ederim” cümlesi, Maimonides tarafından derlenen Yahudi amentüsündeki bir esastır. Bu inanış doğrultusunda, Yahudiler yüzyıllarca Mesih’in geleceğini ve Mesih dönemiyle birlikte bu kehanetin gerçekleşeceğini beklemişlerdir. Yahudilere göre, bu beklenen Mesih, Kral Davut soyundan bir kişi olacaktır.

Bu bağlamda; II. yüzyıldaki Bar Kohba ve 17. yüzyıldaki Sabatay Sevi örneklerinde olduğu gibi tarihte birçok Mesih figürü ortaya çıkmış ve çeşitli isyan hareketlerine önderlik etmişlerdir. Ancak tamamının isyanları bastırılmış; bu figürlerin bazıları bu isyanı canıyla ödemiş, bazıları da din değiştirmek ya da Sabatay gibi öyle gözükmek zorunda kalmışlardır.

Siyonistler ise Yahudilikte beklenen kurtarıcı olan Mesih’le ilişkili bu gelecek dönem beklentisini belirli bir kişiyle değil; siyasal-askeri bir oluşum, yani siyonist hareket ile gerçekleşeceği kanaatindedirler. Dolayısıyla, siyonizm modern bir Mesih hareketi olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar yaptıklarıyla beklenen Mesih dönemini inşa etme amacı taşımıştır. Nitekim, Netanyahu ve etrafındakilerin yaptıklarıyla Yeşaya kehanetleri arasında kurulan irtibat, bunun en açık delilidir.

7 Ekim’le başlayan süreç, siyonizmin yalnızca Filistin’deki işgalci yapıyla sınırlı bir hareket olmadığını, onun güçlü küresel bağlantılarını da ifşa etti. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere, siyonizmin tüm dünyada hegemonik bir güç oluşturduğu; ekonomik, medyatik, siyasal etki alanıyla, başta Batı ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok yerindeki siyasal yönetim mekanizmalarının politikasını yönlendirdiği ayan beyan anlaşıldı. Epstein dosyası örneğindeki seks skandallarıyla iradeleri rehin alınan ya da ABD örneğindeki AIPAC gibi etkili kuruluşlarca ekonomik olarak adeta satın alınan siyasal aktörler ve yönlendirilen medya organları vasıtasıyla beyinleri yıkanan kitleler aracılığıyla, siyonist projelere nasıl sınırsız destek sağlandığı görüldü.

Bununla birlikte, başta Kuzey Amerika ve İngiltere olmak üzere, Hıristiyan dünyada Filistin’deki siyonist işgale ve katliama sınırsız destek veren ve hatırı sayılır bir etki alanına sahip olan fanatik Hıristiyan akımların ve bunların etkili temsilcilerinin, nasıl canhıraş bir şekilde Filistin’deki bu soykırıma ve etnik temizliğe fiili destek sağladığı da gözler önüne serildi. “Hıristiyan Siyonistler” olarak adlandırılan bu kesim, siyasal ve dini kanaatleri doğrultusunda Filistin’in işgalini meşrulaştırmakta, siyonist işgalcilere her türlü desteğin verilmesini kendileri için dini ve ahlaki bir görev olduğunu düşünmektedir.

Özellikle ABD’de en etkili lobi gruplarından birisi olan Hristiyan siyonistler, Tanrının seçilmiş halkı olarak değerlendirdikleri Yahudilerin Filistin’e dönerek burada egemen olmalarını desteklemenin, hem bölgeye yönelik Batı politik hedeflerinin gerçekleşmesi açısından hem de diasporada dağınık yaşayan bir halkın Ortadoğu’da bağımsız ve egemen bir halk olarak yaşaması açısından politik ve ahlaki bir sorumluluk olduğu kanaatindedirler.

Bunun yanı sıra, Hıristiyan siyonistler, Yahudilerin vadedilen topraklara, yani Filistin’e dönmelerinin ve orada egemen olmalarının, kendilerinin gelecek döneme dair inanışları açısından da hayati önem taşıdığını düşünmektedirler. Zira onlara göre Hristiyan kutsal metni, Tanrı Oğlu İsa Mesih’in yeryüzüne ikinci kez gelişi ve yeryüzünde Tanrısal krallığı başlatması öncesi bir dizi olayın gerçekleşeceğinden bahsetmektedir. Bunların başında, Tanrı’nın seçilmiş halkı olan İsrailoğullarının vadedilen topraklara dönmesi ve orada egemen olması gelmektedir. Burada egemen olan Yahudiler, Kudüs’te mutlak egemenlik kurduktan sonra mabedi tekrar (üçüncü kez) inşa edecekler; bu gelişmeler üzerine yörede yaşayan halklarla aralarında büyük bir savaş çıkacak, bu savaş zamanla iyiyle kötünün birbirinden ayrışacağı Armagedon’a dönüşecek ve bu arada Yahudilerin büyük kısmı Hıristiyan olacaktır. Bütün bu savaş, çatışma ve katastrof sonrası İsa Mesih yeryüzüne inerek Tanrısal krallık dönemini başlatacaktır. Bu beklenti ve inanış doğrultusunda, bu fanatik Hıristiyanlar, bu gelişmelerin bir an önce yaşanması için Yahudilere her türlü desteğin verilmesinin kendileri için dini bir yükümlülük olduğuna inanmaktadır.

Bugün yaşadığımız zaman diliminde, bu inanış birçok önde gelen ABD’li siyasetçi tarafından sıkça dillendirilmektedir. Bunun ötesinde, bu süreç Filistin’deki işgalci yapının, İsrail’in Batılı hegemonik güçlerin bölgedeki bir uç karakolu, adeta onun adına vekalet savaşı yürüten bir değnekçisi olduğunu da ifşa etmiştir. “Tel Aviv düşerse Paris, Londra düşer.” argümanını dillendiren Netanyahu ve ekibiyle, özellikle ABD’li çeşitli önde gelen figürlerin her fırsatta İsrail’in bölgede Batı çıkar ve menfaatlerini temsil ettiğini vurgulamaları dikkat çekicidir. ABD ve Avrupa Birliği gibi Batılı yapıların, Filistin’de yaşanan bu katliamda siyonist işgalcilere sınırsız destek vermelerinin en temel nedeni budur.

7 Ekim olaylarından hemen sonra Tel Aviv’e gelerek işgalcilere sınırsız desteklerini beyan eden, Gazze’ye ve Filistin’in diğer bölgelerine atılacak bombaları temin edip bunların üzerine imzalarını atan Batılı liderlerle, yakın zamanda “50 devlet 1 İsrail” sloganıyla işgalci siyonistlere destek vermek üzere Tel Aviv’e gelen 250 kadar ABD’li siyasetçi, işgalci siyonist projenin Batılı emperyalistlerin bir projesi olduğunun açık delilidir.

Burada “Filistin’deki işgalciler mi ABD ve diğer Batılı güçleri yönlendirip kullanıyor, yoksa tersi mi?” sorusu fazla anlamlı değildir. Zira işgalci İsrail’in varlığı ve desteklenmesi de dahil olmak üzere, bölgedeki tüm gelişmeler dünya genelinde hegemonik bir iktidar kuran küresel emperyalist sistemle yakın irtibatlıdır. Bu küresel emperyalist sistem, kendi çıkar ve menfaatlerinin korunması ve devamı için işgalci siyonist yapıyı korumakta ve desteklemektedir. Bununla birlikte, Filistin’i işgal eden fanatik Yahudi çevreler de küresel emperyalistlerle iş birliği içinde, bölgede kendi hegemonyalarını kurmaya ve ütopik gelecek dönem tasavvurlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Bu arada, küresel emperyalist güçlerin bölgedeki değnekçisi yalnızca işgalci İsrail’den ibaret değildir. Bölgedeki hemen hemen tüm iktidarlar bir şekilde ABD ve diğer küresel güçlere göbekten bağlıdır, onlarla iş birliği içindedir. 7 Ekim’le başlayan süreç, bu iş birliğini ayan beyan gözler önüne sermiştir. Sözde bağımsız olan ve siyonist işgale karşıymış gibi görünen bölge iktidarlarının, gerçekte küresel emperyalist güçlerle ve bunun değnekçisi işgalci İsrail ile nasıl sıkı bir iş birliği içinde olduğunu ifşa etmiştir.

Bu son gelişmelerde, ABD’li ve İsrailli yöneticilerin zaman zaman bu iktidarlara, ele geçirdikleri iktidarı küresel efendilerine ve onların uzantısı olan bölgesel güçlere borçlu olduklarını; kendileri sayesinde iktidarda kaldıklarını hatırlatmaları boşuna değildir. Bu nedenledir ki, bölge iktidarları bir taraftan gittikçe artan halk baskısı nedeniyle işgale ve soykırıma sözde karşıymış gibi görünürken, el altından işgale her türlü siyasal ve ekonomik desteği vermektedir.

Gelişmeler ve artan kamuoyu baskısı karşısında, Arap Birliği ve İslam İş birliği Teşkilatı gibi oluşumlar sık sık toplanıp kıytırık “kınama” mesajları yayınlamadan öteye geçememekte, işgale, fiili soykırıma ve etnik temizliğe karşı bir adım atamamaktadır. Dahası, işgalci siyonistlere ticaretin ve desteğin sonlandırıldığı mesajlarına rağmen, arka planda işgalci yapıyla ticareti devam ettirmeleri dikkat çekicidir.

Bütün bunlarla birlikte, 7 Ekim’le başlayan sürecin dünya genelinde halklar nezdinde siyonistlerin koruma kalkanının önemli ölçüde kaldırılmasına ve mağduriyet edebiyatıyla siyonistlerin dünya genelinde korunup kollanmasına dayalı statükonun değişmesine yol açtığı da görülmektedir. Kabaca 19. yüzyıl sonlarından itibaren yıllar yılı siyonistler; Yahudilerin sürgüne, baskıya, takibata ve soykırıma tabi tutulmuş, ezilip horlanmış mağdur bir halk olduğu propagandasını yapmışlardır. Bu propaganda doğrultusunda Yahudilere destek vermenin her şeyden önce ahlaki bir yükümlülük olduğunu savunmuş ve çeşitli şekillerde iş birliği içinde oldukları Batılı yönetim mekanizmalarını kendilerini koruma ve kollamaya dayalı yasal düzenlemeler ve politikalar geliştirmeye çağırmışlardır. Bu doğrultuda, medyadan yasal sisteme kadar her alanda antisemitizme karşı düzenlemeler gündeme gelmiş; Yahudilere pozitif ayrımcılık yapılmıştır. Yıllar yılı siyonistler, İsrail’in tarih boyu mağdur olan ve Batı’da Holokost gibi bir uygulamaya tabi tutulan mağdur halkın adeta bir özgürlük nefesi olduğu propagandasıyla İsrail’e destek vermenin Batı için her şeyden önce ahlaki bir sorumluluk olduğu tezini işlemiştir. Dahası, bu tez yoğun medyatik, akademik ve entelektüel destekle geniş halk kitleleri tarafından da satın alınmıştır. Bu nedenledir ki, yakın zamanlara kadar yalnızca işgalci İsrail’in Filistin ve civarındaki her adımı bir şekilde desteklenmekle, her tezine destek verilmekle ve her zulmü şu ya da bu şekilde görmezden gelinmekle kalınmamış; Batı ülkelerindeki manipülasyonları ve cürümleri de bir şekilde meşrulaştırılmıştır. Fakat 7 Ekim’le başlayan süreçte bu işgalci yapının gerçek yüzü dünya genelindeki halklar nezdinde bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Kendi politik ve dini ihtirasları uğruna bölgeyi kan gölüne çevirmeleri; bebek, çocuk, kadın demeden on binlerce insanı katletmeleri; cami, kilise, okul, hastane ayrımı yapmaksızın her yeri bombalayıp harabeye çevirmeleri, dünya genelinde vicdan sahibi insanları dehşete düşürmüştür. ABD’den Avustralya’ya, İspanya’dan Venezuela’ya dünya genelinde inananıyla inanmayanıyla vicdan sahibi insanlar harekete geçmiş, başta kendi yönetimleri olmak üzere iktidarları bu zulme karşı koymaya çağırmışlardır. Kuşkusuz bu gelişmede, siyonist örgütlerin sosyal medyanın yaygın kullanılmasıyla birlikte medya üzerindeki etkinliklerinin bir şekilde kırılmasının ve halkların olup bitenlerden doğrudan haberdar olmasının önemli etkisi vardır.

Geldiğimiz noktada, her ne kadar Gazze tamamıyla yakılıp yıkılmış, on binlerce masum insan katledilmiş olsa da bu, işgalci siyonistler lehine bir başarı sağlamamış, dünya genelinde onların maskesini düşürmüştür. İşgalci siyonistler ve bunlara destek verenler her geçen gün dünyada daha fazla yalnızlaşmaktadır. Küresel siyonizme ve bunun hegemonyası altındaki küresel sisteme karşı her geçen gün daha fazla ses çıkarılmaktadır. Her geçen gün insanlık vicdanı daha fazla harekete geçmektedir. Siyonist yalan propaganda makinesi, kanayan vicdanlar karşısında etkisini kaybetmektedir. Filistin’de, Gazze’de başlayan işgal, zulüm ve sömürü düzenine başkaldırı küresel bir intifadaya dönüşmektedir. Küresel siyonizme en büyük desteği veren ülkelerde bile bu durum dikkat çekicidir. Örneğin, ABD’de yapılan kimi araştırmalara göre genç nüfusun yarısından fazlası bu katliama karşı çıkmakta ve Filistin’in bağımsız bir devlet olarak tesisinin gerekliliğine inanmaktadır. AB ülkelerinde ve dünyanın diğer bölgelerindeki halklar arasında da benzer gelişmeler yaşanmaktadır. Her ne kadar Almanya gibi bazı Batı ülkelerindeki yönetim mekanizmaları siyonist işgalci gücü eleştirmeyi yasaklayan kararlara imza atsa da siyonistlerin, “İsrail’e karşı olmanın Yahudiliğe karşı olma anlamına geldiği” tarzındaki propagandası artık dünya genelinde halklar arasında karşılık bulmamaktadır. İsrail pasaportu taşımak, dünya genelinde gittikçe daha fazla dışlanan, utanç duyulacak bir şey olarak değerlendirilmekte; siviliyle askeriyle işgalci siyonistlerin insanlık suçu işleyen suçlular olduğu daha fazla kabul görmektedir. Bütün bunlar, 7 Ekim Aksa Tufanı’yla başlayan sürecin insanlığı gerçeklerle yüzleştiren, siyonistlerin yıllar yılı milyarlarca dolar harcayarak kendi lehlerine oluşturdukları koruma kalkanını kaldıran ve Filistin’de yaşanan soykırıma ve etnik temizliğe karşı insanlığın ortak vicdanını harekete geçiren bir süreç olduğunu göstermektedir.