Bu metotta İsrail’in yenilmezlik mitini, güvenlik açığını göstermek birincil hedefti. İsrail’in dış ilişkilerinde hata yapmasına, panikle kendi taşlarını ortada oynamasına imkân tanıyacak bu zafiyet, tünellerin dibindeki birkaç cesur ve atik savaşçının elinde projelendi.
Şehnaz FINDIK İNAN

7 Ekim 2023 tarihinde işgalci yerleşimcilere yönelik başlatılan Aksa Tufanı Harekâtı, İsrail’in asimetrik bir saldırıya karşı koymadaki kırılganlıklarını gözler önüne serdi. İsrail, “savunma kuvvetleri” olarak adlandırdığı işgal ordusunun meşruiyetini ve imajını korumak için uluslararası kamuoyuna “terörle mücadele” tezlerini sundu. Bu anlamdaki kavramları teorik çerçeveden sıyırarak kendince yeniden tanımlayan işgal devleti, savunma kuvvetlerinin Gazze’den gelecek hemen her saldırıya karşı daima hazır, teknolojik olarak donanımlı ve sözde insancıl olduğunu anlatmada epey çaba sarf etti. Yapılan masraf, manipülasyon ve algının tümü bir gecede tuzla buz oldu. İsrail, yıllardır sistematik istismar, işkence, tutuklama ve çeşitli infazlarla baskı altında tuttuğu Gazze halkına karşı savaş hukukunu yine hiçe sayarak “cadı avı”na çıktı. Dünyanın gözü önünde tam teşekküllü bir terör devletine dönüştü. Devlet dışı bir aktör olan Hamas’ın işgale karşı meşru müdafaada bulunmasına yönelik atılan her adım; okulları, hastaneleri ve sivil halkın en savunmasız gruplarını hedef aldı. Dolayısıyla dünya, Yahudileri ve İsrail vatandaşlarını dışlayan geniş bir vicdan operasyonuna girişti.
Dizayn edildiği günden bu yana Semitik dünya ile organik bir bağı bulunmayan günümüz Yahudi ulusu(!) bu dışlama ve tepkiler dolayısıyla kendileri için yaratılan suni ve ütopik dünyanın gerçekliğini bir kez daha sorgulamaya başladı. Tel Aviv’de yapılan gösteriler, İsrail devlet aygıtına yönelik tüm erkleri tartışmaya açtı. Güçlü, sarsılmaz, tam kapasite istihbarat ve savunma ağına sahip olduğunu iddia eden savunma kuvvetleri, sahadan aldıkları güçlü darbelerle psikolojik harbi kaybetmeye başladı. Vicdanlı halklar, devletlerinin ve sermaye sahiplerinin aksiyon almadığı bu insanlık ayıbına karşı harekete geçti. İsrail, içeriden ve dışarıdan artan yoğun ve yıkıcı baskıyı okumada geç kaldı. Bu hal, zamanla bir panik atağa dönüştü ve şiddetin dozu arttı.
Hamas, dünya devletlerine güçlü mesajlar vermenin bir yolu olarak gerilla savaşına yeni bir boyut kazandırdı. Ani bir şok etkisi yaratan, psikolojik ve asimetrik bir etki gözeten oldukça ilkel ama bir o kadar yerinde bir metot seçti. Bu metotta İsrail’in yenilmezlik mitini, güvenlik açığını göstermek birincil hedefti. İsrail’in dış ilişkilerinde hata yapmasına, panikle kendi taşlarını ortada oynamasına imkân tanıyacak bu zafiyet, tünellerin dibindeki birkaç cesur ve atik savaşçının elinde projelendi. Saldırıda roketler, motorlu paraşütler, tüneller ve sivil rehin alma gibi operasyonel kabiliyet isteyen yöntemler öne çıksa da, esasında bu direnişin bir had bildirmeden çok, uzun vadede sonuçları gözeten felsefi bir arka planı da vardı. Bu noktada, dış politikada büyük ve köklü bir imaj kaybına neden olacak “psikolojik harp” enstrümanları devreye girdi. Ebu Ubeyde’nin, yer yer Filistin’i yöneten kukla yönetimlere, dünya halklarına, BM’ye, Arap Birliği’ne yahut doğrudan İslam ülkelerine seslenmesi, çağlar üstü bir mesajın yeniden yorumlanmasına kapı araladı. İnsanlığı vicdana çağıran ses rolüyle Ebu Ubeyde, bölgedeki politik dinamizmi farklı bir yöne evirdi. Gün geçtikçe İsrail saldırganlığının artmasıyla, dünya kamuoyundaki İsrail karşıtlığı entelektüel, sosyal ve ekonomik zeminde de aynı ölçüde körüklenmiş oldu. Buna paralel olarak, irtifa kaybetmeden ilerleyen Kassam Tugayları sözcüsü Ebu Ubeyde, retorik dehasını ortaya koyduğu hitaplarında psikolojik harbin dozunu artırdı. Vahye dayalı söylem ve aksiyonlarla Hamas, dünyaya savaş hukuku ve direniş dersi verdi.
İsrail, saldırıların arkasında yıkılan tüm imajını lobi desteği ile sürdürmek için 2024’ten bu yana çeşitli tehdit, şantaj ve susturma eylemlerine girişti. Epstein dosyaları ve New York’ta bulunan Yahudi tünelleri, lobicilik faaliyetlerinden sıkılmış İsrail karşıtı sermayenin satranç taşlarını yeniden dizmesi olarak yorumlandı. İsrail, serbest piyasanın tutsaklığını kendi elleriyle ifşa eden birçok hatası gibi, bu tünellerin ve Epstein davasının da arka planına dair yapılan çalışmaları sabote ederek bu iddiaların doğruluğuna dair şüpheleri de pekiştirmiş oldu. BM’nin, ulus devlet ve meşru egemenlik alanlarına dair yaptığı tanımların tüm hukuki çerçevesini hiçe sayarak yaptığı tüm saldırı ve tehditlerde kan kaybetti. Lübnan Hizbullahı, Yemen Husileri, Irak ve Suriye’deki Şii milisler ve İran karşısında, tıpkı bir terör örgütü gibi hareket eden İsrail, konvansiyonel çatışma zemininden hızla kopmaya başladı. Artık savaşını psikolojik ve diplomatik kanallarla sürdürmeliydi.
Artan sivil ölümleri; canlı yayında vurulan BM noktaları, öldürülen basın mensupları ve aktivistler, anti-İsrail eylemlerini sokaklardan ve boykot çalışmalarından çekerek devlet-diplomasi düzeyine çıkardı. Lübnan, İran ve Katar’daki saldırılarla İsrail; birçok AB üyesi devlet de dâhil, jeopolitik kazanımlarını tehdit ettiği ülkelerin yaptırımlarıyla karşılaşmaya başladı. İsrail’in, içeride artan hükümet karşıtı tavrı ve dışarıda hızla yükselen İsrail karşıtlığını aynı ölçüde bastıracak teorik-söylem kapasitesi olmadığı gibi, bunu yapmada kullanabileceği etki ajanları da kalmadı. Şiddetin dozu yerini tehdit, silahlı şov ve Yahudi mitlerine dayanan kupkuru bir hamasete bıraktı. Başlangıçta ordusunun konvansiyonel gücünü tam kapasiteyle sahaya sürerek bir “terörle mücadele” görüntüsü vermeyi hedefleyen Netanyahu hükümeti, geldiği noktada bölgesel ve küresel kazanımlarını kısıtlayarak yeni bir imaj yaratmaya girişti. Ekim 2023’te kendisine terörle mücadele konusunda destek olan devletlerin birçoğu, takvimler Eylül 2025’i bulduğunda İsrail karşıtlığında yarışmaya başlamıştı. Gazze’de açlığı ve ablukayı bir soykırım aracı olarak kullanan Siyonist örgüt, sahip olduğu ekonomik güce dayanan bir dış politikaya yöneldi. Nitekim ABD’nin Siyonist zemini, Yahudi lobileri ve küresel sistemin entegre olduğu küresel ekonomik rejim, yıllardır maruz kaldığı “komplo teorileri”nden bağımsızlaşmış oldu. Dünün dünyasında itibar suikastına maruz kalan ve teorik altyapısı bulunan birçok kuram ve kavram, kaybettiği pozisyona yeniden kavuştu.
Peki, İsrail’in dış politikada ABD’ye bu denli bağımlı hale gelmesi, hali hazırda gerilen ABD-AB ilişkileri dolayısıyla Netanyahu hükümetini iyice yalnızlaştırır mı? Bu soruya cevap vermek için henüz erken olsa da ABD, hala BAE, Suudi Arabistan ve İsrail denkleminde başat aktör. Bu devletleri yapısal olarak bir arada tutan jeopolitik kazanımları ve stratejik ortaklıkları idare eden “oyun kurucu” olarak hâlâ sahnede. Gerek Biden gerek Trump yönetimi, diplomatik, askeri ve finansal olarak İsrail’in arkasında durmaya devam ediyor. ABD’nin askeri yardımları, istihbarat desteği, Orta Doğu’yu kıskaca alan kabadayılığı, BM’de İsrail lehine verdiği vetolar; Amerikan diplomasisinin bir Yahudi diplomasisi aracına dönüştüğüne dair tartışmaları alevlendiriyor. Böylesi bir ortamda İsrail’in, ABD kanadından doğrudan kopması ve stratejik önceliklerinde köklü değişiklikler yapması pek beklenen bir durum değil. Ancak BM ve AB ülkelerinin tutum ve yaptırımları neticesinde, Gazze’de iki devletli çözüm ve alternatifleri konuşulduğunda dış politikada dramatik değişikliklere gidilmesi olası gibi görünüyor. Tabii, bir de Allah’ın denklemleri var. O kısımda Ebu Ubeyde’ye söz verelim: “Eğer suikastlar direnişi sona erdirseydi, 90 yıl önce, Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın şehadetinden sonra direniş biterdi.”