Sosyal medyada bir fotoğrafı paylaşmak, bir kampanyaya destek vermek, boykot çağrılarına kulak vermek bile bu vicdan haritasının sınırlarını belirliyor. Market raflarında, dijital platformlarda, hatta günlük tüketim alışkanlıklarımızda bile Gazze’deki bir çocuğun nefesiyle aramızda görünmez bir bağ var.
Suavi Kemal YAZGIÇ
Yazar

(Çizgi: Z. Hilal ÖZDER)
Kavramlar, eskilerin deyimiyle “hüdayinabit” bitkiler gibi aniden yerden bitmezler. Kavramların da, kelimelerin de birer tarihi vardır. İnsanlar, kavramları geliştirirken sadece kültürlerini değil, çıkarlarını da gözetirler. Mesela, önce Levant vardı. Batılılar, Akdeniz’in doğu sahillerinde bulunan geniş bir araziyi, Latincede “kalkmak, yükselmek, güneşin doğması” anlamlarına gelen levare fiilinden türeyen bu kavramla adlandırmıştı. Bu, Eski Yunan’ın yaşadığımız topraklara “Anatolia” demesiyle aynı mantığa dayanıyordu: Bir başka halkın gözünden, doğuya bakıldığında güneşin yükseldiği yer.
19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu kısmını tanımlamak için “Near East” (Yakın Doğu) terimi kullanılmaya başlandı. Osmanlı Devleti, pek çok emperyal güç için yağmalanması gereken bir hazineydi sonuçta. Ancak bu da yetmedi. Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, “Orta Doğu” kavramının mucidi oldu. Mahan, 1902’de National Review’de yayımlanan ve Basra Körfezi’nin önemini ele aldığı “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı yazısında, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi tanımlamak için ilk kez “Middle East” ifadesini kullandı.
Biz de, “muasır medeniyet” seviyesinden geri kalmamak adına bu kavramı “Orta Doğu” ya çevirdik ve sorgulamadan benimsedik. Oysa şu sorular sorulmalıydı: Orta neresi? Doğu, kimin doğusu? Hangi bakış açısının merkezinden ölçülen bir coğrafya burası?
Bu kavramın kökeni, sömürgecilik döneminin stratejik hesaplarıyla iç içe geçmişti. Mahan’ın yazısı yalnızca bir coğrafi adlandırma değildi; Britanya İmparatorluğu’nun deniz hâkimiyeti stratejilerinin bir yansımasıydı. Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Avrupa’nın Hindistan yolu kısalmış, petrolün stratejik önemi yükselmişti. Böylece bölge, emperyalist güçlerin gözünde bir “ara bölge” ye dönüşmüştü: Ne tam Batı, ne Uzak Doğu; yalnızca geçiş, yalnızca sömürü.
Aslında bu, yalnızca bizim coğrafyamıza özgü değildi. Afrika’ya “Karanlık Kıta” denildiğinde, orada yaşayan milyonlarca insanın hayatı da karartılmıştı. Latin Amerika, “arka bahçe” olarak küçültüldüğünde, halkların kaderi de küçültülmüştü. İsim yalnızca bir kelime değil, bir ideoloji taşıyıcısıydı. Sömürgeciler, adlandırmayı bir silah gibi kullanıyordu.
Bugün, 2025 itibarıyla “Orta Doğu’yu yeniden tanımlamak gerekirse işimiz daha da ciddileşir. Zira, sömürgecilerin cetvelleriyle kanla çizilmiş bu coğrafyada isim vermek veya verilen ismi yeniden anlamlandırmak sıradan bir entelektüel uğraş değildir. Tam tersine, bir irade beyanıdır.
Dede Korkut’un Boğaç Han’a isim vermesi yalnızca bir ödüllendirme değil, aynı zamanda yeni bir başlangıcın ilanıydı. İsim, kimlik demekti. Bugün de bu coğrafyaya verilecek her yeni isim; yaşanan acıların, direnişin ve kimlik arayışının yansıması olacaktır.
19. yüzyılda, İngiltere’de İsrail’in kurulmasını savunurken “Topraksız bir halka, halksız bir toprak.” olarak tanımlanan Filistin vaat edilmişti. Kavramların birer suç aleti olarak kullanılmasına karşı elimiz kolumuz bağlı duramayız. İsrail’in varlığını sürdürmesi ve suçlarını dilediğince işleyebilmesi için uydurulmuş bir kavramı artık farklı bir anlamla doldurmak zorundayız. “Orta Doğu”, İsrail’in suçlarına karşı yeterli ve anlamlı bir tepki göstermeyen her coğrafya parçasını ifade etmelidir. Avrupa Birliği’nin Gazze konusundaki ikircikli tutumu, Brüksel’i bu yeni Orta Doğu’nun parçası kılar; çünkü yalnızca kınamak, sessizliğin bir biçimidir. Washington, Londra, Paris de aynı şekilde bu haritanın içine düşer; zira gerçek sınırlar artık nehirlerle, dağlarla değil, vicdanla çizilmektedir.
Böylece “Orta Doğu”, Batı’nın cetvelleriyle çizilmiş, petrol kokan bir harita olmaktan çıkar; insanlığın vicdanını ölçen bir kavrama dönüşür. Coğrafya yeniden tanımlanırken, ahlak da sorgulanır. Artık mesele haritada nerede olduğumuz değil, insanlık sınavında nerede durduğumuzdur.
Bugün, Gazze’de hayat âdeta durmuş durumda. İsrail’in saldırıları, binlerce masum insanın canını aldı, yerleşim alanlarını enkaza çevirdi, altyapıyı çökertti. Çocuklar patlama sesleriyle büyüyor; aileler sevdiklerini toprağa verirken umutlarını kaybediyor. Gıda, temiz su ve ilaç neredeyse yok. Hastaneler saldırıların hedefi oldu, sağlık hizmetleri çöktü. Birleşmiş Milletler raporlarına göre, bu kriz on yıllardır süren ablukanın zirvesi. Açlık ve salgın hastalıklar nüfusu kırıyor. Bu tablo, modern çağın en karanlık utançlarından biridir.
Uluslararası toplumun tepkileri ise yetersiz. Bazı ülkeler diplomatik açıklamalarla yetinirken, ABD’nin defalarca veto ettiği BM kararları, ikiyüzlülüğün somut örnekleri olarak kayda geçiyor. Sözde “insan hakları şampiyonları”, sessizlikleriyle bu suçun ortağı hâline geliyor.
Bugün, sadece devletlerin değil, bireylerin de sınavı söz konusu. Sosyal medyada bir fotoğrafı paylaşmak, bir kampanyaya destek vermek, boykot çağrılarına kulak vermek bile bu vicdan haritasının sınırlarını belirliyor. Market raflarında, dijital platformlarda, hatta günlük tüketim alışkanlıklarımızda bile Gazze’deki bir çocuğun nefesiyle aramızda görünmez bir bağ var. Küresel boykot hareketleri, bu yeni tanımlamanın eyleme geçmiş hâli olarak büyüyor.
İşte tam da bu yüzden “Orta Doğu” artık yalnızca bir coğrafya adı değil, bir vicdan testidir. Sınırları dağlarla, çöllerle değil; suskunluklarla, ikiyüzlülüklerle çizilir. İsrail’in Gazze’deki vahşetine karşı çıkmayan her devlet, her kurum, her başkent bu yeni “Orta Doğu”nun parçasıdır. Ama aynı şekilde, dünyanın herhangi bir yerinde vicdanını ortaya koyan, zulme karşı sesini yükselten her birey de bu sınırların dışına çıkıp insanlığın onurlu cephesine katılır.
Bizler bu kavramı bir utanç duvarına çeviriyor ve dünyaya tarihî bir soru yöneltiyoruz: “Sen neredeydin?” Zira daha önce olaylar, trajediler yaşanıp bittikten sonra haberdar olan insanlık; şimdi soykırımı 4K çözünürlüklü bir canlı yayından seyretme “sorumluluğuna” sahipler.
Bundan sonra haritaların değil, vicdanların kırılma noktasına “Orta Doğu” diyeceğiz. Çünkü gerçek coğrafya, yeryüzünün değil; insanlığın kayıp bir bölgesinin adıdır. Bu dönüşüm yalnızca kelimelerle sınırlı kalmamalı; boykotlarla, dayanışma ağlarıyla ve eylemlerle desteklenmelidir. Gelecek nesiller, bu yeniden tanımlamayı özgürleşme mücadelesinin bir mihenk taşı olarak hatırlayacaktır.
O gün geldiğinde, “Orta Doğu” artık bir zulmün adı değil; insanlığın adaletle yeniden doğduğu yerin adı olacaktır. İşte o gün, sömürgecilerin masa başında çizdiği sınırlar değil, mazlumların kanıyla yoğrulmuş hakikat belirleyici olacak; adalet, bu coğrafyanın yeni adı hâline gelecektir.