Konformizm Labirentinde Dijital Narkoz

Birey, kendi varoluşsal sorumluluğunu üstlenmek yerine, “Onlar”ın—yani sistemin ve akışın—dayattığı şekilde yaşamayı tercih ediyor. Konfor bir kurtarıcı değil; varoluşsal bir uyuşturucudur.

Zehra Tunç

Modern çağın gençliği—özellikle de “ev gençleri” dediğimiz, fiziksel sınırlarını evin dört duvarına çekmiş olan kesimi—tarihin hiçbir döneminde rastlanmamış bir varoluşsal paradoksun tam ortasında duruyor. Bu paradoksun, aşırı konforun sunduğu sınırsız olanaklarla, anlamın ve gerçekliğin yitirilmesi arasındaki o gergin ve ince hatta kristalleştiğini görüyoruz. Onların yaşam alanı, bir çeşit altın kafes metaforunun somutlaşmış hâli. Dış dünyanın yıpratıcı belirsizliklerinden tamamıyla yalıtılmış durumdalar; ama bu yalıtılmışlık, ironik bir şekilde, özgür iradeyi ve eleştirel düşünme yetisini felce uğratan bir sistemin içine hapsediyor onları.

Bu durumun temelini oluşturan olgu: konformizm. Fakat dikkat edelim; bu, bildiğimiz geleneksel otoriteye boyun eğme konformizmi değil. Bu, yapısal konfor konformizminin ta kendisi. Genç, toplumsal baskı ya da ideolojik zorlama yüzünden değil; sistemin sunduğu en düşük dirençli yol olduğu için konforu seçiyor. Üniversiteye girmek, bir kariyer inşa etmek, sosyal ilişkiler kurmak gibi eylemlerin hepsi kaçınılmaz olarak risk, başarısızlık ihtimali ve yoğun çaba gerektiriyor. Oysa evde kalmak, dijital dünyada anonimleşmek, sanal görevleri tamamlamak… Bunlar, tüm risk faktörlerini sıfıra indiren eylemler. Genç, dış dünyanın karmaşık ve kaotik matematiğinden kaçıyor; kendi yarattığı (ya da hazır bulduğu) dijital ekosistemin öngörülebilir algoritmalarına sığınıyor.

Bu, Heidegger’in bahsettiği “Dasein”in otantik olmayan varoluşunun 21. yüzyıl izdüşümü değil de nedir? Birey, kendi varoluşsal sorumluluğunu üstlenmek yerine, “Onlar”ın—yani sistemin ve akışın—dayattığı şekilde yaşamayı tercih ediyor. Konfor bir kurtarıcı değil; varoluşsal bir uyuşturucudur.

Bu konformist sığınak içinde filizlenen ikinci büyük fenomen elbette ki hedonizm. Yine altını çizelim; bu, Epiküros’un dingin, uzun vadeli ruh huzuruna odaklanan felsefi hedonizmi değil. Tamamen kısa vadeli, anlık ve tüketilebilir hazzın peşinde koşan bir dopamin avcılığı. Nörobilimde “ödül merkezinin aşırı uyarılması” dediğimiz bu durum, dijitalleşmenin sunduğu sınırsız tetikleyicilerle sürekli besleniyor. Bir sosyal medya beğenisi, bir video oyunundaki loot box açılışı, o çok beklenen pizzanın kapıya gelişi… Hepsi, yoğun ama kısa ömürlü bir zevk dalgası yaratıyor. İşte bu anlık tatmin döngüsü, bireyi sürekli olarak yeni, daha güçlü uyaranlar aramaya itiyor. Nietzsche’nin İnsanlık, Çok İnsanlık’taki kısa ömürlü neşelere duyulan düşkünlük eleştirisi, bu çağda zirvesine ulaşmış durumda. Genç, gerçek başarı ve derin bağlardan kaynaklanan o yavaş ve yorucu tatmin duygusunu beklemek yerine, dijital dünyadan hemen alabileceği hızlı, kolay tatmin paketlerini istiyor. Sonuç mu? Yaşamın anlamlı derinliğinden kopma ve duygusal bir sığlaşma.

Bu iki olgunun kesişim kümesinde ise bilgisayar oyunu bağımlılığı gibi spesifik bir patoloji beliriyor. Oyunlar artık sadece bir eğlence aracı değil; modern konformist-hedonist yaşam biçiminin mükemmel simülasyonu hâline geldi. Oyunlar, bireye gerçek dünyada elde etmesi yıllar sürecek olan başarı, statü ve topluluk hissini anında sunuyor. Sanal dünyada fiziksel özelliklerin, sosyal becerilerin veya ekonomik durumun bir önemi yok; tek önemli olan yetkinlik ve sisteme uyum. Bu sanal başarı, gerçek hayattaki başarısızlık korkusunu ve yetersizlik duygusunu ustaca maskeliyor.

Buradaki bağımlılık, sadece oynama süresinin kontrol edilemez oluşuyla sınırlı değil; daha derin bir düzeyde, bu bir gerçeklikten çekilme stratejisi. Genç, sanal dünyanın kurallarını ve ödüllerini çok daha şeffaf ve adil buluyor. Oyun ona, sıkı çalışmanın kesinlikle karşılığını alacağını garanti ediyor—tıpkı fizikteki bir formül gibi, kesin bir denklemde yaşamak gibi. Oysa dış dünya, çabanın bile sonuç garantisi vermediği, kaotik ve belirsiz bir alan. Bu çekilme, sosyologların “toplumsal kapanma” adını verdiği bir duruma yol açıyor; genç, fiziki olarak izole olduğu gibi, duygusal ve entelektüel olarak da toplumsal müzakereden çekiliyor. Sanal topluluklar, gerçek dünyanın zorlu yüz yüze etkileşim gerekliliğini ortadan kaldırarak kolay sosyalleşme imkânı sunuyor ve izole yaşam tarzını pekiştiriyor.

Kısacası, ev gençlerinin durumu, yalnızca bireysel bir problem değil; postmodern bunalımın kolektif bir semptomudur. Konformizm, gençleri çabaya ve riske karşı uyuşturur; Hedonizm, onları anlık zevkin kölesi yapar; Bilgisayar oyunu bağımlılığı ise, bu ikisinin birleşimiyle bireyi tamamen sanal bir tatmin döngüsüne hapseden, estetik ve etik değerlerden yoksun bir yaşam biçimi sunar.

Yine de bütün bu karanlık görünüm, insanın kaderinin konforun içinde eriyip gitmesine mahkûm olduğunu göstermez. Çünkü her ruh, ne kadar dijital sislerin ardına çekilirse çekilsin, varoluşun derin çağrısını bir yerlerde duymaya devam eder. Bu çağrı, insanın içindeki asli istikametin—hakikate yönelme arzusunun—asla bütünüyle sönmemesinden kaynaklanır. Bir gün, görünürde basit bir kırılma anı yahut görünmez bir iç yankı, gençleri içinde bulundukları uyuşukluktan uyandırabilir. Çünkü fıtrat, sahte olanın üzerine uzun süre tahammül edemez. Hakikat, yeterince beklendiğinde kapıyı değil; kalbi yoklar. Ve insan, o yoklamaya karşı koyamayacak kadar derinden yaratılmıştır.

Bu nedenle, bugün kendi gölgeleri arasında duran bu neslin, bir gün hakiki olanın ağırlığıyla yeniden doğrulma ihtimali sadece mümkün değil; insanın yaratılış mantığının doğal bir sonucudur. Allah’ın nuru, yönünü kaybetmiş bir kalbe er ya da geç mutlaka ulaşacaktır. Bize de buna iman etmek düşer.