Said Halim Paşa’yı ve İslamlaşmayı Yeniden Düşünmek

Paşa’yı önemli kılan sebeplerden biri de Osmanlı modernleşmesine yönelik eleştirel tutumuna rağmen hem Sultan II. Abdülhamid ile hem İttihatçılarla çalışabilmesidir.

Vahdettin Işık

Dr., İbn Haldun Üniversitesi

Said Halim Paşa’nın bütünlüklü olarak anlaşılmasına imkân veren bir çerçeve çizmek için Paşa’nın yaşadığı dönemin tarihi-toplumsal bağlamını dikkate almamız lazım. Bu bağlamın birinci kısmında dışardan (Avrupa’dan) gelen bir meydan okuma vardı. Dolayısıyla bu meydan okumanın tabiatını anlamak önemlidir. İkinci olarak da Müslümanlar olarak kendi iç sorunlarımızı anlamamız gerekiyor.

Dışardan gelen meydan okuma üç vecheli bir süreçti. Evvelemirde işgale uğruyorduk. İkinci olarak galip güçler iktisadî ve siyasî baskılarla iç sürecimizi şekillendirmeye çalışıyorlardı. Tanzimat ve Islahat Fermanlarını bu etkilerle ilan ettik. Üçüncü meydan okuma ise Batılı bilgi ve ideolojilerin gittikçe artan etkisiydi. Ernest Renan’ın 1883’te Sorbon’da yapmış olduğu bir konuşma İslam’ın terakkiye mâni olduğunu, diğer bir ifadeyle Müslümanların içinde bulunmuş olduğu yenilgi gerçeğinin temelinin bizatihi İslam olduğunu gündeme getiriyordu. Bu tarihimizde bir kırılmaya yol açan kritik bir iddiaydı. Daha önceki dönemlerde Müslümanlar 1300 yıllık tarihlerinde her zaman sorunu kendilerinde görmüşlerdi. Bu tarihten itibaren Müslümanlar içerisinden birileri ilk defa sorunu Müslümanlarda değil İslam’da görmeye başladı. İçinde bulunduğumuz duruma ilişkin tartışmalarda hala bu dilin derin bir yırtılmaya yol açtığını görüyoruz.

Bu bağlamda süren çözüm arayışları yeni bazı düzenlemeler yapmakla sonuçlandı. Yeni düzen kurma çabaları içeride bir bölünme ve yırtılma oluşturdu. Bürokraside mektepli-alaylı ayrımı var. Medrese ve mektepliler arasında da aydın- âlim ayrışması dikkat çekiyor. Bütün aydınlar âlimlerden, bütün âlimler aydınlardan farklı demiyorum fakat arada böyle bir kategorik farklılaşma olmaya başlıyor. Düşüncede de yenilikçiler ve gelenekçiler var. Yenilikçiler mevcut durumun sürdürülebilir olmadığını görüyorlar ve ‘eski hal muhal ya yeni hal izmihlal’ diyorlar. Ancak yenilenmenin mahiyeti ne olmalı sorusu yenilenme taraftarlarını da ikiye bölüyor. Bölünmenin bir tarafında İslami tecdidi esas alan ve “tadilen ıslah” yöntemini seçen İslamı tecdid hareketi, ikinci tarafında ise Batı’da olanı transfer etmeyi düşünen, diğer bir ifade ile “tebdilen ıslah” yöntemini benimseyen Batıcılar var. Telifçiler ise ikisi arasında bocalayan, aslında medeniyet olarak Batı medeniyetini tercih etmiş ama kendi kültürel formlarını, geleneklerini de belli ölçüde korumanın mümkün olduğunu varsayanlardır. Tam bu bağlamda klasik Osmanlı sistemindeki seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden oluşan üç ana sınıf arasında kurulan denge yıkılmaya başlıyor. Artık Osmanlı sisteminde meşruiyetin ve toplumsal bütünleşmenin mihrakı olarak Fıkh’ın gittikçe itibar kaydına uğraması gibi kritik bir sorun ortaya çıkıyor. Said Halim Paşa’yı tam da burada, yukarıdan itibaren çerçevelendirmeye çalıştığımız bu bağlamda konuşan bir şahsiyet olarak ele almalıyız.

Paşa, yazdıklarını hem dışarıdan/Avrupa’dan gelen meydan okumaya cevap vermek ve İslam’ı savunmak için hem de Osmanlı aydınına ve siyaset yapıcılarına duyurmak için yazıyor. Paşa’nın metinlerine baktığımızda kısa sayılabilecek risalelerden oluşuyor. Bu metinler bir istikamet beyanı sayılabilecek çözümlemeler ve önermeler içeriyor. O yaşadığı çağı “asr-ı inhitat” olarak adlandırıyor. Yapılması gerekenin ne olduğuna dair de İslamlaşmak teklifini yapıyor.

Burada Said Halim Paşa’nın hayatına atıf yaparak müktesebatının kaynaklarını ve buradan hareketle de yaptığı temel teklifleri dile getirebiliriz.

Paşa 1864’te Mısır’da doğuyor; beş yaşındayken İstanbul’a göç etmek durumunda kalıyorlar. Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. Mısır’da bir darbe yapılmış olmasaydı Said Halim Paşa’nın babası Mısır Hidivi olacaktı. Sultan II. Abdülhamid, Said Halim Paşa’nın babasını ve çocuklarını İstanbul’a getiriyor ve devletin en üst kademelerinde görev veriyor. Said Halim Paşa İstanbul’da yetişiyor. Dönemin şartlarına uygun özel hocalardan ilim tahsil ediyor. İslam geleneğiyle ve terbiyesiyle yetiştirilince Avrupa’ya gidiyor ve orada üniversitede siyaset bilimi okuyor. Okuduktan sonra memleketine dönüp devletin farklı kademelerinde görevler yapıyor. Nihai olarak da önce Hariciye Nazırı, ardından da Sadrazamlığa kadar yükseliyor. Bütün bu talim ve terbiye süreci devlet tecrübesiyle de birleşince onun özgüvenli tutumunu oluşturan zemini anlamamız mümkün olmaktadır.

Paşa’yı önemli kılan sebeplerden biri de Osmanlı modernleşmesine yönelik eleştirel tutumuna rağmen hem Sultan II. Abdülhamid ile hem İttihatçılarla çalışabilmesidir. Paşa hem elini taşın altına koyup devlette görev alıyor hem de birlikte çalıştığı iktidar kadrolarının zaaflarına yönelik eleştirel tutumunu sürdürebiliyor ve çözüm için teklifler yapabiliyor.

Rahatlıkla söyleyebiliriz ki Said Halim Paşa’nın temel meselesi İslamlaşmadır. Bunun bir imkânı olarak da var olanın/eşyanın tabiatına muvafık bir şekilde anlaşılmasıdır. Said Halim Paşa’nın ilim kavramıyla ilgili yaptığı tasnif bu bağlamda çok önem arz ediyor. O şöyle düşünüyor: Varlığın bir tabiatı var; o tabiat sabittir ve bu bilinebilir. Varlığın doğasına dair bilgileri biz ‘kesb’ yoluyla(tecrübe ederek, kazanımlarla, emek vererek) biliriz. O tarihi-toplumsal varlık alanına ilişkin ilimlerle ilgili şöyle bir çözümleme yapar: Her medeniyetin kendi hayatını şekillendirmede iki şey önemlidir: İnançları ile kendi tarihi ve sosyolojik tecrübeleri. O halde farklı tarihi-toplumsal gerçekliklere sahip medeniyetlerin bilgi sistemlerinin de farklı olması tabiidir. Bu yüzden Batının tarihi-toplumsal varlığa ilişkin bilgi sistemi sosyal bilimleri doğurmuştur; bizim tarihi-toplumsal varlığa dair bilgi sistemimiz ise “Fıkh-ı Şerif”dir. O halde biz Batılı bilgi sisteminin ürünü olan bilimlerle kendi meselelerimizin künhüne vâkıf olamayız. Bu durum başka medeniyetlerle tanışmamıza, onlardan istifade etmemize mâni değildir.

Paşa’ya göre madem ki her milletin tecrübesi kendine özgüdür o halde bu kendine özgü nitelikleri dikkate almadan Müslümanların yaşadıkları çöküşü de tam olarak anlamamız mümkün değildir. Ona göre içinde bulunduğumuz buhran iki temel değerlendirme hatasına dayanmaktadır. İlk değerlendirme hatası meseleyi metafizik bir düzlemde ele almakla yapıldı. Önce şöyle düşünüldü: Biz önceden üstün bir medeniyettik; ne var ki 150 yıldır Avrupalılara yeniliyoruz. Niye yeniliyoruz diye düşününce, biz önceden iyi Müslümandık yenilmiyorduk fakat şimdi iyi Müslüman değiliz o yüzden yeniliyoruz diye çıkarımda bulundular.  Bu çıkarımın sonucu olarak daha iyi Müslüman olmak adına, mistik eğilimlere ve İslam öncesi dönemden kalan birçok adete rağbet arttı ancak yenilgi devam etti. Bu kez de başka bir değerlendirme hatası yapıldı: Sorun doğrudan İslam’da görüldü. Bu anlayışın savunucularına göre Avrupalılar din ile dünyevi işler arasında bir ayırım yaptıktan sonra başarılı oldular. Öyleyse bizim yapmamız gereken de budur. Sorunlarımızı ancak bu şekilde çözebiliriz dediler. Halim Paşa’ya göre bu iki anlayış da yanlıştı. Çünkü tarihi-toplumsal gerçekliği kendi bağlamında ele almamız lazım. Metafizik çözümleme biçimi meseleleri kendi bağlamında anlamamızı engelliyor. Bu durumda toplumsal ve siyasi olguların tabiatını kavramak önem kazanıyor. Eğer biz tecrübe, hikmet ve itidal ekseninde iş yaparsak, yani ıslahatımızı tadilat yoluyla yapmayı tercih edersek Batıcıların düştüğü hataya düşmez; toplumumuza da yabancılaşmayız. Paşa aydın ile halk arasında yaşanan kısırdöngüyü aşmayı çok önemser. Halk kendisine yabancılaşmış olan aydından gelen her yenilenme teklifini “gavurlaşmama refleksi” ile reddediyor. Böyle olunca da halk gittikçe içe kapanıyor ve bu kapalı toplumsal yapı katı bir muhafazakarlığa, dünyadaki gelişmeleri takip edemez bir körleşmeye yol açıyor. Halk cahilleştikçe aydınlar topluma daha da tepkili oluyor; ‘bunlardan adam olmaz’ diyor ve halktan kopuyor. Böyle olunca akıl bedensiz kalıyor; beden de aklını kaybediyor. Oysa bizim yenilenmeye ihtiyacımız var. Bu sebeple aydının yabancılaşmasına bakarak yenilenmeden vazgeçemeyiz.

Paşa’ya göre olayların sebeplerini ve hangi dinamiklerin ürünü olarak tezahür ettiklerini kavramak yerine sonuçları sebep zannettiğimiz için çöküşe devam ediyoruz. Bu yüzden de kurumları ürün olarak değil çözümün kendisi zannederek onları transfer etmek suretiyle sorunları çözebileceğimizi zannediyoruz. Osmanlı yenilenme çabalarının en önemli sorunlarından biri tam da bundan kaynaklanıyor.

Onun metinlerinden kalkarak diyebiliriz ki bütün bu sebepleri izale edebilmemiz için varlığı kendi tabiatına muvafık bir surette anlamak ve İslam’ı bütünlüklü kavramaktan başka bir yol yoktur. Zira bilgi önemlidir lakin bilgiden de önemli olan ahlak sahibi olmaktır.

Paşa’nın bütün bunları kapsayan çözüm teklifi ise “İslamlaşmak”tır. Said Halim Paşa’nın İslamlaşma dediği şey ise üç veçhesi olan dinamik bir hayat demektir. Birinci veçhesinde dört temel ilke sayıyor Paşa ve her ilke bir sonrakine temel oluşturuyor. Temelde itikadiyât var. İtikadiyat sahih bir tasavvur inşa etmeye dayanak oluşturan bir bilgiye dayalıdır ve tüm kabul ve redleri içeren bir inanç sistemidir. Bu itikadiyat Müslüman şahsiyetin hayattaki duruşunu şekillendiren ahlâkiyâtı doğurur. Ahlâkiyat ise içtimaiyata kaynaklık eder. Zira toplumun yapısı o toplumdaki Müslümanların ahlâkî standartlarıyla şekil alır. Her içtimai yapının da sevk ve idare işlerini yürütmeye ihtiyacı vardır; bu da siyasiyâtı doğurur.  

Paşa’nın İslamlaşma olarak ifade ettiği teklifin birinci veçhesi bu dört temel esası içermektedir. İslamlaşmanın ikinci vehcesinde ise bu ilkeleri “zamanın ve muhitin ihtiyacatına en muvafık bir surette tefsir etmek gerekir.” Kuşkusuz bu ancak dinamik bir fıkıh ve içtihat yeterliğiyle mümkün olabilir.

İslamlaşmanın üçüncü esası da bu teklifi salt bir söylem olarak değil bir hayat teklifi olarak üstlenmeyi ifade ediyor. Kendini İslamlaşma projesinin muhatabı kabul eden insan bunu öncelikle başkalarına anlatılacak bir şey olarak değil kendisinin üstlendiği bir hayat pratiği olarak yaşamalıdır. İşte o zaman İslamlaşma gerçeklik zeminini bulmuş olur.

Bu durumda Paşa’nın İslamlaşma teklifinin kendi içerisinde tutarlı bir bütün oluşturduğunu ve değişen hayat şartları karşısında yeniden inşanın imkanlarını barındıran bir dinamizme sahip olduğunu söylememiz mümkün görünüyor.

Sözü Yunus’un mısraları ile bitirelim:

“Çeşmelerden bardağın doldurmadan kor isen

Kırk yıl orada dursa da kendi dolası değil”