İbn Arabî ile başlayan dönem, başlangıcı ve sonuçları itibariyle hem kelâmdan hem de söz konusu felsefeden farklıdır. İbn Arabî ve mektebi için, kaynağı tamamıyla İslâmî olan felsefî bir tecrübe, bir düşünce tarzı denebilir. Bu bağlamda tarih boyunca birçok düşünürün teşebbüs ettiği dinle felsefenin uzlaştırılması çabalarına dair yeni bir teklifin İbn Arabî mektebinden geldiği söylenebilir.
Dr. Ömer Özgül
Diyanet İşleri Başkanlığı, İKGM Atama 1 Daire Başkanı

Endülüs’ün güneydoğusundaki Mürsiye’de 1165 tarihinde doğan İbn Arabî, Benî Tay kabilesine mensup olup cömertliği ile meşhur cahiliye dönemi şairlerinden Hâtim et-Tâî’nin soyundan gelmektedir. Muhyiddin İbn Arabî’ye, öğretisini benimseyenler tarafından Şeyh-i Ekber (en büyük şeyh), öğretisine karşı çıkanlar tarafından Şeyh-i Ekfer (en kâfir şeyh) gibi birbirine taban tabana zıt lakapların verilişi, onun İslâm tarihinde hakkında en sert tartışmaların yapıldığı kişilerden biri olduğunun göstergesidir. Ona ait birçok görüş tartışılagelmiş, fakat üzerinde en çok durulan konu şüphesiz vahdet-i vücud düşüncesi olmuştur.
İbn Arabî sekiz yaşında iken ailesi Endülüs’ün o zamanki başkenti olan İşbîliye’ye (Sevilla) göç etmiştir. O dönemde İbn Tufeyl, İbn Rüşd ve İbn Zühr gibi meşhur ilim ve fikir adamları bu şehirde yaşamaktaydı. Zengin bir ilim ve kültür ortamında yetişen İbn Arabî, henüz on beş – on altı yaşlarında İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş ve onunla görüşme fırsatı bulmuştur. Zâhirî ilimlerde yeterli derecede eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye yönelen İbn Arabî’nin ilk mürşidi Ebü’l-Abbas el-Uryebî’dir.
Yirmi altı yaşında iken Tunus’a giden İbn Arabî bir süre burada kalarak daha sonra el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’yi kendisine ithaf edeceği Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî ile görüşmüştür. İbn Arabî 1201 yılında hacca gitmek üzere önce Mısır’a, oradan Kudüs’e geçmiştir. Kudüs’ten yaya olarak Mekke’ye doğru yola çıkmış, Medine’de Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret edip (598/1202) Mekke’ye ulaşmıştır. Yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye isimli eserini ilk defa burada yazmaya başlamıştır.
İbn Arabî, Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak Bağdat’a gitmiştir. Ertesi yıl Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya, daha sonra Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ile birlikte ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I. Gıyâseddin Keyhüsrev’in daveti üzerine Konya’ya gelmiştir.
İbn Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Malatya-Konya ekseninde bir süre ikamet etmiş, dört yıla yakın bir süre Malatya’da, bir o kadar da Konya’da kalmıştır. Buralarda ilim ve irfan meclisleri düzenlemiş, istidat sahibi gördüğü bazı kimseleri talebeliğe kabul etmiştir. Selçuklu sultanlarına nasihatlerde bulunan ve onlardan hüsn-ü kabul gören İbn Arabî’nin Selçuklulardan sonra kurulacak olan Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve çöküşünü önceden haber verdiğine dair rivayet büyük ilgi görmüştür. Bu konuda kendisine cifir ilmine dair eş-Şeceretü’n-Nuʿmâniyye adlı eser izâfe edilerek bu devletle mistik bir irtibatı sağlanmıştır. Diğer taraftan devletin mânevî kurucusu Şeyh Edebâli’nin Şam’da öğrenim görürken İbn Arabî’nin sohbetlerine katılarak müridi olduğu rivayetiyle bu durum fizikî olarak da perçinlenmiştir. Bunun yanında Fuṣûṣü’l-ḥikem şârihi Dâvûd-i Kayserî’nin devletin ilk resmî baş müderrisi ve Miftâhu’l-gayb şârihi Molla Fenârî’nin ilk şeyhülislâm olması da bu mektep ile Osmanlı Devleti arasındaki irtibatın ilginç delilleridir.
İbn Arabî’nin görüşleri ilk önce talebeleri İbn Sevdekîn, Sadreddin Konevî ve Afîfüddin et-Tilimsânî gibi muhakkikler vasıtasıyla tâlim edilmiş; Fahreddîn-i Irâkī, Saîdüddin el-Fergānî, Müeyyidüddin Cendî, Abdürrezzâk b. Ahmed el-Kâsânî ve Dâvûd-i Kayserî gibi sûfî şahsiyetlerle sistematik hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu ilk dönemin en önemli siması Sadreddin Konevî’dir. İbn Arabî’nin görüşlerini yorumlayan ilk şârih olması ve bu görüşlerin yaygınlık kazanması açısından Konevî’nin oynadığı rol büyüktür. Abdülkerîm el-Cîlî, Azîzüddin en-Nesefî, Abdurrahman Câmî, Fazlullah el-Burhânpûrî, Abdullah Bosnevî, Niyâzî Mısrî, Abdülganî en-Nablusî, İsmâil Hakkı Bursevî, Abdullah Salâhî Uşşâkī ve Muhammed Nûrü’l-Arabî gibi isimler de İbn Arabî’nin görüşlerinden etkilenen şahsiyetler arasında sayılabilir.
En meşhur eseri olan Fuṣûṣü’l-ḥikem’i 1230 yılında Şam’da telif eden İbn Arabî, 1240 tarihinde burada vefat etmiş ve Kāsiyûn dağı eteğindeki kabristana defnedilmiştir. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tespit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve tekke yaptırmıştır. II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe bugün de ziyaret edilmektedir. Abdülvehhâb b. Ahmed eş-Şa‘rânî’nin naklettiği meşhur bir rivayete göre İbn Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan Selim tarafından ihya edileceğini, “Sîn (Selim) Şîn’e (Şam) girince Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir.
Osmanlı Devletinin duraklama dönemine kadar devlet ricâli ve ilmiye sınıfı katında kendisinden hep hürmetle bahsedilen İbn Arabî’nin konumu, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin ithaliyle değişiklik göstermiş; Kadızâdeliler ve Çivizâdeliler türü âlim tipini doğuran bu fikirler, o ana kadar tasavvufî irfanla da meşgul olan ilmiye sınıfını artık kısır tartışmalar içerisine hapsetmiştir. Bu tür bir âlim tipinin İbn Arabî irfanı ile anlaşmazlığa düşmesi ve mücadeleye girişmesi kaçınılmazdır. Tam bu noktada Şeyhülislâm İbn Kemal’in fetvası bu gidişi bir nebze yavaşlatmıştır. Bu fetvanın muhtevası şöyledir: “İbn Arabî’nin birçok eseri mevcuttur. Bunların içerisinde Fuṣûṣü’l-ḥikem ve el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye de vardır. Bu eserlerdeki meselelerin bir kısmının sözü ve mânası belli, ilâhî buyruğa ve şer-i nebevîye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına kapalı, gizli olup keşif ve bâtın ehlinin anlayışına açıktır. Meramını anlamayana susmak lâzımdır. Zira Allah, “bilmediğin şeyin ardına düşme” buyurmaktadır. Allah doğru yola götürür ve dönüş O’nadır.
İbn Arabî gibi başta metafizik olmak üzere din ve düşüncenin birçok problemi üzerine yüksek seviyede görüşler dile getiren bir sûfînin eleştiriye uğramaması mümkün değildir. O, İslâm düşünce tarihinde en çok tartışılan, lehinde ve aleyhinde en fazla fetva verilen düşünürlerden biridir. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre yalnız Arapça literatürde onun aleyhinde yazılan eser sayısı 34, savunma amacıyla kaleme alınanların sayısı 20’dir; aleyhinde 238, lehinde ise 33 fetva verilmiştir. Her ne kadar bunların çoğu dinî ve ilmî olmaktan çok konjonktürel veya hissî birer tepki şeklinde algılansa da bu durum, İbn Arabî’nin tarihte ne kadar büyük yankı uyandırdığını göstermesi bakımından önemlidir.
İbn Arabî’ye yöneltilen eleştiriler daha çok kelâm ve fıkıh merkezli olmakla birlikte bunların tenkitten çok bir yargılama ve onu mahkûm etme şeklinde vuku bulduğu dikkat çekmektedir. Zâhir ulemâsı onu daha çok Fusûsü’l-hikem’deki görüşlerinden dolayı tenkit etmiştir. Bu tenkitlerin dili gayet serttir, bazılarında hakarete varan ifadelere rastlanır. Hepsinin nihayetinde İbn Arabî’nin kâfir olduğuna hükmedilir. İbn Teymiyye, onun küfrüne hükmeden en meşhur âlimlerdendir. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin ilâhiyyât yapma yöntemleriyle İbn Arabî’nin metodolojisinin farklı olması problemin esas kaynağını teşkil etmektedir. Temeldeki bu metot farklılığına rağmen bütün fakihler onun hakkında aynı görüşte değildir. İbn Kemal ve İbn Âbidîn gibi bazı fakihler, İbn Arabî’nin lafızlarının fukaha arasında bilinen mânalardan farklı olduğunu görebilmişlerdir. Her ne kadar bazı zâhir ulemâsı, “nehre atılmalı ve atılırken de suyun üzerine sıçramamasına dikkat etmeli” fetvasını verdiyse de Fusûsü’l-hikem’i bizzat Sultan III. Murad tercüme ettirmiş ve tercümenin adını dahi kendisi koymuştur. Celâleddin ed-Devvânî, Celâleddin es-Süyûtî, Fîrûzâbâdî gibi âlimler ise onu savunan eserler yazmışlardır.
Bazı felsefe tarihçilerinin İslâm felsefesinin İbn Rüşd’ün 1198 yılında ölümüyle bittiği şeklindeki görüşü uzun süre kabul görmüş ancak İbn Arabî ile başlayan sonraki dönem ise son yıllara kadar sürekli göz ardı edilmiştir. Hâlbuki İbn Rüşd’ün ölümüyle biten sadece İslâm Meşşâîliği olarak bilinen dönemdir. İbn Arabî ile başlayan dönem, başlangıcı ve sonuçları itibariyle hem kelâmdan hem de söz konusu felsefeden farklıdır. İbn Arabî ve mektebi için, kaynağı tamamıyla İslâmî olan felsefî bir tecrübe, bir düşünce tarzı denebilir. Bu bağlamda tarih boyunca birçok düşünürün teşebbüs ettiği dinle felsefenin uzlaştırılması çabalarına dair yeni bir teklifin İbn Arabî mektebinden geldiği söylenebilir.
İbn Arabî’nin vefatından sonraki zaman içerisinde onun getirdiği metafizik yorumlar yavaş yavaş kendi çekim alanını da oluşturmaya başlamış ve bu görüşler etrafında zamanla sınırları çok keskin olmayan bir düşünce okulu oluşmuştur. Bunun “okul” olarak tanımlanmasının sebebi tesir sahasının ve getirdiği yorumların bir mezhep veya tarikat ile sınırlı kalmaması, evrensel değerleri yakalamış olmasıdır. Onun görüşlerinin başta din olmak üzere edebiyat, mûsiki, sanat, mimari, psikoloji ve pozitif bilim üzerinde tesirli olduğu görülmektedir.
İbn Arabî gibi evrensel değerleri yakalamış bir düşünürün tesirleri sadece İslâm’la da sınırlı kalmamıştır. Marshall G. S. Hodgson, R. Keiner ve Paul Fenton gibi yazarlar, Yahudi mistisizminin ve özellikle de Kabbalizm’in doğuşunda İbn Arabî’nin etkisinin bâriz olduğunu savunurlar. Paul Fenton neşrettiği bir belge ile İbn Arabî’ye ait bazı metinlerin isim zikredilmeden İbrânîce’ye tercüme edildiğini kanıtlamıştır. Daha ilginç olanı ise aynı yazarın ilk yazılı Kabala metinlerinin (Sefer ha-Zohar ve Sefer ha-Bahır) İbn Arabî’nin vefatından yirmi yıl sonra İspanya’da yazıldığını ve bu felsefenin İslâm ezoterizminin Yahudiliğe adaptasyonundan başka bir şey olmadığını ileri sürmesidir. İbn Arabî’nin Cusalı Nicholas, Emanuel Swedenborg, Raymond Lulle ve Dante gibi düşünürler üzerinde de dolaylı yoldan tesirleri olduğu ileri sürülmüştür.
1985 yılında İngiltere’de Oxford’da kurulan Muhyiddin Ibn al-Arabi Society, İbn Arabî üzerine çalışanların birbirleriyle irtibat kurdukları bir merkez olmuştur. Bu merkez yılda iki defa Journal of Muhyiddin Ibn Arabi Society (JMAS) adıyla bir dergi çıkarmakta ve her sene bir sempozyum düzenlemektedir.
Ekberiyye mektebinin kurucusu Muhyiddin İbn Arabî her ne kadar bir sûfi olsa da İslâmî ilimlerin tüm alanlarında; tasavvuf, tefsir, siyer, felsefe, edebiyat, şiir ve tabiat bilimleri üzerine tahminen 550 civarında eser kaleme almış ancak bunların yaklaşık 245 adedi günümüze ulaşmıştır.
İbn Arabî vahdet-i vücûd anlayışı ile felsefî tasavvufu sistemleştirmiş ve kendisinden sonraki tasavvuf hareketine yön vermiştir. Başta Anadolu ve İran olmak üzere, İslâm dünyasının önemli bir kısmında İbn Arabî en önemli ve en etkin düşünürlerden biri olarak kabul edilmiştir. Zira O, İslâm’da tasavvufî düşüncenin gelişerek ulaştığı en son nokta olarak görülmektedir.
*Bu makale TDV İslam Ansiklopedisi “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinden faydalanılarak hazırlanmıştır.*