Popülist ırkçı partilerin ‘öteki’ politikası, toplumların içerisinde kabullenmekte zorlandıkları ‘diğerleri’ni düşmanlaştırarak, toplumu kutuplaştırmaktadır. Hızla büyüyen yabancı düşmanlığı tüm topluma yayılarak, ana akım medyadan siyasete, sosyal medyadan yerel yönetimlere kadar toplumun bütün kesimlerine ulaşmakta ve toplumsal barışı zehirlemektedir.
Sümeyye Açıkgöz
Doktorant-Göç Araştırmaları Uzmanı

Tarih boyunca insanlık, savaşlar, açlık, kıtlık, salgın hastalıklar gibi birçok ölümcül durumlarla yüzleşmiş ve bugüne kadar milyonlarca insan bu olumsuz durumlar neticesinde hayatını kaybetmiştir. Modernleşme ve teknolojik gelişmelerin insanlık için önemli bir fırsat olması ve daha müreffeh bir dünya kurulması için önemli fırsatlar sunması bekleniyordu. Küreselleşmenin de etkisiyle dünya üzerinde her yerin erişilebilir hale gelmesi, ulaşımın kolaylaşması, dijitalleşmenin yaygınlaşmasıyla insanlık eski ölümcül nedenlerden kurtulacak ve kitlesel ölümlerden de kurtulacaktı. Ancak ne kadar gelişme yaşanırsa yaşansın, dünya ne kadar modernleşirse modernleşsin, savaşlar başta olmak üzere, insan eliyle yaşanan felaketler insanlığın yakasını bir türlü bırakmamıştır.
En son Suriye’de yaşanan savaş, bir milyona yakın insanın hayatını kaybetmesi, 7 milyon insanın ülkeden ayrılmak zorunda kalması bizleri, içinde yaşadığımız dünyayı ve çağı yeniden sorgulamaya sevk etmiştir. Dünya maalesef her geçen gün daha yaşanmaz ve güvensiz hale gelmektedir. Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından yayımlanan Dünya 2022 Göç Raporu verilerine göre, dünyadaki göçmenlerin sayısı 281 milyonu aşarken, mültecilerin sayısı 26,4 milyona ulaşmıştır. Sadece 20 yıl önce, 2000 yılında mülteci sayısı sadece 14 milyon, göçmen sayısı ise 173 milyon idi. Sadece ülkesinden ayrılmak zorunda kalan mülteciler değil, ülke içinde zorla yerinden edilmiş kişilerin sayısı da 2000 yılından bugüne gelene kadar 2 katından fazla artmış, 21 milyondan 55 milyona yükselmiştir.
Dünyada artan savaşlar ve iç çatışmalar artarak devam ediyor. Afganistan’ın 1979 yılında SSCB tarafından işgal edilmesi, sonrasında Amerika’nın işgali sürdürmesi ve son dönemlerde de Taliban’ın iktidarı devralması 40 yılı aşkın süredir Afganistan vatandaşlarını dünyanın farklı bölgelerinde güvenli bir yaşam arayışına itmiştir. Afrika ülkelerindeki savaş ve kıtlık, Çin’in Doğu Türkistan’daki zulümleri, Arap baharı sonrası yaşanan istikrarsızlıklar, Güney Amerika ülkelerindeki problemler çocuk, yaşlı, kadın fark etmeksizin milyonlarca insanı ülkesinden koparmış ve sığınacak güvenli bir yer arayışına itmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve özellikle de milenyumda dünyanın pek çok bölgesinde savaş ve çatışmalar neticesinde insanlar vatanlarını terk ederken, 2011’de Suriye’de yaşanan çatışmalardan sonra Türk vatandaşları olarak savaşın soğuk yüzünü daha yakından hissetmeye başladık. Daha önce de Amerika’nın Irak’ı işgali ve körfez savaşı döneminde Irak’tan ülkemize sığınmak zorunda kalan yüzbinlerce insan bizlere savaşın acı tarafını göstermişti.
Birleşmiş Milletlerin tanımına göre hukuki bir statü olarak mültecilik, ‘ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi’yi tarif etmektedir. Türkiye, mültecilerin statüsünü netleştiren 1951 Cenevre Sözleşmesini coğrafi çekince ile imzalayan ve halen bu çekinceyi koruyan bir ülkedir. Buna göre sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenlere mültecilik statüsü vermekte, dünyanın diğer bölgelerinden gelenler, Türkiye’de mülteci statüsü alamamaktadır. Ancak Türkiye, Avrupa dışından gelenlerin, üçüncü bir ülkeye mültecilik başvurusu yapmaları durumunda, ülkede güvenli bir biçimde kalmalarına müsaade etmektedir. Mültecilik statüsü verilmese de farklı statüler altında Türkiye’de bulunan yabancıların istihdam, sağlık ve eğitim gibi temel haklara erişmelerine imkân verilmektedir.
Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid 19 salgını, küresel anlamda insan hareketliliğini olabildiğince kısıtlamıştır. Ülkeler sınırlarını dış dünyaya kapatarak, ülkeler arası seyahatleri yasaklamışlardır. Dünyayı durduran Covid 19, göçmenlerin hareketlerini de kısıtlamış, düzenli veya düzensiz göç hareketleri de iyice azalmıştır. Salgın öncesi (2019 yılında) dönemde 455 bine kadar yükselen, Türkiye’de yakalanan düzensiz göçmen sayısı, 2020 yılında 122 bine kadar düşmüştür. 2021 yılında ise pandemi etkisinin nispeten azalmasıyla 163 bin olarak kaydedilmiştir.
Pandemi ve göç ilişkisi üzerine ilk yazımı Temmuz 2020’de kaleme almıştım. Pandemi hemen hemen dünyanın her yerinde görülmeye 6 ay kadar önce başlamıştı. Yayılan hastalıktan 7’den 70’e herkes etkilenmiş, tüm ülkeler ilk andan itibaren vatandaşları için tüm önlemleri almıştı. Ana akım medyadan sosyal medyaya ne yememiz, nasıl giyinmemiz, nerelere nasıl gideceğimiz her bir detayıyla bizlere anlatılıyordu. Her ülkenin pandemi ile mücadelede yöntemleri de farklıydı. Filipinler’de sokağa çıkanlara vur emri, Hindistan’da sokağa çıkanların dövülmesi, Avrupa ülkelerinin tarihte ilk defa birbirlerine sırt çevirip, hızlıca ayrı ayrı sınırlarını kapatması ilk etapta karşılaşılan durumlardandı. Bir de Afrika’ya daha pandemi ulaşamamıştı. İtalya ve İspanya’nın tüm dünyaya yardım çığlıkları karşılıksız kalıyordu. İran’da vakalar en üst noktalara ulaşırken, Amerika’da hızlıca ekonomik paketler hazırlanıyor, Türkiye kapılarını da işyerlerini de kapatıyordu.
Yazının yayınlanmasının üzerinden Aralık 2021 sonu itibariyle 18 ay geçti. Pandemi de başladığı günden bugüne sayısız varyantlara ulaştı. Artık rakamlar sayılamayacak kadar çok olmaya başladı. Hastalık her eve sayısız kere uğramaya başladı, hayat normal olmayan “yeni normal modunda” bir seyir sürecine geçti. Ekonomik paketlerden sağlık önlemlerine kadar her ülke kendi imkanları ölçüsünde vatandaşlarına çeşitli destekler sundu. 18 aydan bu yana aslında değişmeyen tek şey mültecilerin durumu oldu. Hatta pandemi öncesinde güvensiz bir biçimde ülkelerinden ayrılan ve farklı yerlere savrulan mülteciler, pandemi ile daha da korumasız hale geldiler. Hayatlarını kurtarmak için dahi olsa, kapatılan sınırları aşmaları çok mümkün olmadı. Daha güvensiz ve zorlu yolları tercih ederek, binlercesi yine hayatını kaybetti.
Dünyanın birçok yerinde mülteciler kamplarda kalıyorlardı. Şehirlerde yaşayanlar ise, dil sorunu başta olmak üzere, sağlık, eğitim, istihdam gibi birçok alanda sıkıntı yaşamaktaydılar. Toplumları hem psikolojik hem de ekonomik olarak yıpratan pandemi, mültecilerin üzerinde ise daha yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Uluslararası kuruluşlar ve STK’lar tarafından yürütülen mültecilerle ilgili tüm projeler durdurulmuştur. Birçok işyerinin kapanması, çoğunlukla enformel sektörde çalışan mültecileri evlerinden çıkamaz hale getirmiştir. Bu kapanma mültecileri açlıkla yüz yüze bırakmıştır. Ülkeler kendi vatandaşları için birçok ekonomik destek paketleri açıklarken, düzensiz göçmenler ve mülteciler hep unutulmuş ve göz ardı edilmiştir. Günübirlik, emek yoğun, ağır ve pis işlerde çalışmak zorunda olan mülteciler, salgın sürecinde bu işlerden dahi mahrum kalmışlardır.
Hem kış şartları hem Covid 19 salgını özellikle kamplarda yaşayan mültecilerin hayatını daha da çekilmez hale getirmiştir. Ülkeler ekonomik olarak büyük bir daralma yaşarken, mülteci kamplarına yapılan yardımlar da kesintiye uğramıştır. Kamptakilerin dışarıya çıkarak çalışmalarına izin verilmemiştir. Mültecilerin ekonomik zorlukların dışında, sağlık sistemlerine erişimleri kesilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dünya çapında 30 binden fazla mülteci ile yapmış olduğu anketler durumu kanıtlar niteliktedir. Yayınlamış olan anketler dahilinde, mültecilerin %35’i finansal zorluklar, %22’si ise sınır dışı edilme korkusu nedeniyle Covid 19 tedavisi için gerekli yerlere başvurmadığını belirtmiştir. Ayrıca süreç içerisinde, özellikle sokakta ve sığınma merkezinde bulunanların ruh sağlıkları kötüleşmiş, uyuşturucu ve alkol kullanımı da artmıştır. Şehirlerde yaşayanların günlük yaşam koşullarına baktığımızda, sağlıksız evler, kalabalık aileler, su ve hijyen materyallerine erişim, maddi sorunlar ve işsizlik mültecilerin karşılaştığı sorunu ve riskin boyutunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca, dünyanın birçok yerindeki baraka ve kamplar binlerce insanın iç içe yaşadığı derme çatma barınaklardan oluşmaktadır. Aşırı kalabalık nüfus ve altyapı yetersizliği kişilere sağlıksız ve hijyenik olmayan bir alan sunmaktadır. Ayrıca suya erişim de çok kısıtlıdır. Yetersiz beslenme ve sağlık erişiminin olmaması hastalığın ciddi boyutlarını da gözler önüne sermektedir.
Tüm dünyada hızla yayılan popülist bir ırkçı siyasi söylem mevcuttur ve bu durumu besleyen durumun başında yabancı ve göçmen düşmanlığı gelmektedir. Aslında bu siyasetin amacı, ülkeyi yabancıların ve göçmenlerin ‘olumsuz’ etkilerinden korumaktan ziyade, bu siyaseti güdenlerin kolay yoldan destek bulmak adına, popülist bir siyasi söylemle ayakta kalma çabasıdır.
Popülist ırkçı partilerin ‘öteki’ politikası, toplumların içerisinde kabullenmekte zorlandıkları ‘diğerleri’ni düşmanlaştırarak, toplumu kutuplaştırmaktadır. Hızla büyüyen yabancı düşmanlığı tüm topluma yayılarak, ana akım medyadan siyasete, sosyal medyadan yerel yönetimlere kadar toplumun bütün kesimlerine ulaşmakta ve toplumsal barışı zehirlemektedir. Hatta tüm dünyanın salgın hastalık nedeniyle birleşmeye başladığı bu dönemde, mültecilere yardım götürmeye çalışan kuruluşlar ve/veya devletler bu ırkçı zihniyettekilerin hedefi haline gelebilmektedir.
Burada unutulmaması gereken mülteciliğin bir suç değil, ulusalararası hukuktan kaynaklanan bir hak olduğu gerçeğidir. BM’e üye tüm devletler bu hukuku tanımakla birlikte, bazen mülteciler iç politikaya kurban edilebilmektedir. Normal süreçlerde olduğu gibi, pandemi sürecinde de mülteciler, yerel, ulusal ve uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarına erişebilmelidir. Yerel yönetimlerin hemşehrilik hukuku çerçevesinde sahip çıkabildiği düzenli veya düzensiz göçmenler, pandemi sürecinde maalesef unutulan kesimlerden biri olmuştur. Temel haklara erişim yerelden küresele kadar, her boyutta ve her zaman zorluklarla karşılaşan mülteciler, pandemi sürecinde daha büyük engellerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Mültecilerin de bizler gibi insan olduklarını, hatta dezavantajlı bir grup olarak, herkesten daha fazla özen gösterilmesi gereken kişiler oldukları unutmamak, insana ve kendisine saygısı olan herkesin öncelikli sorumlulukları arasındadır.