Bilinmelidir ki, oruç, zekât, hac, kurban ibadetinin buluşturduğu ortak payda takvadır.
Zekeriya GÜLER
Prof. Dr., İstanbul 29 Mayıs Üni. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

İslam coğrafyasında, bilhassa yaşadığımız topraklarda üç aylar diye bilinen Recep, Şaban ve Ramazan, manevî iklim açısından özel aylardır. “Allâhümme bârik lenâ fî Receb ve Şa’bân ve belliğnâ Ramazân: Allah’ım Recep ve Şa’ban aylarını bizim için bereketli eyle ve bizi Ramazan ayına kavuştur!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 259) diye hafızaları süsleyen dua cümlesi, Regâib, Miraç, Berat ve Kadir gecelerini bünyesinde saklayan bu ayları münbit araziye dönüştürmüş olmalıdır. Nitekim saygı gösterilmesi gereken “dört haram ay”dan biri recep ayıdır. Diğer üçü ise zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır.
Her şeyden önce kulluk yoğun bir seyr-i sülûkü tamamlamak üzere, “Allah’ım Recep ve Şa’ban aylarını bizim için bereketli eyle ve bizi Ramazan ayına kavuştur” diye dua ve niyazda bulunan yolcu, “bereket” kelimesinin anlam çerçevesinin farkına varmalıdır. Bereket kelimesi, zenginlik, bolluk, çokluk, inkişaf, nema, lütuf ve ihsan gibi derin bir içeriğe sahiptir. Bu ise bireysel ve toplumsal anlamda bireyin, ailenin toplumun, milletin ve ümmetin huzur ve saadeti olacaktır.
Nitekim “mübârek” kelimesi, hem Kur’ân-ı Kerîm’in hem de onun nâzil olduğu gecenin sıfatı olarak zikredilir: “Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini/mesajlarını düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik” (Sâd 38/29), “Biz o Kur’ân’ı mübârek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır” (Duhân 44/3) ve “Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren bir rehber, hidayeti ortaya koyan belgeler ve hak ile batılı ayırt eden ve ettiren bir ölçü olarak Kur’an o ayda indirilmiştir” (Bakara, 2/185).
Keza, ümmet-i merhûmenin bir mensubu olarak her müminin, Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğ, talim ve tezkiye etmek üzere gönderilen Rasûl-i Ekrem’e “bereket” niyazında bulunmak gibi bir borcu var: “Allah’ım, Muhammed’e bereket ihsan eyle (Allâhümme bârik alâ Muhammed)” dua cümlesinin mânası da câlib-i dikkattir. Meşhur Arap dilcisi, tefsir ve hadis âlimi Fîrûzâbâdî’ye (v. 817/1415) göre bu “mübarek” cümlenin karşılığı şudur: “Allah’ım, Muhammed’in zikrini, davetini (evrensel çağrısını) ve şeriatını mütemâdi ve pâyidar eyle. Onun yolunu takip edenlerin ve ona taraf olanların sayısını keyfiyet ve kemiyet itibarıyla çoğalt!”.
DoğrusuRasûl-i Ekrem’in hayat tarzını ve yol haritasını takip eden ümmetinin keyfiyet ve kemiyet itibarıyla çoğalması, her şeyden evvel gündüz ve gecesiyle Kur’an ayı Ramazan mektebinin kazandırdığı arınmışlığı, iyilik ve takvayı yılın diğer aylarına taşıyıp yaşama kararlılığını göstermek demektir. Şüphesiz bunu başarabilmek için Yüce Kur’an’ın öğrencisi olmak gerekir. İmam Nevevî (v. 676/1277), el-Ezkâr isimli kitabında diyor ki: “Bilesiniz ki, Kur’an okumak en faziletli zikirdir. Fakat matlup olan, onu anlayıp tefekkür ederek okumaktır”. “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazımdır” diyen ârif de aynı noktaya işaret eder.
Bilindiği üzere mukabele, “üç aylarda ve bilhassa Ramazan aylarında cami, mescid ve evlerde daha çok sabah, öğle, ikindi namazları öncesinde hâfızlar tarafından okunan Kur’an’ı takip etmek suretiyle hatim indirme” adını alan güzel bir gelenektir. Bu gelenek, Ramazan aylarında Hz. Peygamber’in her gece Cebrâil ile o ana kadar nâzil olan Kur’an’ı karşılıklı okuyup (mukabele etmek) kontrol etmeleri uygulamasına (arza sünnetine) dayanır. Nitekim Abdullah b. Abbâs (r.a) diyor ki: “Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların eli en açık olanı idi. O, Ramazan ayında Cebrâil ile buluştuğunda daha cömert olurdu. O, Ramazan’ın her gecesinde Cebrâil ile buluşup karşılıklı olarak Kur’an’ı okurdu. Hayır konusunda Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli esen ve yağmur yüklü bulutları taşıyan rüzgârdan kesinlikle daha cömerttir” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 5; Müslim, Fezâil, 50). Rasûl-i Ekrem’in vefatından önceki son Ramazanda “arza-i ahîre” diye anılan mukabelenin (Kureyş lehçesiyle) iki defa gerçekleştiği sabittir (Buhârî, Bedʾü’l-vaḥy, 5).
İmam Nevevî, bazı sahâbîlerin Ramazan ayı gelince aile fertlerini toplayarak onlara mukabele okuduğunu nakleder. Esasen “Allah’ın evlerinden bir evde, Kitâbullah’ı okuyan ve kendi aralarında onu araştırıp öğrenen bir topluluk üzerine sekînet iner, onları ilâhî rahmet bürür, etrafını melekler sarar ve Allah onları huzurunda bulunanlara anar” (Müslim, Zikir, 38) hadisinde geçen “Allah’ın evlerinden bir ev (beyt min büyûtillâh)” ifadesinin, mukabele okumak için cami ve mescid yanında, mesken, mektep, medrese ve dergâh gibi mekanları kapsadığı belirtilir.
Bilinmelidir ki, oruç, zekât, hac, kurban ibadetinin buluşturduğu ortak payda takvadır. Mesela oruç ibadetinin hedefi, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan edilir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınıp görev ve sorumluluklarınızın farkına varmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı” (Bakara, 2/183). Bu âyet-i kerimede geçen “takva”, görev ve sorumluluk bilincini ve duygusunu elde etmek, hesap günü kulu zor durumda bırakacak ve mahcup edecek her türlü gelişmeden uzak durmak demektir. Müttaki ise “Âhirette (mahkeme-i kübrâda) kendisine zarar verecek şeylerden dünya hayatında iken kendini koruyan ve kollayan kimsedir”. Bu demektir ki, hesap günü mümin kendisini mahcup edecek tutum ve davranışlardan (büyük günahlardan) kaçınmalı ve savunulabilir bir amel defteri ile huzura çıkmalıdır. Rasûl-i Ekrem’in şu müjdesi, bu açıdan manidar görülmelidir: “Kim faziletine inanarak ve ihlas ile Allah’ın rızasını gözeterek Ramazan orucunu tutar (gündüzlerini değerlendirirse), geçmiş günahları bağışlanır” (Buhârî, İmân, 28; Müslim, Sıyâm, 203).
İşte bu sebeple, bireysel ve toplumsal ahlakın inşasında bir mektep olarak Ramazan ayı, kemale erdiren (yetkinlik kazandıran), kendini beğenme, kibir, riyakârlık, yalan, dedikodu, iftira gibi çirkin huylardan uzaklaştırıp tevazu ve samimiyet kazandıran, düşünme ve kendini sorgulama fırsatı verip tövbe, istiğfar, af ve mağfirete zemin hazırlayan bir rahmet iklimi olarak değerlendirilmelidir. Zira oruç ayında İblis’in; görünen ve görünmeyen şer odaklarının ifsad ve iğva görevi, bu ayda asgari seviyede seyreder. Kul bedenen, ruhen ve zihnen sıhhat bulur; ibadetle yoğun bir hayat yaşar, malî bir yükümlülük olan zekât ve fıtır sadakasını muhtaçlara vermekle mutluluk duyar. Her gün meâl veya tefsir eşliğinde bir cüz okuyarak tamamladığı Kur’an hatmi, tefekkür, itikâf ve nefis muhasebesi sayesinde ahlâkî-ruhânî bakımdan büyük çapta gelişim sağlar.
Ne var ki bu gelişmelere mukabil, Sünen-i Tirmizî’de yer alan şu hadis, bu mektepte yeteri kadar başarı gösteremediğinden zayıf not alıp sınıfta kalan bir kul için şu acı gerçeği haber verir: “Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan bir insanın burnu sürtülsün!”. Keza, “Nice oruç tutan var ki, orucundan kendisine kalan sadece açlık ve susuzluktur. Nice geceleri kalkan var ki, ondan kalan sadece uykusuzluktur!” hadisindeki serzenişi hak eder. Hz. Ömer’in, “Öyle bir kişinin namazı ve orucu sizi aldatmasın ki, konuştuğunda yalan söyler ve kendisine güven duyulduğunda hiyanet eder” diye yaptığı uyarı da aynı hedefe yöneliktir. Demek oluyor ki, insanlarla olan ilişkilerinde dürüst olmadığından güven vermeyen bir insan, namaz ve oruç ibadetinin hakkını verememiş, semeresini görememiş, feyiz ve bereketinden istifade edememiştir.
Hâsıl-ı kelâm, Ramazan mektebinden büyük bir başarı ile mezun olmak ve bu başarıyı sürdürmek isteyen her mümin, Basralı hadis âlimi Abdullah İbn Avn’ın (v. 151/768) şu vasiyetvari sözünden kendi hissesine düşeni almalıdır: “Üç şey vardır ki, ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum: Sünneti öğrenmeleri, onu soruşturup mesele edinmeleri, Kur’an’ı anlamaları, onu soruşturup araştırmaları, insanları yalnız iyilikle baş başa bırakmaları ve onları iyiliğe davet etmeleri”.
Ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammed ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.