Özdenören’in yazı ve sohbetlerindeki muazzam hafızasına hayran olmamak mümkün değil. Hikayelerinde karşılaştığı her insanı, her anı ve mekanla ilgili detayları, zihninde yıllarca saklayıp, vakti saati gelince hızla ortaya nasıl çıkardığını izleyebiliyoruz.
Yıldız RAMAZANOĞLU

Rasim Özdenören, kelimelerin gücünü çok genç yaşlarda fark etmiş bir yazar. İlkokulda okumayı öğrenirken harften başlayıp, hece, kelime ve cümleye geçmenin heyecanını bir çocuk gibi içinde taşıyordu hâlâ. Yazmak ise yazdıklarını göstermek için onun da yazmasını şart koşan bir arkadaşının teşvikiyle olmuş. Halit Ziya Uşaklıgil, Sait Faik, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Ömer Seyfettin neredeyse bütün külliyatlarını okuduğu yazarlar. Fakat sohbetlerimizde kendi yazdıklarının hiçbirine benzemediğini söylerdi. Lise birde yazdığı ilk öykü; akranı olan, yaşadığı zor koşullar yüzünden yazarı derinden etkileyen, geceleri dükkânın bir köşesinde yatan, sokakta her gün rastladığı hüzünlü bakkal çırağı hakkında. Arkadaşları hikâyenin sonunda çırak ölse daha etkileyici olurdu dediklerinde, o zaman kurgunun, üslup ve anlatımın tamamen değişmesi gerektiğini söylemiş. İlk edebî tartışmalarını yaşadıkları günü de hiç unutmazdı. O zaman da kurguyu sağlam ve inandırıcı yapmak ve esas meseleyi iyi temellendirmek gerekir diyordum, şimdi de aynı kanaatteyim, derdi. Olaylardan çok bir ânı yakalamaya, kayda almaya çalışmış. 1955 yazı o kadar bunaltıcıymış ki, ‘sarı sıcaklar’ olarak anılmış halk arasında. O günlerin kâğıda dökümünü yapmış, yazdıklarının türüne aldırmadan. Elle yazdığı birçok defterindeki anlatımlarının safiyetinden söz ederdi.
Yazar, kendisinden başka hiç kimsenin söyleyemeyeceği bir şey olduğunu hissettiğinde, buna inandığında üretebilir ona göre. Vefatından kısa bir süre önce yayınladığı “İlk Öyküler” adlı son kitabının başında Manolya Gürocak ile yaptığı söyleşiyi yayınlıyor yazar. Burada 17 yaşlarında yazdığı hikayeleri, kaybolmayacağı ümidiyle ikinci bir nüshasını almadan nasıl bir dergiye yolladığını anlatıyor.
Yazar, 1959 yılında Salim Şengil’in sahibi olduğu Dost dergisinde mealen şöyle bir açıklama görmüş: “Dergimize gönderilen hiçbir yazı kaybolmaz. Yayınlanmasa bile, arşivimizde özenle saklanır.” Şaryosu bozuk emanet bir daktiloda, bir nüsha olarak yazılan hikayelerini nasıl olsa yayınlanmasa bile kaybolmaz inancıyla dergiye yollamaya başlamış. Hiçbiri yayınlanmamış ama 1962’de dergi kendisinden hikâye istediğinde, arşivinizde var ya deyince, böyle bir arşivin olmadığını, bütün hikayelerinin kaybolduğunu öğrenmiş. Etkileyici olan, yaklaşık yüz öyküsünü kaybeden yazarın hiç yılmadan azimle yeniden çalışmaya başlaması. Bütün hikayelerini hatırlamaya çalışarak, farklı başlıklar bularak yeniden yazmış. Yazarlığın test edildiği yerlerden biridir bu. Ben de evi su bastığında elle yazılmış, yayınevine gönderilecek bir hikâye dosyamı kaybetmiştim. Sonra rüyamda gördüğüm oldu başlıkları. İlk gençlik çağı romanımı da bir gece yarısı Fransa’nın Strasbourg şehrinde arabamızın arka camının kırılıp çantamın çalınmasıyla kaybetmiştim. Yaşamadan bilinmesi zor bir acıdır. Çalan gençlerin kalın bir defter dolusu el yazması kitabı, ilk sayfada yazan adresime yollamalarını bekledim yıllarca. Böyle kayıplar çok sarsıcıdır ama bir yazar için vazgeçme değil daha da sıkı eğilme sebebi olabiliyor, yeterli tutku varsa elbette.
Şair Sezai Karakoç’a duyduğu büyük saygı nedeniyle kıramadığından, onun Kafka gibi yazmasını önermesi nedeniyle, beş altı hikâye yazmış bu üslupta. Fakat daha sonra Kafka’nın yabancılaşmış, hiçbir yerde tutunamayan yazma tarzı ona yetersiz gelmiş. Yazarın kendini ırk olarak dünyada yabancı hissetmesinden doğan kısıtlılık hali yüzünden onunla daha fazla mesafe katedemeyeceğini düşünmüş. William Faulkner’ı daha çok sevmiş olmasının sebebi ise onun Amerikan toplumuna nüfuz etmiş, halkın içinden yazan bir yerli olması. Keskin zekâsı, muhakemesi ve insanı tanıma biçiminden etkilendiği yazardan, etkilendiği bir dönemden sonra kendi özgün yolunu bulduğunu söylüyor Özdenören.
Kendi üslup ve biçim meselesini ise şöyle özetliyor: “Genelde mesela derler ki, Ömer Seyfettin, Sait Faik yahut Türkçenin namlı herhangi bir öykücüsü, ilk öyküsünde ne yazdıysa son öyküsüne kadar o çizgiyi terk etmemiştir. Bunu bir meziyet kabul edenler böyle söylüyor. Ben ise daha en baştan ben böyle olmamalıyım dedim. Bir öykü kitabımda yayınlananlar sonraki kitabımda da dizi gibi devam etmemeli, tam tersine her kitap kendi başına yeni bir tarz sunabilmeli diye düşündüm. Yeni kitap bir öncekinin süreğeni olmamalıdır.” Sait Faik’in de “Lüzumsuz Adam” ile iyi bir çıkış yaptığını, fakat Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabına kadar kendi üslubunu tekrarladığını söyler.
Özdenören’in yazı ve sohbetlerindeki muazzam hafızasına hayran olmamak mümkün değil. Hikayelerinde karşılaştığı her insanı, her anı ve mekanla ilgili detayları, zihninde yıllarca saklayıp, vakti saati gelince hızla ortaya nasıl çıkardığını izleyebiliyoruz. Vitrin pervazından çıkan solgun neon ışığı, cadde kenarına rüzgârın sürüklediği birkaç kuru yaprak, köşedeki çer çöp, kaldırımın her nasılsa yamuk döşenmiş bir parçası, melankoliyi gizlemek için yüzün üzerinden geçirilen boyalar, vernikler, çocuğunu kalabalık bir caddede servis aracına bindirmeye çalışan annenin o an yüzüne yansıyan rikkat, koca kentin en civcivli yerinde ortada pervasızca durup yolu bölen türbe, anne! iniltisiyle sarsılan kabirler, eşyayla sıkış tıkış doldurulmuş kırık iskemle parçaları, sehpa döküntüleri, hasır kırpıntıları, eprimiş ipek çarşaflar, örümcek ağıyla dokunmuş perdeler, bir teneke sobadan arta kalmış kurumlu borular, yarıklarından dibi görünmeyen bodrum karanlıkları… Bütün bunlar insan elinden çıkma olduğu için bana sıcak ve dokunaklı görünürdü, der bir öyküsünde.
İlk Hikayeler kitabını vefatından hemen önce de olsa yayınlamaya karar vermiş olması edebiyat severler için önemli bir kazanım. Kitaptaki metinler, yazarın daha ilk gençlik çağlarında nelere dikkat kesildiğini, hayata, haksızlıklara, nasıl derin ve incelikli bir bakışının olduğunu, mekanla, zamanla, insan ruhunun derinlikleriyle nasıl ilişki kurduğunu gözler önüne seriyor. O yaşlar her şeyin derinden hissedildiği, fakat tanık olunan şeyleri anlamlandırmanın, özellikle de yazılı olarak ifade etmenin hiç kolay olmadığı zamanlar.
Yazar, henüz 17 yaşlarındayken birbiri ardınca devam eden seri hikayeler kaleme almış. Bunlardan “Oda” başlığı taşıyan sekiz hikâyenin başına bir şerh düşmüş yayınlamadan önce. “Dost dergisine gönderilen ve orada kaybolan, Oda başlığını taşıyan bir dizi öyküden elde kalan parçaların ilk müsveddeleri…”
Oda hikayelerinde kendisiyle, kadınlarla, hayatın türlü çeşit acısı ve vaadiyle yüzleşen genç bir adam görüyoruz. Aynaya bakan ben bu muyum, soluk, çelimsiz, heyecandan sararmış biri, derken öte yandan hedefsiz kalabalıkları yeren, insanın en insan yanının küçük de olsa bir direniş olduğunu söyleyen bir genç adam. Daha önce bilmediği kederlerle sevinçlerle imtihan olan, bazen katı gerçeklere teslim olup, bazen olağanüstü şeyler olmasını bekleyen biri. Ölümün sıcak davetini de soğuk baskısını da yorumlayabilen genç bir yüreğin hikayeleri diyebiliriz. Sonra hikâye kahramanı hayallerinin peşinden yürüyüp gideceğini hissederken, birden her şeyi veri olarak kabullenen birine dönüşebiliyor, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, bunların gücünün dışında şeyler olduğunu kabulleniveriyordu.
“Oda (7)” hikayesinin ilk müsveddesini ve öykünün kendisini okumak da heyecan verici. Yazar müsveddenin adını “Zor Hikâye” koymuş. Hikâyesini kâğıt üstünde tasarlamaya başlamış. “O üstüne kurşun kalemimle bir sürü işaretler yaptığım, bir sürü kelimeler yazıp tekrar üstlerini çizdiğim beyaz sarı defterler arasından delicesine bana bakıyordu. Birkaç kelimeyle bu işin olup biteceğini sanıyordu. Bense bunun gücümün dışında olduğunu biliyordum. O içinden upuzun ok geçmiş eğri büğrü çizilmiş, ucundan kan damlayan yüreği gösterdi.”
Esas “Oda (7)” hikayesinde ise defterlerin arasından bakan adamın Yakup olduğunu görüyoruz. Müsveddede belirsiz olana dair bir alan açılmış, asıl hikayede ise kahramanı belirginleştirme çabası başlamıştı.
“İçinden upuzun bir ok geçmiş, kenarları dut yaprağı gibi tırtıllı, sivri ucundan damlayan kanın kırmızı kalemle çizilmiş olduğu duyumunu bırakan berbat bir yüreği gösterdi Yakup. O içinden ok geçmiş yüreği, Yakup’un hikayesini yazmak için düşündüğüm sırada can sıkıntısından yapmıştım. O sıralar Yakup görünürlerde yoktu. Onun hikayesinin kolay yazılamayacağına, her kelimesine ayrı ayrı dikkat edilmesi gerektiğine inanıyordum. Dışarıda gördüklerimden hiçbirine benzetemiyordum onu. Evet evet hiçbir şeye benzemiyordu.”
Hikayelerden anlıyoruz ki, yazar, canını yakan şeyleri, daha lise çağlarında bağırmayan edebi bir formda söylemeye başlamıştır. Dünyanın bozuluşunu kadınların çarşafı bırakmasına indirgeyenlere, çocuğunun bezini insanların su içtiği derede yıkayan kadınlara, hakkaniyet için döşenen sulama borularına aldırmadan, boruları kırıp suları bahçesine akıtanlara, köyde büyükbaş hayvan kesenlerin mide bulandırıcı özensizliğine ve daha birçok toplumsal meseleye sözünü söyleyebilmiş edebi yoldan.
“Bayırdere’den Öyküler” hikayesindeki pastoral anlatım, dozunda kullanılan yerel dil, deyimler ve ağızlar son derece etkileyici. “Değirmenci” hikayesinde de üslup zenginliğini gösteren sayıklamalar, iniltiler, canlandırmalar ve geçmişe dönmeler sonraki yetişkinlik hikayelerinde başvurulan ve olgunlaşmış biçimler. “Güllü” ve “Karanlıkta Tanrı” yazarın karşılaştığı işittiği ya da hayalini dolduran kadınların yaşamdaki çeşitli duruşlarını, toplumsal önyargıları, etiketleme biçimlerini ortaya koyduğu hikayeler. “1236 Kilometre” ve “Uzakta” öyküleri de bir gencin aşkın ne olduğunu anlama, sonra inkâr etme çabalarının dışavurumu.
“İlk Hikayeler” yazarın üslup ve konu tercihlerinin kökenine inmek isteyenler için çok iyi bir kaynak. Olgunluk dönemi hikayelerine nelerin rehberlik etmiş olabileceğine dair zengin bir altyapı sunuyor.