Çünkü artık hayatlarımızda ölüm yok. Hayatla ölümün tevhidi bozulmuştur. Memurlaşan modern insana ölüm hiçbir şekilde hatırlatılmamalı, karşısına dahi çıkartılmamalıdır. Ölüm bilincinden ayrı yaşayan insana, ölüm düşüncesinin hayatın bütün katmanlarından dışlayan zihniyete karşı dizi, modern bir hatırlatma yaptı.
Mehmet YETİM

Malumunuzdur ki son günlerde yayınlanan ve başrolünde Ahmet Kural’ın olduğu Gassal dizisi, ülke gündemini epey meşgul etti. Dizide Ahmet Kural’ın oyunculuğunun getirdiği etki bir hayli yüksek. Bu işin hakkından fazlasıyla geldiği açıkça görülüyor. Dizi, TRT’nin Tabii platformunda yayınlandı. Senaristi olan Sümeyye Karaarslan Hanım, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nden mezun olmuş ve ardından da Marmara Üniversitesi’nde Din Psikolojisi alanında yüksek lisans yapmış.
Gelgelelim diziye. Üzerinde konuşulmayı çokça hak ettiği kesin. Dizinin baş kahramanı, gassallık yapan Baki isminde bir genç. Belli ki ismi özenle seçilmiş bir karakter. Sözlükte, “sebat ve devam etmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamındaki bekā kökünden türeyen bir sıfat. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak “gelecekte varlığının sona ermesi düşünülemeyen” anlamına gelir ki bu, “Allah’tan başka her şeyin gelip geçici olduğu” mânasını ifade eden fânînin zıddı.
Dizide isimlendirmelerinden kurgusuna kadar tür olarak kara mizah baskındır. Yönetmen Selçuk Aydemir’in önceki yapımlarından da bu konudaki mahareti bilinmektedir. Kara mizah, toplumsal olarak bazı şeyleri aşmak için pekâlâ kullanılabilir. Evrensel bir insan tepkisi olarak farklı kültürlerde, aşılması güç ve acı verici durumlarla başa çıkmanın bir yolu olarak ortaya çıkan kara mizah, insanlığın ortak bir dili olabilmektedir. İnsanın olduğu yerlerde sorunlar da aşağı yukarı aynıdır; bağlamları farklılaşabilir, ancak en nihayetinde aynı kalır.
Kendi toplumsal dinamiklerini yönetmek bakımından İngiliz kara mizahını bir kenarda tutabiliriz. Bu mizahların kökenlerine baktığımızda, İngiltere’nin sert toplumsal eleştiriler içeren edebiyatına ve tiyatrosuna dayandığı görülür. Bu anlamda gerek sözlü kültürden gerek yazılı kültürden ilhamla bizler de kendimizdekini, bizden olanı ve değerlerimizi kara mizah ile içselleştirebilir ve dahi kendi sorunlarımızın dün gibi tekrarlanmasının önüne geçebiliriz. Bu tür işleri sivilleştirebildiğimiz, özgünleştirebildiğimiz kadar da toplumla daha sağlıklı bağlar kurabiliriz. Aşacağımız, aşabileceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum. Ölüm, ayrılık, aşk, Doğuluk kompleksi, Müslüman görünme kaygısı gibi sayabileceğimiz birçok içkin konuyu böylelikle işleyebiliriz.
Diziye geri dönecek olursak, bir hidayet dizisi olarak abartmayacağımız gibi ölüm bilincini, ölüm gerçeğini herkesin gözleri önüne sermesi bakımından özgün bir deneme olarak yerini aldığını rahatlıkla ifade edebiliriz.
Ölüm, dikkatini yitirmeden dünyanın ve iç dünyamızın ayartıcılarına tam anlamıyla kapılmamıza engel olur. Bunun farkında olarak çarklarını döndürmek isteyen sistem, ölüm düşüncesini hayatın büsbütün dışına atmak için elinden geleni yapıyor. Bunu yapamadığında ise ona alışmamızı ve sıradan bir hadise olarak yorumlamamızı istiyor.
Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü kitabında: “Ne var ki kapitalizmi, bu denli yıkıcı kılan akıldışı büyüme zorlamasını neyin açığa çıkardığı sorusu yanıtsız kalmaktadır. Kapitalizmi kör bir sermaye birikimine zorlayan şey nedir? Burada ölüm gündeme gelir. Kapitalizm ölümün olumsuzlanmasına dayanıyor. Sermaye mutlak bir kayıp olan ölüme karşı biriktirilmektedir. Üretim ve büyüme zorlamasını meydana getiren şey ölümdür” diyen Chul Han, ölüm bilincinin kapitalizmin önündeki en büyük engel olduğunu söyler. Bu çarklar arasına bir çomak gibi giren dizinin hakkını teslim etmemiz gerekir.
Çünkü artık hayatlarımızda ölüm yok. Hayatla ölümün tevhidi bozulmuştur. Memurlaşan modern insana ölüm hiçbir şekilde hatırlatılmamalı, karşısına dahi çıkartılmamalıdır. Ölüm bilincinden ayrı yaşayan insana, ölüm düşüncesinin hayatın bütün katmanlarından dışlayan zihniyete karşı dizi, modern bir hatırlatma yaptı.
Dizinin ölüm sahnelerinde de bir gerçeği görüyoruz. İnsanlar ölümün kendilerinden başkası için olduğuna o kadar kanıksamış ki, ölenin ardından özneyi hiçbir zaman kendisi yapmıyor, yapmıyoruz. Esasında yapayalnız hesap verecek olan insan için dünyayı ve kendini algılama biçimi, bir mümin olma haysiyeti içermiyor artık. Lacan’ın bahsettiği ”yasın kıskançlığı” teriminde de görüleceği üzere, modern insan kaybın “gerçek yasını” bir kenara bırakarak, ”yasın gösterişi” için yarışıyor. Bu anlamda nesneleşmiş, memurlaşmış bir insan var artık.
Dizide absürt komedilerde göreceğimiz türden sahneler geçiyor. Cenaze sahnelerinden anlaşılacağı üzere, dini bir kaygı, bir öte dünya hissiyatı, hesap verme ve mevtanın ulaşacağı ahiret hayatından çok, kültürel olan seremoniler yer alıyor. Dizi, modern insanın yaptığı gibi kendisini toplumsal olarak konumlandırdığı figüranlığını absürt bir şekilde yapıyor. Yönetmen, ölünün son yolculuğuna giderken, dünya hayatındaki hikâyesine ortaklık edenlerin “elalemin ne diyeceği” kaygısından dolayı, hayatlarımızın kanıksanmış absürtlüklerini kara mizah ile gösteriyor. Ölüm ve ölüye bakış, gayet halkçı ve biraz da oturmayan dünyevi bir gözle ele alınıyor. Adeta önemli olanın ölüm sonrası olmadığı, herkesin rolü ve elalemin ne dediğine göre şekillenen formların önemli olduğu işleniyor. Dizinin dışarıdan denildiği gibi dindar yönünün ağır bastığını söylemek zannımca hatalı olur. Sadece, ne kadar kaçsak da farklı döngülerle insanın gerçekliğini gözler önüne seriyor.
“Hepimiz ölecek yaştayız.”
Birilerimizin de en kıymetlilerini bulan ölüm, soluk kesiyor. Kendi gassalinin ölümünü gören Baki, Ahmet’in çocuklarının en sevdiği, ciğerpareleri olan kuşun ölümü ve Baki için en önemli, onu hayatta en çok düşünen Neslihan ve Ahmet çiftinin ölümü her şeyi sessizleştiriyor.
Dizinin başkarakterine gelecek olursak;
“Kabul et beni ey sevgi ve merhamet dolu Ölüm; anne öpücüğü tatmayan, kardeş yanağı dokunmayan, bir annenin öpücüğünü tatmayan dudaklarıma dudaklarınla dokun. Gel ey sevgili Ölüm, gel ve al beni.” (Şairin Ölümü Hayatıdır – Halil Cibran)
Gassal Baki, “annem yoksa ben de yokum” diyerek pesimistliğin içinde yüzen bir adam. Her duruma karşın hazırcevap olması, yersiz çıkışları ve köşeli sitemleri aslında kocaman bir yalnızlığın içinde olmasıyla bir o kadar da sevgisiz hissetmesiyle alakalı. Yüz hatlarına kadar sinmiş, sesinde dahi tezahür eden acı bir yalnızlığı yaşadığını herkesin yeterince hissettiğini düşünüyorum. Ruhu bir yerde asılı kalmış, onun varlığını, neşesini arayıp duruyor gibi. Tam da diziden bahsederken aklıma geldi, bu yıl TDK tarafından 2024 yılının kelimesi olarak “kalabalık yalnız” kelimesi seçilmişti. Tevafuk ya. Zaten modern insanlar olarak hepimizde temayüz eden bir gerçeklik artık yalnızlığımız.
Buraya kadar dizinin kısmen felsefi yönü ve muhtevasına giydirilmiş kavramları gördük. Şimdi ise yapımın senaryo ve işleyişine bir bakalım.
Cahit Zarifoğlu’nun Anlamını Arayan İnsan kitabını okuyan Baki, bu depresifliğin içinde kendince bir anlam arar. Daima onun iyiliğini düşünen dostları Neslihan-Ahmet çiftinin tavsiyeleriyle evlenmek için arayışlarda bulunur. Baki, içindeki bu derin yaradan kurtulmanın yollarını arayıp durur.
Baki’nin evlenmek niyetiyle görücü gittiği kızın annesiyle bir karşılaşmasında “Ölü yakınları daha çok pişmandırlar, meftayla daha çok konuşmadıkları, daha çok görüşmedikleri ve daha çok onları mutlu edemedikleri için” sözleri ibretliktir. Burası bence çok önemli. Bireyselleşmenin dramatik bir şekilde arttığı bu zamanda hepimiz çabuk yoruluyor, hayata karşı hemen zayıf düşüyoruz. Cennete nereden yakınsak orada bulunmamız icap ediyor. Dostlarımızın, kardeşlerimizin yanında olmadan, onların sıkıntılarını dinlemeden bu dünyayla başa çıkabileceğimizi çok düşünmüyorum. En az günah işlediğimiz zamanlar dahi Müslümanlarla beraber olduğumuz, salih dostlarımızla geçirdiğimiz, kendimizi yoğurduğumuz bir hayatta vuku buluyor.
En son, 1 Ocak sabahı Galata’da yürüyüş yaparken bir arkadaşım, meydanda dağıtılan aperatif şeylerden almamız gerektiğini, Müslümanların yediği/içtiği ikramları yememiz gerektiğini tavsiye etmişti. Şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim. Bu yaklaşım, gönül olarak bizi birliyordu. Böyle dostların varlığı bizler için şükür sebebi. Gassal Baki de galiba hayatında onu düşünen, dert edinen Neslihan-Ahmet çiftinin ölümüyle en yıkıcı olayını yaşamıştır. Bir nebze olsun onların varlığı yüreğini rahatlıyor. Bakalım şimdiye kadar bebeklere dokunmayan Baki, sürekli soğukluk içinde yüzdüğü hayattan bebeğin sıcacık ve taze hayat kokan tenine temasıyla bazı şeyleri aşacak mıdır?
Diziyi izledikten sonra ve bu soruyu sorarken Hüseyin Etil’in “Hüzünden Eylem Çıkar mı?” adlı uzunca yazısını tekrar okumak istedim.
“Acı ile kimlik arasındaki özdeşlik parçalanmadığı takdirde 20. yüzyılımız da öncekine fazla benzeyecektir. Büyük atılım, büyük keşifler, büyük tutkular, büyük siyasetler adına sökülüp atılması gereken, ağırlık vererek paramparça edilmesi gereken özdeşlik, kimliğin acılı kurulumudur. Güneşli yirmilerden acılı otuzlara artık varmak istemiyorsak, güneşli günler görmek, sabahın erken saatlerinde büyük bir coşkuyla uyanmak niyetinde isek güneşli yirmiler acılı otuzlar döngüsünü kırmak zorundayız. Aksi halde edebiyat, sanat, müzik, siyaset, düşünce her alanda yükseliş ve kabarış anlatılarına hiçbir şekilde varamaz, marazi bir duyarlılıkla geleceğimizi geçmişimize benzetiriz. Yeni bir iklim oluşturmak mecburiyetindeyiz.”
Bu konuyu konuşmamız gerektiğine inanıyorum. Etil’in bahsettiği gibi, ‘dünyaya müdahale yeteneğini yitirmiş insan tipi’ yaygınlaşmakta. Bu, üzerinde uzunca durulması ve düşünülmesi gereken bir konu olarak duruyor. Ele aldığımız, dokunduğumuz her meseleyi cevhere değil, hüzne çeviriyoruz. Bakalım, Gassal Baki hüzünlü, sitemkâr, güçsüz, umutsuz, yetersiz, iradesiz, pasif ve miskin bir ruh halinden çıkabilecek mi?