Vahdettin Işık ile Özel Söyleşi: Filistin Davası Bir Toprak Meselesi Değil –I-

İslam dünyasının kanayan yarası haline gelen Filistin meselesi, sadece bölgesel değil, küresel bir vicdan sorunu olmayı sürdürüyor. Özellikle son yıllarda artan çatışmalar, sivil ölümleri ve uluslararası tepkiler, bu sorunun daha geniş kitlelerce yeniden sorgulanmasına neden oldu. Tarihsel arka planı, uluslararası hukuk boyutları ve sosyopolitik etkileriyle Filistin meselesi, akademik dünyada da yoğun ilgi odağında.

Bu çerçevede, konuya derinlemesine bakmak ve olayları daha geniş bir perspektiften değerlendirmek üzere, İbn Haldun Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahdettin Işık ile bir araya geldik. Hem tarihi köklerine hem de güncel gelişmelere ışık tutan bu söyleşide, Filistin meselesinin arka planını ve geleceğe dair olasılıkları konuştuk.

Söyleşinin devamı ilerleyen sayılarda yer alacaktır.

İstifadenize.

Röportaj: Dr. Nour ALHİLA

S: Hocam, genel olarak Filistin meselesi Müslümanlar için ne ifade ediyor? Özellikle Türkiye ve Türk halkı açısından bakıldığında, bu davanın taşıdığı anlam nedir?  

C: Filistin meselesi, aslında İslam ümmetinin 19. yüzyıldan itibaren Avrupa karşısında yaşadığı yenilgilerin ve sömürgecilik dalgasının bir sonucudur. Bu yönüyle sadece bölgesel değil, tarihsel ve küresel olan büyük bir mesele ile karşı karşıyayız.  Avrupa’nın dünya üzerinde kurduğu hegemonyanın ve küresel bir iktidar odağı haline gelmesinin arka planında bizim geri çekilişimiz, yani ümmetin siyasi ve askeri anlamda güç kaybetmesi yatıyor. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında bu mesele daha da derinleşti. Emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak amacıyla bölgede “İsrail” adıyla bir operasyon üssü kurması, Filistin meselesini bugünkü kriz boyutuna taşıdı. Siyonist İsrail’in kurulmasıyla birlikte bölgenin kontrol altına alınması hedeflenmişti ve bu süreç hâlâ devam ediyor. Çoğunlukla Müslüman dünyada, Filistin meselesi bir Yahudi meselesi olarak görülüyor. Açıkçası ben meseleyi öyle görmüyorum. Bana göre bu, emperyalizmin bölgeyi kontrol altında tutmaya yönelik olarak oluşturduğu siyasetin somut bir tezahürü. Bu coğrafya, Batı’nın operasyon üssü konumundadır; başka bir ifadeyle emperyalizmin operasyon üssüdür.  Ama bunu yaparken, emperyalizm, çok yönlü bir siyaset izlemektedir. Amacını gerçekleştirmek için gerektiğinde Yahudilerin de başka inanç gruplarının da motivasyonunu kullanabiliyor. Filistin meselesinde de Yahudilerin bu kapsamda araçsallaştırıldığını düşünüyorum. Filistin meselesi, aslında bizim son iki asırdaki yenilgimizin bölgede ete kemiğe bürünmüş bir numunesidir. Zira aynı dönemde bölgedeki diğer Müslüman topluluklar Batıyla şu ya da bu şekilde uyum göstererek- her ne kadar çeşitli mücadeleler vermiş olsalar da -bağımsızlıklarını elde ettiler. Filistin coğrafyasında ise durum farklı gelişti. Batı bu bölgeyi kontrol altında tutmak amacıyla, özel bir proje olarak burada siyonist bir devlet kurdu. Ne yazık ki bu süreçte bölgedeki Müslümanlar, İslam dünyasının genel anlamda parçalanmışlığı ve dağınıklığı sebebiyle yalnız bırakıldılar. Bu sebeple de Filistin halkı kendi başlarına mücadelelerini sürdürmek zorunda kaldılar. Her ne kadar Müslümanlar fert fert veya küçük kurumlar halinde Filistin’i desteklese de bütün bir İttihad-ı İslam siyasetini ortaya koyamamalarından dolayı Filistin meselesi sürekli kanayan bir yaraya dönüştü.  Ben Filistin meselesinin sürekli gündemimizi meşgul etmesinin Batı’nın işine geldiğini düşünüyorum. Çünkü bu mesele bizi sürekli meşgul eden, ne çözebildiğimiz ne de vazgeçebildiğimiz bir mesele haline geldi.  Şöyle ifade edeyim; biz kendi başımıza, kendi mecramızda işlerimizi yaparken, kendi stratejimizi uygulamaya çalışırken, Siyonist İsrail Filistin’e saldırıyor ve bir anda bizim gündemimiz, ilgimiz, enerjimiz dağılıyor. Son bir buçuk yıldır yaşananlar buna örnek teşkil ediyor. Gözlemlerime göre Müslümanlar -ben kendim de dahil olmak üzere- kendi işlerini düzenli bir şekilde yapamaz hale geliyoruz. Neden? Çünkü zihinlerimiz ve kalplerimizin önemli bir bölümü Filistin meselesiyle/Gazze meselesiyle meşgul durumda. Bu da doğal olarak hem bireysel anlamda hem de kollektif düzlemde üretkenliğimizi, odaklanmamızı ve istikrarımızı olumsuz bir şekilde etkiliyor. Örneğin bir program yapmamız gerekiyor, bir toplantı düzenlememiz gerekiyor, bir protestoya katılmamız gerekiyor, bir yardım organizasyonu oluşturmamız gerekiyor. Bunların tamamı Filistin meselesine dair bizlere düşen vazifeler ve sorumluluklar arasında yer alıyor. Bana göre, Filistin meselesi çözülmeden bizim kendi işlerimizi kendi önceliklerimize göre sağlıklı bir şekilde yürütmemiz pek mümkün olmayacak. Çünkü Filistin meselesi sadece bir memleket meselesi değil. Kanaatimce Filistin’de yaşanan sorun, ümmetin tümünü ilgilendiren bir sorundur.  Bunu şöyle bir benzetmeyle ifade edebilirim: Bir adamın boğazına bir şey kaçtığını düşünün, bedeni sağlıklı da olsa hasta da olsa o şeyi oradan çıkarmadan nefes alamaz. Bence Filistin meselesi de İslam ümmeti olarak bizim boğazımıza takılmış bu şey gibidir. Biz onu oradan çıkarmadıkça, o Siyonizm’i oradan temizlemedikçe onlar; İslam ümmetinin enerjisini sürekli olarak ve istedikleri zaman manipüle ettikleri bir operasyon üssü olarak bizi meşgul etmeye devam edecektir. Ben Filistin’i bölgesel bir mesele olarak görmüyorum. Aksine, onu küresel emperyalizmin İslam ümmetine yönelik operasyonlarının en önemli başlıklarından birisi olarak görüyorum. O yüzden Filistin meselesi sadece milliyetçilik çerçevesinde ele alınacak bir mesele değildir; sadece Arapların sorunu da değildir.  Bu mesele çözülmeden ne Türkiye’nin ne Arap dünyasının ne de genel anlamda İslam dünyasının, emperyalizmin bölgedeki operasyon kapasitesini durdurabilmesi mümkün olacaktır.

S: Filistin meselesi bağlamında Türkiye’nin duruşu sizce ne ifade ediyor? Özellikle Arap dünyasının Gazze’ye verdiği destekle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin Gazze ve genel olarak Filistin ile kurduğu ilişkinin farklılaştığı görülüyor. Sizce Türkiye’nin Filistin’e atfettiği bu özel anlamın kaynağı nedir?

C: Türkiye açısından bakıldığında ilk bakışta göze çarpan oldukça olumlu bir durum var. Türkiye’de başka konularda birbiriyle ihtilaflı olan gruplar bile söz konusu Filistin meselesi olduğunda büyük oranda ortaklaşabiliyor. Ancak bu ortaklaşmanın ne yazık ki büyük oranda hissiyata dayandığını düşünüyorum. Yani bu birliktelik, kitleler düzeyinde akılcı bir siyaset ya da stratejik bir plan üzerine kurulu değil.

İlgi çekici olan şudur ki Türkiye’de İslami gelenekle bağı zayıf olan kesimler dahi Filistin meselesine karşı genel olarak hassastırlar. Bunun arkasındaki en önemli sebeplerden biri tarihsel olarak yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada birlikte yaşamış olmamızdır. Türkiye toplumu, her ne kadar bugün küçülmüş bir devlet yapısına sahip olsa da imparatorluk geleneğinden gelen bir halk olarak hâlâ güçlü bir tarihsel hafızaya sahiptir. Bu, toplumun ortak vicdanında yaşayan bir bilinçtir.

Kendi çocukluğumdan örnek verecek olursam, hiçbir zaman Şam’ı başka bir ülkenin toprağı olarak görmedim. Şam her zaman bizim kendi memleketimizdi.  Aynı şekilde Bakü, Batum, Bosna ve elbette Filistin daima bizimdi! Rahmetli babam 1969’da hacca gittiğinde Şam’dan/Dımeşk’ten bir palto alıp getirmişti. O zamanlar tabii bu kadar birbirimizi tanımıyorduk. Ulaşım ve iletişim imkânları da bugünkü kadar gelişmiş değildi, bu sebeple gidip gelemiyorduk. İmkanlarımızın olmamasının yanı sıra devletlerin sınırları da daha katıydı.  Ona rağmen aynı yere ait hissediyorduk kendimizi.  Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Arap soyundan olması sebebiyle Şam’dan gelen bir kıyafet bile bizim için adeta mübarek bir hatıra gibiydi. Bu duygu, imparatorluk geleneğinin ve İttihad-ı İslam fikrinin toplumda bıraktığı güçlü tarihsel tecrübe ve bilinçten kaynaklanıyordu.

 Devlet açısından bakıldığında ise bu hissiyata ve inanca sahip Müslümanlar devlet kademelerinde yer almaya başladıkça bu durum devletin siyasetini de etkilemeye başladı. Bugün Türkiye’nin en önemli iddialarından birisi şudur: “Batı hegemonyasının küresel ölçekte sömürü düzenini engellemeden hiçbirimiz bağımsızlaşamayacağız”. Bu artık net bir şekilde görülüyor.  Yine Cumhurbaşkanı’nın da ifade ettiği gibi, Gazzeli Müslümanlar sadece Gazze’yi savunmuyorlar aslında. Çünkü emperyalizm, Filistin coğrafyasında amacına ulaşırsa orada durmayacağı açıkça biliniyor.  Gazze’yi savunmak, bir yandan itikadî olarak bizim Müslüman kardeşlik hukukumuzun ve ümmet bilincimizin bir gereğidir. Öte yandan bu, imparatorluk bakiyesinde varlığını sürdüren kollektif hafızamızdan gelen duyarlılığın gerektirdiği bir durumdur. Ayrıca da devlet stratejik olarak, Siyonizm’in sadece Filistinliler için değil hepimiz için bir tehdit olduğunun farkındadır.   Bu da meseleyi yalnızca itikadî ya da duygusal değil aynı zamanda son derece pratik ve stratejik bir zemine yerleştiriyor. Dolayısıyla bir devlet yöneticisinin “iyi bir Müslüman” olmasa dahi kendi memleketinin çıkarlarını düşünen bir siyasetçi olması halinde meseleyi böyle görmesi tabiidir.

Bütün bu sebeplerle Filistin meselesine sahip çıkmanın Türkiye açısından çok yönlü bir mesele olduğunu düşünüyorum. Filistin meselesine gösterdiği ilgi açısından Türkiye’deki protestoların, gösterilerin belki dışarıdan bakıldığında dünyanın başka yerlerindeki kadar büyük olmadığı yönünde bir kanaat oluşabilir.  Ancak bu, Türkiye insanının meseleye karşı hassas olmadığı ile ilgili değildir. Aksine Türkiye insanının itiraz ve destek biçimlerinin Avrupalı insanlara kıyasla daha farklı olması sebebiyledir. Nitekim Türkiye’de Siyonizm’in ve Amerika’nın memleketin en büyük düşmanı olduğuna dair tasavvur yeni değil; bu, Gazze meselesinden de önce hâsıl olan çok eski bir tasavvurdur. Örneğin bundan 30 sene önceye kadar yapılan kamuoyu yoklamalarında Amerika düşmanlığının, karşıtlığının, muhalifliğinin ve siyonizm muhalifliğinin en yüksek olduğu ülke Türkiye çıkıyordu. Çünkü burada tarihi bir bilinç vardır: Bu coğrafyada onlar ancak bizi parçalayarak, ülkemizi işgal ederek buralarda bu güçleri inşa edebildiler ve bu Siyonist devleti kurabildiler. Dolayısıyla Türkiye’deki Filistinlilerin desteklenmesi, Siyonistlere ve arkasındaki güçlere olan karşıtlık sadece güncel politik bir tepki değil derin bir tarihi ve siyasi farkındalığın da ürünü olarak görülmelidir.

S: Gazze deyince sizin aklınıza ne geliyor hocam?

C: Gazze deyince benim aklıma önce, yukarıda da ifade ettiğim gibi, ilk olarak bizim parçalanmışlığımızın/ yenilmişliğimizin/ birbirimize sahip çıkamaz hale gelişimizin/ bu bölünmüşlüğün doğurduğu bir tıkanma geliyor. İkinci olarak da şunu ifade edeyim: Bizler kitaplarda okuduğumuz, sahabe dönemine veya erken dönem Müslümanlara ait örnek müslüman anlatılarıyla büyüdük.  Kendini bütünüyle Allah’a adamış, cesareti, dayanışmayı, şehadeti bir yaşam biçimine dönüştürmüş, Allah’a karşı tevekkül ve teslimiyetle hayatını şekillendiren bir şahsiyetti örnek aldığımız müslümanlar. İşte bizim kitaplarda okuduğumuz ama artık bugünkü dünyada pek görmediğimiz o Müslüman şahsiyetin, Filistin davası etrafında şekillenen   mücadele kültürünün ete kemiğe bürünmüş bir haliyle yeniden ortaya çıktığını gördük. Kendi Müslümanlığımızdan mahcubiyet duyacak kadar güzel insanlarla tekrar karşılaştık. Örneğin, orada belki ümmi bir hanımın -eşini ve çocuklarını kaybetmiş olmasına rağmen- Allah’a olan sarsılmaz teslimiyetini, bu acı karşısında pişmanlık duymaksızın sergilediği o tevekkül halini, o sabrı görmek çok derin bir etki bıraktı hepimizde.  Ben inanıyorum ki, bu sadece Müslümanlar için değil Müslüman olmayan dünya için de “Müslümanlık nasıl bir şeydir?” sorusuna dair yeni bir vizyon ve yeni bir umut ortaya koydu. Bir avuç Müslümanın, bütün imkânsızlıklara rağmen dünyanın en gelişmiş imkânlarına sahip bir düşmana karşı verdiği mücadele bize şunu göstermiş oldu: Başka bir insan ve başka bir hayat mümkünmüş. Ve bu, yalnızca maddi imkânlarla elde edilen bir şey değilmiş. “İman varsa imkân da vardır” sözünü yıllardır duyuyorduk fakat bu şuuru en somut ve etkileyici bir şekilde Gazze’de müşahede ettik. Artık sadece duymakla kalmadık; bizzat gördük, yaşadık.  

Bu tecrübe benim hayatımda da bir kırılma noktası oldu. Kendimce şöyle bir karar aldım: Bu saatten sonra, yani Gazze’deki bu meseleyi yaşadıktan sonra işini ciddiyetle, hakkıyla yapmayan insanlarla asla samimi bir yakınlık kurmayacağım. Çünkü ne iş yapıyorsa yapsın işini iyi yapmayan her insan, aslında İslam dünyasının bu emperyalist siyasete karşı zayıflığını/ çaresizliğini devam ettirmesine sebep oluyor demektir. Kanaatimce Gazze’deki Müslümanların yalnız kalmasının sebebi bir anlamda da bizim işimizi yeterince iyi yapmıyor olmamızdır, güçsüzlüğümüzdür.

Eğer Gazze’deki Müslüman kardeşlerimizin elinde daha fazla imkân olsaydı ya da biz Türkiye, Mısır, İran ve diğer  ülkeler daha güçlü olsaydık; daha ahlaki, İslami bir siyasetimiz olsaydı Gazze bu kadar yalnız kalmazdı. İttihad-ı İslam siyasetinin ne kadar vazgeçilmez bir siyaset olduğunu bizim yeniden ilmi ve pratik temellere dayalı olarak işlememiz gerektiğini Gazze bize tekrar hatırlattı. Gazze tecrübesi bu düşüncenin bir hülya değil; aksine ilmi temellere ve pratik zemine dayandırılması gereken, son derece gerçek ve acil bir ihtiyaç olduğunu ortaya koydu.

Ben zaten bir süredir İttihad-ı İslam dersleri veriyor ve bu konuyla alakalı risaleleri okutuyordum. Fakat yer yer bu konuyu anlatmakta zorlanıyordum. Şimdi Gazze örneği bize açıkça şunu gösterdi: Biz ittihadı bir siyaset haline getirmediğimiz sürece hepimiz teker teker zayıf ve güçsüz kalıyoruz/kalacağız. Hal böyle olunca Gazze’deki o yiğit, o şerefli insanlar öldürülmeye devam edilecek ve biz burada sadece üzülmekle yetineceğiz.

Oradaki insanların adanmışlığı, teslimiyeti, tevekkülü ve mücadele azmi bize şunu gösterdi: Eğer bu azim ve teslimiyet, burada İslam’ı hayatın merkezine alacak bir ahlaka dönüşebilirse İslam ümmetinin kurtuluşu için elimizde sanılandan çok daha büyük imkânlar var.

S: Gazze olaylarından en çok hangisi sizi etkiledi? Direniş olaylarından ya da oradaki olaylardan olabilir.

C: Oradaki beni en çok etkileyen şey kadınların tutumu oldu.

S: Ben hep ’Gazze’de kadın olmak’, konusunu anlatıyorum.

C: Evet, özellikle kadınların o kararlılığı, teslimiyeti beni çok derinden etkiledi.  Maddi imkânlar açısından son derece güçsüz bir durumda olmalarına rağmen, “Bizi bu maceraya niye sürüklediniz, vazgeçelim” demiyorlar tam tersine, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, hasbunallahu ve ni’mel vekîl” diyerek kararsızlık gösterenleri, ağlayanları, şikâyet edenleri, yakınanları, teskin eden ve onları mukavemete çağıran kadınları gördük. Bu manzaralar karşısında, burada bu kadar imkâna sahip olmama rağmen daha fazlasını yapamamış olmanın mahcubiyetini çok derin bir şekilde hissettim. Kadınların bu tutumu beni gerçekten çok etkiledi.

 İkinci olarak beni etkileyen husus da şuydu: Orada yaşanan mücadele artık şahsi bir çabanın ötesine geçmiş ve toplumsal bir ahlaka dönüşmüş durumda. Bunu çocuklarda bile görüyorsunuz. Yıkıntıların ortasında dahi zafer işaretleri yapan çocuklar var.  Üstelik hareketin liderleri peş peşe şehit ediliyor. Normal şartlarda bir hareketin lideri öldürüldüğünde o hareketin güç kaybetmesi beklenir. Ama örneğin İsmail Heniye şehit edildiğinde, yerine Yahya Sinvar geldi; Yahya Sinvar da şehit edildiğinde, yeni bir motivasyon doğdu onlar için.  Yahya Sinvar’ın şehit edildiği o an aslında bir acziyet olarak da okunabilirdi, tam tersine oradan yeni bir motivasyon ürettiler insanlar. Demek ki bu sadece bir ferdin peşinden gidilerek oluşturulmuş bir yapı değil, toplumsal ahlaka dönüştürülmüş ve kökleşmiş bir bilinç ve bu bilincin dayandığı bir inanç var.

Ben derslerimde hep şu örneği veriyorum: İnsanlar bugün Gazze’ye baktıklarında moralleri bozuluyor, umutsuzluğa kapılabiliyorlar. Fakat ben öyle görmüyorum. Diyorum ki yüz yıl önce bütün Osmanlı coğrafyası Gazze gibiydi.  Gerçekten de öyleydi.  Osmanlı haritasına   baktığınızda yedi cephede savaşan, tıpkı Gazze gibi dört bir yanı kuşatılmış bir hal görürsünüz. Ve Osmanlı, İslam ümmetinin ana gövdesiydi.

Bugün Gazze’de bütün imkânsızlıklara rağmen gösterilen direniş bana şunu gösteriyor: Bu ilanihaye sürecek bir durum değil. Buradaki Müslümanların da şuurlarını, imkânlarını ve stratejilerini yeniden gözden geçirmelerine vesile olacak bir süreç yaşanıyor.

Aynı zamanda bu, Müslüman olmayan dünyada da inanılmaz bir vicdan hareketine dönüştü. Aslında bu, küresel emperyalist siyaset karşısında insanlığın fıtri vicdanını harekete geçiren bir şey oldu. Yüzlerce âlimin, binlerce kurumun akademik   çevrelerin ortaya koyduğu tüm çabaların ötesinde, oradaki insanların onurlu duruşları dünyaya şu soruyu sordurdu: Müslüman olmak ne demektir? Şerefli, izzetli bir hayat nasıl yaşanır? Bu da bize gösterdi ki doğru ve salih bir amel, çok fazla sözden daha etkili olabiliyormuş.

S: Bizim sosyal hayatımızın nasıl etkilenmesi gerekiyor bu olaylardan? Siz Sosyoloji alanında çalışan biri olarak toplumumuzun bu olaylardan gerçekten etkilendiğini düşünüyor musunuz? Sosyal yapımızda ya da gündelik yaşam pratiklerimizde gözle görülür bir değişim var mı?

C: Toplumumuz gerçekten Gazze meselesinden etkilendi. Türkiye toplumu genel olarak temenniyle hareket eden bir yapıya sahiptir. Bu sebeple tepkiler her zaman görünür bir şekilde ortaya çıkmayabilir.  Ancak ben, özellikle çocuklarımızda dahi bu etkinin izini görüyorum. Kendi çocuklarımıza bazı şeyler anlatmakta zorlanırken, Gazze meselesi o çocuklarımızın şuurlarını ve ilgilerini canlandırdı.  Anlattığımız meselelerin tarihte kalmış olaylar değil bugün halen yaşanan gerçekler olduğunu fark etmelerine vesile oldu. Dün örnek verdiğimiz Müslüman kimliğin bugün de   yeniden mümkün olabileceğini gösterdi.

 Aynı zamanda bu süreç Müslümanlar arasındaki pek çok ihtilafı aşarak ortak hareket edebilme ve yeni ilişki imkânları oluşturma potansiyelini de ortaya çıkardı. Mesela bir protesto ya da bir destek gösterisinde bir araya gelen insanlar günlük hayatta birbiriyle yan yana gelmeyecek, hatta aralarında kırgınlık ya da anlaşmazlık bulunan bireylerdi. Tıpkı camideki saf düzeni gibi; normalde birbirinden uzak duran insanlar aynı ideal etrafında bir araya gelebildiler. Gazze meselesi bu anlamda toplumsal olarak toparlayıcı, dayanışma ve yardımlaşma bilincini yeniden uyandıran bir rol oynadı. Üstelik bu bilinç sadece duygusal düzeyde kalmadı. İnsanlar iktisadi olarak zorluk yaşamalarına rağmen, zengin olmamalarına rağmen maaşlarını bağışladılar, vermeye de devam ediyorlar. Çocuklar harçlıklarını biriktirip bu uğurda harcadılar.  Oysa burası konfora alışmış, tüketime yatkın bir toplum. Bu yönüyle bakıldığında toplumun, aralarındaki ihtilaflara rağmen, kendini aşan daha büyük bir ideal etrafında birleşebileceğinin farkına vardığını bu süreçte açıkça gördük.

Bana göre bu süreç, özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz için, çok büyük bir uyarıcı oldu. Zira Türkiye’de son yıllarda gençlerin İslami bir ahlak edinmelerine imkân sağlayan toplumsal zeminlerde bir zayıflama yaşanıyordu. Bunu toplumsal bir gözlem olarak söylüyorum. Elbette bireysel anlamda iyi niyetli ve donanımlı gençler var. Ancak cemaat yapıları, mahfilleri zayıflamıştı. Gazze meselesi ise bu çocukların motivasyonunu yeniden canlandırıp güçlendirdi.  Üniversite ortamlarında bunun çok somut örneklerini gözlemliyoruz. Sürekli bir şeyler yapılıyor ve üstelik bu faaliyetler sadece bir cemaate bir gruba ait değil farklı görüşten gençleri bir araya getiren, buluşturan ortak bilinç ve dayanışma duygusu üreten imkânlar oluşturuyor. Bu da yeni imkanlar oluşturma, yeni stratejiler geliştirme ve bu uğurda fedakârlık yapma şuuru oluşturdu.

Ayrıca bu süreçte şöyle bir farkındalık da gelişti: Kendi memleketimizi güçlendirmemiz gerekiyor. Çünkü insanlar “Eğer Türkiye daha güçlü olsaydı bu yaşanmazdı!” demeye başladı. Bu düşünce sadece kendi ülkemiz için değil, genel olarak mazlum coğrafyalar için de geçerli bir sorumluluk bilincini beraberinde getirdi. Dolayısıyla kendi devletimizin kıymetini bilmek ve onu güçlendirmek gerektiği yönünde bir toplumsal şuurlanma oluştu.

Ben ayrıca bu sürecin, “apolitik dindar gençlik” profilini de etkilediğini düşünüyorum.   Gençlerin yeniden siyasetin ve toplumsal sorumluluğun ne kadar önemli olduğunu fark etmelerine, memleketlerinin geleceğine sahip çıkmaları gerektiğine dair bir bilinç geliştirmelerine katkı sağladı. Şahsen ben böyle bir dönüşümün yaşandığını gözlemliyorum.