Gazâlî’nin tasavvuf ilmini farz-ı ayın ilimlerden saymasının sebebi de budur. Kalbinde olup bitenden haberi olmayan bir kimse her ne kadar yapıp ettikleri ve söyledikleri fıkha ve akaid ilmine zâhirde uygun olsa bile, eğer niyeti halis değilse yani bu amelleri sadece rıza-yı Bâri için değil de riya veya başka bir dünyevî menfaat için yapıyorsa hadisi şerifte buyurulduğu gibi o zâhiren ibadet gibi görünen ameller paçavra gibi o kişinin suratına çarpılır.
Mülayim Sadık Kul

Bir önceki yazımızda Gazâlî’nin tasavvuf anlayışını özellikle şehadet ve tevhîd kavramları üzerinden anlamaya ve anlatmaya çalışmıştık. Dinin temeli olan tevhîd ile tasavvuf arasında kurulan bu köprü aynı zamanda onun din anlayışının irfanî boyutunu da ortaya koymaktadır. Ona göre tasavvuf, özde bir fark olmadan dinin, iman ve İslam boyutlarıyla zâhiren talep ettiklerinin iç tecrübeyle gönül planında zevk ve ihsan makâmında yaşanabilmesidir. Ahmet Akın Çığman Hocamın ifadesiyle, “İman’ın gönülde aşka dönüşmesi”dir.
Dolayısıyla Gazâlî, Cibril hadisi çerçevesinde ihsan makâmıyla diğer iman ve İslam boyutları arasında kurulan bir bütünlükten bahseder. Bu da hem onun hem de sünnî ulemânın ekseriyetinin şeriat merkezli tasavvuf anlayışını ifade eder. Gazâlî bu anlayış özelinde İslam geleneğinin en temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e vurgu yaparak, ilim ehlinin itiraz edebileceği açık bir kapı bırakmamıştır. Bu da İslam’ın temel kaynaklarına dayanan bir tasavvuf anlayışını sadece belli bir zümre arasında mütedavil bir öğreti olarak kalmayıp, ulemâ arasında da yayılarak sünnî ilim geleneğinin temel vasıflarından birisi haline getirmiştir.
Elbette İhyâ başta olmak üzere bu konuda pek çok eser vermiş bir allâmenin düşündüklerini bir makale kapsamında anlatmak kolay değil. Buna rağmen “mâ lâ yudraku küllüh velâ yutraku cüllüh/küllüh” kelam-ı kibarıyla da ifadesini bulan “Tamamı elde edilemeyenin, tamamından da vazgeçilmez” düsturuyla hareket ederek bu ölçünün müsaade ettiği kadar salih bir amel niyazıyla gerçekleştirmeye gayret edeceğiz. Elbette bu konularda daha fazla bilgi arzu edenler için hem İslam Ansiklopedisi hem de İSAM ve diğer İlahiyat çevrelerinin sunduğu yüzlerce çalışma bize ve ilim taliplilerine enfes ve doyurucu imkânlar sunmaktadır.
“Marifet iltifata tabidir” sözü, hem bu fakir hem de diğer tüm ilim âşıkları için önemli bir ölçü olmakla birlikte Gazâlî’nin İhyâ’sının ilk bahsi olan ilim babında hadis olarak zikrettiği bir hikmet, gönüllerimize inşirah/ferahlık sunmaktadır. Elbette bu hadisin zayıflığı etrafında yapılan tartışmaların farkında olarak Gazâlî’nin yine de zikretmekte beis görmemesi, ilim yolunda teşvik için yeterli bir sebep olsa gerektir:
“Şayet siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir.”
Gazâlî’nin din ve dindarlık bağlamında bilgi ve amel, teori ve pratik arasında kurduğu ilişkiyi bundan daha güzel anlatan başka hangi ifade olabilir? Bu sadece bir durum tespiti değil, bunun ötesinde bir müjdedir. Merhamet vasfının, varlık adına ne varsa hepsini kuşattığını haber veren Zül-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleri, Merhamet Elçisi’nin dilinden, başka birçok hadisin de müjdelediği, bir rahmet ve nimeti haber vermektedir.
Sen bildiğinle, bildiğin kadarıyla amel edersen, Allah sana bilmediklerini öğrenme imkânı vereceğini müjdelemektedir. Allah bildiğiyle amel etme gayretinde olan kuluna, dünya ve ahiret saadetini kazandıracak gerekli bilgileri öğrenme garantisi vermektedir. Tüm sebeplerin yaratıcısı, müsebbibü’l-esbâb olan Allah bunu kendi sorumluluğuna alarak bu manada kişiye sağlanabilecek en büyük imkân ve kaynağı sunmaktadır. Dolayısıyla bu müjde sadece kesbî olan nazarî ilimle sınırlı olmayıp vehbî olan ledünnî ilmi de kapsamaktadır. Yeter ki kulun kendisi bu ilimlerin önünde engel teşkil etmesin.
Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı da buna bağlı olarak zaten teorik bilgiden ziyade amele dönüşmüş ve inanan bir kimsede aşk lezzetinde hâl ve hakikat olarak tezâhür eden durum değil midir? Dolayısıyla bunun ilim geleneğimizdeki ifadesi ilme’l-yakînden, sırasıyla önce ayne’l-yakîne, oradan da bir üst mertebe olan hakke’l-yakîne ermektir. Yani bilgiden ve ilimden irfana yükselen bu idrak yolu sırların sırrına, gerçek vuslata ermenin de biricik yoludur.
Gazâlî Munkız’da bu konuya şöyle açıklık getiriyor: “Diğer ilimleri bir yana bırakıp tasavvufa yöneldim, bütün dikkatimi bu hususa yoğunlaştırdım. Kesinkes anladım ki sufîlerin tutmuş oldukları yol, ilim ve amel yoludur. Bu yol özetle şudur: Nefsin öne koyduğu engelleri aşmak, onun kötü huylarından ve pis sıfatlarından arınmak, bu suretle kalbi Allah’tan başka her şeyden tahliye etmek ve onu Allah Teâlâ’nın zikriyle süslemektir.’’ (el-Munkız, s. 64, dâru’t-taqwâ 2010)
Gazâlî tasavvufun en önemli konularından biri olan hâl ve makâm konusunu işlerken şu üç şartın birlikte gerçekleşmesini öngörür: İlim, amel ve hâl. Yani bilgi olmadan bu yola çıkılamaz, çıkılsa da mesafe alınamaz demektir. Tevhîd’e inanmanın ilk şartı da bilmek değil midir? Kur’an’da Muhammed Suresi 19. ayette Rabbimiz “fa’lem ennehû lâ ilâhe illallâh’’ hitabıyla öncelikli olarak “Allah’tan başka ilâh olmadığını bil” diye emretmiyor mu?
Gazâlî’nin tasavvuf anlayışının tevhîd ve şehâdet merkezli olduğuna bu yazımızın başında da işaret etmiştik. Dolayısıyla her şeyin başı önce bilgiden ve bilmekten geçmektedir. Bilgi ise başlangıç için asıl olmakla birlikte kendisiyle amel edilmediği takdirde hem aklen hem de dinen bir fayda sağlamaz. Deva için bir hastalığın ilacını bilmek yetmez, aynı zamanda tarife uygun bir şekilde ilacın mutlaka kullanılması şarttır. İslam’da da ilim amel etmek içindir. Faydası olmayan ve gereği yapılmayan bilginin misali Kur’an diliyle kitap yüklü merkep metaforudur (Cum’a Suresi 5. ayet).
Amel ise bizde zoraki yerine getirilen bir zorunluluk veya vazife olmanın ötesinde bir şeydir. Buna tasavvuf ıstılahında bazen hâl bazen de temkîn mertebesinde olanına makâm denilir. Dolayısıyla bilgi, kendisiyle amel edile edile sizin temel vasıflarınızdan yani güzel ahlâk olarak sizin kişilik ve kimliğinizin aslî mütemmim cüzlerinden biri olmak zorundadır. Böyle olmadığı takdirde bilginin de amelin de kişiye gerçek manada ahiret mutluluğunu kazandırmada bir faydası yoktur.
Muhtâru’l ehâdîsü’n nebeviyye ve’l hikemü’l Muhammediyye adlı hadis kitabında El-Hatîb’in Cabir’den naklettiği bir rivayette Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu ifade edilmiştir:
‘’İlim iki kısımdır: Kalpte olan ilim ki bu faydalı olan ilimdir. Dilde olan ilim ise ademoğullarının aleyhine hüccet olan ilimdir.’’ Bu hadise dayanarak ilim geleneğinde yaygın kabul gören zâhir ve bâtın ilmi ayrımının bu ve benzer hadislere dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ahmet Akın Çığman Hocamla bu konuda yaptığımız sohbette bana haber verdiği bu hadisi şerif aynı zamanda her iki ilmin de yüklendiği vazifeleri haber vermektedir. Lisanla ifade edilen zâhir ilmi yani şer’î ilimler dediğimiz tüm İslami ilimleri içine almaktadır. Bizler yapıp ettiklerimizden ve dilimizle söylediklerimizden birinci derecede bu zâhirî ilimlerin koyduğu ölçüler muvacehesinde sorumluyuz. Diğeri yani kalpte olan ilim ise tüm kalbî amellerimizi kapsayan irfan ilmidir ve Rabbin katındaki gerçek sorumluluk da asıl bu ölçüye göre gerçekleşecektir. İslam ilim geleneğinde ilim ve irfan ıstılahları ile işaret edilen fark da bununla alakalıdır. Yani dilde olanla kastedilen zâhirî bilgiye ilim denilirken gönülde olana irfan denilmiştir. Bu her ikisine sahip olan âlimlere de âlim ve ârif manasında Zül-Cenaheyn yani her iki ilme birden sahip anlamında iki kanatlı denilmiştir.
Yıllar önce ben yurt dışına ilim tahsili için giderken Ahmet Akın Çığman Hocaefendi’nin hatırlattığı nasihat bugün gibi aklımdadır. “Evladım! Tek kanatlı kuş uçamaz. Çift kanatlı olmak için ise sadece kuru bilgi yetmez, aynı zamanda irfan ve gönül ehli de olmak gerekir. Bunun için de tasavvuf, gönül tezkiyesi için şarttır. Kişi devamlı nefsini kontrol altında tutmalıdır. Bunun için gerekli olan bilgi sadece kitaplardan öğrenilmez. Aynı zamanda günlük evrâd ve ezkâr ile gönlü, şeytanla işbirliği içinde olan nefs-i emmârenin vesvese ve iğvâlarından koruyarak, asıl sahibinin yani Allah’ın tecelligâhı kılmak gerekir. İşte asıl mesele böylece iki kanatlı yani Zülcenaheyn olmaktır.” demişti.
Gazâlî’nin Munkız’da söyledikleri ile Hocamın bana hatırlattıkları birebir örtüşmekteydi. Şimdi Gazâlî’nin sözlerine kulak verelim: “Tasavvufla ilgili bilgileri elde ettikten sonra şuna kanaat getirdim: Ahiret saadeti ancak takva ve nefsin isteklerine gem vurma ile elde edilir. Bunun başı da kalbin yalancı dünya ile ilgisini kesmek, ondan uzaklaşmak ve ahirete yönelmektir. Bu da ancak mal ve itibarı bir kenara bırakmak, meşguliyetlerden kaçmak ve engelleri aşmakla gerçekleşir.” (age. s. 66)
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” (Taberânî), ‘’Ameller niyetlere göredir.’’ (Buhârî) ya da ‘’Hiç şüphesiz Allah sizin bedenlerinize, suret ve mallarınıza bakmaz. Bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.’’ (Müslim) tarzındaki sahih hadisi şerifler hep bu manayı teyit etmektedir. Bu sebeple nebevî buyrukla kalbin amelinin, bedenin amelinden üstün olduğu ilan edilmiştir. Zira kalp, niyetin ve dolayısıyla samimiyet ve sevginin makarrıdır yani hayat bulduğu, yerleştiği yerdir. Amellerin sonuç itibariyle kıymet hükümleri, zâhirde bedenin yapıp ettiklerine göre değil, kalbin niyet ve samimiyetine bağlıdır.
Gazâlî’nin tasavvuf ilmini farz-ı ayın ilimlerden saymasının sebebi de budur. Kalbinde olup bitenden haberi olmayan bir kimse her ne kadar yapıp ettikleri ve söyledikleri fıkha ve akaid ilmine zâhirde uygun olsa bile, eğer niyeti halis değilse yani bu amelleri sadece rıza-yı Bâri için değil de riya veya başka bir dünyevî menfaat için yapıyorsa hadisi şerifte buyurulduğu gibi o zâhiren ibadet gibi görünen ameller paçavra gibi o kişinin suratına çarpılır.
Dolayısıyla kişi gönlünde olup biteni anlayacak kadar bu irfan mektebinden nasiplenmelidir. Aksi takdirde Anadolu tabirimizle “kaş yapıyorum derken göz çıkarma” durumuna düşebilir. Allah’a kulluk ediyorum derken nefsine ve şeytana zebûn olmuştur da farkında bile değildir. Bütün bu sebeplerden dolayı her insanın kalbini arındırmaya ve bu tür şeytânî ve nefsânî vesveselerden korunmanın yollarını bir bilenden öğrenmeye ihtiyacı vardır. Elbette bunun ilacı ve tedavisi, Kur’an ve Sünnet ekseninde hareket eden ilim ve irfan sahibi âlimler eliyle uygulanmalıdır.
Gazâlî’nin de bu konuya açıklık getirmek için verdiği misal dikkate şâyândır. Bedeni hastalıklarımızın şifası için nasıl ki hâzık ve bilgili bir tabibin teşhis ve tedavisine ihtiyaç duyuluyorsa, aynı şekilde bundan daha hassas ve daha fazla bilgi ve tecrübeye ihtiyaç duyulan kalbi hastalıklarda da bir bilene ihtiyaç olduğudur. Gereği yerine getirilmeyen bilginin fayda vermediğini Gazâlî Munkız’ında şöyle açıklar:
‘’Hasta bir tabip sıhhatin tarifini, çarelerini ve tedavi yollarını bilir ama yine de hastadır. Sağlığına kavuşması için bilgi yeterli değildir. Fiilen tedavi görmesi şarttır. Zühdün ne olduğunu, bunun sebep ve şartlarını bilmek de böyledir. Zühd hakkındaki bilgi başka, zühd hali daha başkadır.’’ (age. s. 65)
Hasta elbette belli bir seviyede tabibin dediklerini kavrayabilse de bu ilme sahip olmadığı için ona güvenmek ve dediklerini harfiyyen yapmak durumundadır. Kafasına göre ilacı kullanamaz. Zâhir ve bâtın ilmini cem etmiş ehliyetli mürşitlerin de vazifesi budur. Hasta, anlamak için ne kadar gayret etse de güvenmek ve tavsiye edileni -meşru çerçevede kalınma şartıyla- yerine getirmek zorundadır. Muhabbet ve güven bağının kurulamadığı ya da gerçekleşmediği durumlarda bir fayda elde edilmesi Gazâlî’ye göre imkânsızdır. Bu güven ve teslimiyet önce Allah’a sonra Rasülüne ve daha sonra da onun yolunu takip eden Peygamber vârisi âlimleredir. Muhabbet temeli olmayan imanın da amelin de gerçek kulluk ve ebedi mutluluk adına bir kıymeti harbiyesinin olmadığı aşikârdır.
Ahmet Akın Çığman Hocamın Peygamber vârisi âlimlerden kastedilenin sadece zâhirî ilim sahibi olanlar olmadığına Kur’an’dan getirdiği delil, bu konuda pek çok âlim gibi Gazâlî’nin de istişhad ettiği Fâtır Suresi 28. ayetti. “Allah’tan kulları arasında gerçek anlamda haşyet duyanlar ancak âlimlerdir.” Haşyet ancak irfan mektebinde devşirilecek, gönül dünyasına ait bâtınî bir ilimdir. Haşyet için irfan şarttır. Buradaki âlimlerin haşyet ile vasıflandırılmaları, onların hem zâhir hem de bâtın ilmine sahip olmaları anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kur’an ıstılahında ilim mutlak olarak kullanıldığında kâmil manada hem zâhirî hem de bâtınî her iki ilim alanını da birlikte kuşatan bir mana kastedilmektedir. Buna dayanarak özetle, İslam’da âlim aynı zamanda ârif olandır hükmünü net olarak ifade edebiliriz.
Bu şekilde tasnif edilmesine rağmen her iki ilmin de sonuç olarak hakikat adına söyledikleri elbette birbirinden farklı değildir. Eğer sonuç itibariyle bir çelişki varsa mutlaka bunlardan birisi yanlış olmak durumundadır. Zira bunlar metotları farklı olsa da sonuç itibariyle aynı hakikati anlamaya çalışırlar. Birisi zâhiri ilimle aklın ve vahyin imkânlarından faydalanırken, hakikatin akla bakan nazarî/kesbî yönünü tespit ve ispat etmeye çalışır, diğeri ise bâtınî ilimle zevk ve keşf metoduyla hakikatin gönüle bakan ledünnî sırlarına vakıf olmaya çalışır. Her iki ilmin birbirini tamamladığının farkında olan âlimler, birbirlerine hürmet ve saygıda asla kusur etmezler.
Ahmet Hocamın anlattığı bir bilgi bunun zamanımızdaki en önemli şahitlerinden birisidir. Osmanlının yetiştirdiği en önemli ulemâdan biri olan Ömer Nasuhi Bilmen’in irfan kutuplarından Mehmed Zahid Kotku Hazretleriyle olan muhabbeti sır değildir. Zaman zaman Kotku Hazretlerini ziyaret ederek onun irfan pınarından istifade ettiği bilinmektedir. Bu, zâhirde zirve olan bir âlimin irfan kutuplarından birine olan muhabbetini ve onun irfanına atfettiği değerin en bariz örneklerinden biridir. Kotku Hazretleri de fıkıhla ilgili konularda Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendiye danışarak irfan mektebinin zâhiri şeriat ilmine verdiği değeri açıkça ortaya koymaktadır.
Sümbül Efendi Kur’an Kursu’ndan hafızlık hocam olan Mustafa Yılmaz ile geçen hafta yaptığımız telefon muhabbetinde anlattığı bir hatırası da bu bakış açısını teyit etmektedir. Sümbül Efendi Camii avlusunda Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın kendisi gibi yaşlı bir zatın elini öpmeye çalıştığına şahit olur. Yanındakilere bu yaşlı zatın kim olduğunu sorduğunda Erenköylü Sami Efendi olduğunu öğrenir. Bilmen Hoca Sami Efendi’nin elini öpmeye çalışmakta, o ise buna müsaade etmeyerek kendisi Ömer Nasuhi Bilmen’in elini öpmek istemektedir. Bu olay, irfan kutbuyla ilim kutbunun buluşup kaynaştığı enfes örneklerden biridir.
Zâhir ilimleri yani fıkıh ve akaid kişiye neye nasıl inanması gerektiği ve neyi nasıl, hangi şartlarda ve ölçülerde yapacağı hakkında bilgi verir. Ama ihlas ve haşyet, bu ilimler aracılığıyla elde edilemez. Gazâlî’nin de bu konuya işaret ederek namaz ve oruç gibi ibadetleri neyin ifsat ettiği hakkında en ince noktasına kadar tartışan ve delilleri bilen fakihlerin, kalbin halleri ile ihlas ve niyet noktalarında gafil olmalarının anlaşılır bir durum olmadığını söyler. Aslında ibadetleri ifsat eden büyük tehlikenin kalple alakalı olduğu halde, pek çok âlimin bu konuya hiç dikkat etmediklerinden yakınır. Bunun sebebini de kalbin hallerine vakıf olmayı öğrenecekleri irfan boyutundan mahrum olmalarına bağlar.
Elbette bu yolun sahte simsarları ve müteşeyyihleri, inanan insanımızın önündeki en önemli handikaplardan birini oluşturmaktadır. Bu tür sahtekârların eline düşme ve dindarlık adına dinden uzaklaşma tehlikesinin büyüklüğü her dönemde İslam ulemasını meşgul eden en önemli konuların başında gelmiştir. Her dönem “Tasavvufun özünün kaybolup sadece isminin kaldığından” şikâyet edilmiştir ve bu durum tasavvuf ilmi kadar da eskidir.
Ebü’l-Hasan Bûşencî’nin “Tasavvuf önceleri isimsiz bir hakikattı, şimdi hakikatı olmayan bir isimdir” şeklindeki ifadesi, tasavvufa içeriden yapılan eleştirilerin en yaygın ve meşhur olanıdır. Neredeyse bu alanda eser veren her âlim bu sahte din bezirgânlarına ve simsarlarına dikkat çekerek bu konuda ölçünün ehl-i sünnet çizgisi olduğunun altını çizmişlerdir.
Sûfî müelliflerden Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazâlî gibi tasavvuf alanında eser veren âlimler, gerçek tasavvufun nasıl olması gerektiği hususunda fikirlerini serdetmekle kalmayıp aynı zamanda bu yolun yolcusu olduğunu iddia edenler arasında “hakîkî” olanı, “sahte”sinden ayırmaya çalışmışlardır.
Anadolu irfanı bu tehlikeyi “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” atasözüyle formüle etmiştir. Her ikisi de büyük tehlike olmakla birlikte biri dünya hayatının sona ermesine diğeri ise ebedi saadetin heba edilmesine sebebiyet vermektedir. Bu sebeple beden doktoru kadar gönül doktorunun da işinde mahir olması gerekmektedir. Ahir zamanla ilgili Efendimizin işaret ettiği sahte din âlimleri tehlikesi bugünün şartlarında her zaman olduğundan daha günceldir:
“Ahir zamanda, âlim azalır, cahillik artar. Âlim kalmayınca da, cahil ve sapık din adamları, yanlış fetva vererek fitne çıkarır, hem kendilerini hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhari)
Bundan dolayıdır ki bu gönül yoluna tevessül etmek isteyenlerden önce şer’î ilimlerde belli bir seviyeye gelmeleri hem Osmanlı ilim geleneğinde hem de diğer irfan mekteplerinde şart koşulmuştur. Gazâlî’nin bu alanda yazdığı tüm eserlerde de bu hassasiyetin korunduğu çok net ve kesindir. Gerek İhyâ kitabına başlarken önce ilim ve akabinde akaid konularına yer vermesi, gerekse bu manada yazdığı diğer tüm eserlerinde şeriata yaptığı vurgu, bunun en bariz göstergesidir.
Hayrettin Karaman gibi günümüz âlimlerinin sıradan insanların tasavvuf yoluna intisap etmeleri konusunda rezervli davranmalarının da asıl sebebi bu tehlikedir. Buna benzer tehlikelerin asgariye indirilmesi din hakkında doğru bilgilenmekten geçmektedir. Yani tasavvufun ölçüsü de şeriattır ve dolayısıyla da zâhirle çelişki ve çatışma içerisindeki bâtın ilmine ve iddiasına hiç bir şekilde prim verilmemesi gerekmektedir.
Bir fetva vesilesiyle kendisini aradığım Hayrettin Karaman Hocama kendisiyle ilgili değerlendirmemi iletince, tespitimin doğru olduğunu belirterek ayrıca şunları da ekleyebileceğimi söyledi.
İmam-ı Rabbânî’nin, “bir asırda kâmil bir mürşidin varlığı o asrı bereket asrı kılar” sözüyle aslında bu makâmın bugün zannedildiği gibi kolay elde edilecek bir mertebe olmadığını ifade ederken, günümüzde yaşanan şeyh enflasyonunun bu işin nasıl ayağa düşürüldüğünün bir göstergesi olduğunu sözlerine ekledi. ‘’Tasavvuf Şeriatsız Olmaz’’ adlı kitabında buna işaret ederek şeriatten ve Peygamber Efendimizin sünnetinden kıl payı uzaklaşan bir kimsenin gösterdiği tüm olağanüstü hallerin keramet değil istidrâc olduğu tespitinin bizatihi İmam Rabbânî’ye ait olduğunu da ilave etti. Dolayısıyla asıl ölçü, bir şeyhin tüm yapıp ettiklerinde kıl payı istikametten ve sünnet-i Rasulullah’tan ayrılıp ayrılmadığı meselesidir. Sahte şeyh sadece kişiyi dininden değil, sahip olduğu maddi manevi her şeyden mahrum eder diye de sözlerini tamamladı.
Gazâlî her iki ilmin vazgeçilmezliğini sadece yazdıklarıyla değil kendi hayatıyla da ispat etmiş Zülcenaheyn bir âlimdir. Ömrünün son baharında yan yana yaptırdığı medrese ve tekke de bunun en bâriz müşahhas örneğidir.
Çift kanatlı olup ebedi güzelliklere hep birlikte uçabilmek niyazıyla.