Şehirlerde gördüğümüz manzara gerçekten ne filmlerdeki, ne de fotoğraflardaki gibiydi. Hemen hemen her şey başkalaşmış, yabancılaşmış bir şey olarak karşımızda duruyordu. Karşımızda duran şeyin nasıl bir etkiyle nasıl bir hareketle oluştuğunu anlamamızsa oldukça güçtü.
Necip EVLİCE
6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depreminin üzerinden bir yıl geçti. İstanbul’dan gelen bir grup arkadaşımızla Ankara’da buluşup, depremin onuncu gününde Kahramanmaraş’a doğru yola çıktığımızda, gittiğimiz yerlerde neyle karşılaşacağımızı, nasıl bir yıkımla karşılaşacağımızı sadece televizyon ve basımdan gördüklerimizle kestirmeye çalışıyorduk. Kahramanmaraş’a vardığımızda bu büyük yıkımı algılamak için televizyonların gösterdiklerinin ya da gazetelerdeki fotoğraflarda gördüklerimizin yetmeyeceğini hemen anlamıştık.
Depremde şehirler büyük ölçüde yıkılmıştı ama asıl yıkım kelimenin tam anlamıyla yapılardan öte insanların içlerinde, iç dünyalarında gerçekleşen bir şeydi. Bu insan yıkımını karşılaştığınız herkeste, gördüğünüz her kalabalıkta, depremi yaşamış olsun olmasın hemen hissediyordunuz. Daha çok, çaresizlikten öte kimsesizlik içerisinde yarının ne getireceğini bilmeden beklemek etkiliyordu insanları. Ulaştığımız her insan, iyi ki geldiniz farklı bir sese ihtiyacımız vardı diyordu. Her insan ayrı bir kavuşma, her insan ayrı bir kucaklaşma, bütünleşme oluyordu bizim için.
İlk gittiğimizde yaşadığımız duygu, daha önceden bildiğimiz, tanıdığımız, yaşadığımız şehirlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı tanıyamıyor oluşumuzdu. Nerede olduğumuzu konumlayamayacak kadar değişmişti her şey, bir o kadar da başkalaşmıştı.
Sonraki aylarda Kahramanmaraş’a Hatay’a, Adıyaman’a, Malatya’ya birer, ikişer ay arayla beş kez daha gittik. Her gidişimizde farklı farklı insanlara, farklı bölgelere ulaşmaya çalışıyor, hayırsever insanların yardımlarının ihtiyaç sahiplerine ulaşmasına aracılık ediyorduk. Yardım ulaştırdığımız, dokunduğumuz her insan bambaşka duygular aktarıyordu hepimize. İnsan, olup biten şeyleri bizzat gözlemleyerek daha anlamlı, daha yakıcı, daha kalıcı sonuçlara ulaşıyordu.
Yaşadığım şehir Kahramanmaraş, yaşadığım çarşılar, mahalleler, adeta yerle bir olmuştu. Her gidişimizde enkazların hızla kaldırılmasıyla beraber farklı bir değişimle, farklı bir başkalaşmışımla, depremin farklı bir etkisiyle karşılaşıyordum. Tanıdığımız şehirlerin o tanıdık yüzleri siliniyor, değişiyor, başkalaşıyor, yabancılaşıyordu. Bu, depremin yıkıcı olmaktan öte kalıcı sonuçlarından biriydi. Yani deprem şehirleri değiştirerek, başkalaştırarak varlığını ve izini sürdürüyordu.
Belki şehirler, binalar, yollar, parklar, bahçeler bir süre sonra yeniden yapılacaktı, belki daha sağlam ve görkemli biçimde yapılacaktı ama insanın geçmişi yenilenemeyecek, yeniden kurgulanamayacak bir şeydi. Silinip giden anılar bir daha yerine gelmeyecek, hatırlanmayacak, gittikçe kaybolacak, yok olacaktı. Deprem şehirleri yıkmakla kalmıyor, insanların geçmişlerini de yok ediyordu.
Bunları düşündükçe Kahramanmaraş’ın en merkezî yerlerini tanıyamaz olduğumu, enkazların kaldırılması ile beraber büyük ve yapay bir boşluk oluştuğunu, bunun da bir sıcaklıktan, insani olandan uzak bir şeye dönüştüğünü gözlemliyordum.
Hatay’da yaşayan insanlar bile enkazın hızla kaldırılmasıyla tenhalaşan şehirde yönlerini kaybediyor nerede olduklarının farkına varamıyorlardı. Can kayıpları önemliydi, en önemli kayıptı kuşkusuz. Ancak, insanın anılarını, geçmişini, yaşanmışlıklarını, özetle hikayesini kaybetmesi de bir o kadar önemli değil miydi?
Önemliydi kuşkusuz ama bir yönüyle de insanoğlunun olumlu olumsuz her türlü koşula kısa sürede uyum sağlayan yegâne varlık olduğunu düşünüyorum. Hayatım boyunca gözlemlediğim ve kesin olarak inandığım bir sonuç bu. Buradan şuraya gelmek istiyorum; deprem bölgesine her yeni gidişimiz öncekilere göre nispeten daha iyimser duygular yaşamamıza sebep oluyordu. İnsanlar daha umutlu ve başlarına geleni tevekkül içinde kabullenmiş olarak iyimser bir tablo çiziyordu. Kamunun ve insanların yardımları, destekleri, buna zemin hazırlıyordu. Depremin onuncu gününde bölgeye ulaştığımızda, hepimizin gözlerini yaşartan, neredeyse bütün sivil toplum kuruluşlarımızın bölgeye destek vermek için seferber olmaları ve özellikle gençlerimizin yoğun biçimde gönüllü olarak bölgede her türlü ihtiyaca koşmaları, sanırım bölge insanında güzel bir karşılık bulmuştu.
Depremden sonra geçen bu bir yıl, herkes için farklı sonuçlar oluşturmuştur mutlaka. Sosyal medya tartışmalarına konu olan tatsız ve anlamsız yardım ve seçim tartışmalarını unutamayız kuşkusuz. Bu yardım dağıtma seyahatleri sırasında karşılaştığım ve unutamadığım bazı gözlem ve tanıklıklarımı aktarmadan edemeyeceğim. Bu uzun ve zor bir yıl, benim de içimde derin izler bıraktı. Ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım, bizatihi başıma gelmeden 6 Şubat’ın o dondurucu soğuğunda nasıl yaşanabildiğini anlamam ve algılamam sanırım mümkün değil. Son dört aydır, Filistin’de, Gazze’de yaşananları anlayamadığım ve algılayamadığım gibi.
***
İlk gidişimizde, Kahramanmaraş, Adıyaman ve Malatya güzergahına gidebilmiştik. Bölgeye gittiğimizi öğrenen bir arkadaşım, Adıyaman’ın girişinde bir yerde konaklayan ve Adıyaman’dan ayrılmak istemeyen bir arkadaşına da uğramamızı istemişti. Adıyaman’a girişte söylenen adreste arkadaşımın söylediği kişiyi buldum. Yanında, kendisiyle aynı durumda olan başkaları da vardı. Götürdüğümüz yardımlardan karınca kararınca hepsine vermeye çalıştık. Vedalaşıp ayrılacakken, son anda arabamın içindeki tırnak makasları aklıma geldi. Birkaç tane tırnak makası alıp yaşlı amcaya uzattığımda hem çok şaşırdı hem de çok mutlu oldu. Şaşkınlığını ve mutluluğunu izah etmek için “Ben de günlerdir bir tırnak makası arıyordum. Başkaları da tırnak makası soruyordu. Ne iyi akıl etmişsiniz” dedi. Bana da bir arkadaşım “bölgeye giderken tırnak makası, el feneri, çakmak götürün” demişti. O nedenle tırnak makası almayı akıl etmiştim. Bir tırnak makasına bu kadar çok ihtiyaç duyulacağını ve bir tırnak makası bulduğunda insanın bu kadar çok mutlu olacağını hiç tahmin etmezdim.
***
Bölgeye giderken tanıdığınız insanlara bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sorup ona göre yanımıza alıp getirmek istediğimizi söylüyorduk. Herkese ulaşmak mümkün değildi ama ulaşabildiklerimize soruyorduk. Aradığım arkadaşlarımdan birisi, “Bütün kitaplarım gitti. Bu kötü günlerde kitap okumak iyi gelecektir, kitap getirebilirseniz mutlu olurum” demişti. Ben de yayıncı arkadaşları arayıp götürebileceğimiz kadar kitap götürmüştüm. Kitabın bir insana bu kadar olumsuz şartlarda bile iyi gelebileceğini bilmek, insanı iyileştireceğini bilmek çok değerli bilgiydi benim için. Kitap isteyen arkadaşım, gün boyunca bizimle birlikte gittiğimiz her yere gelmiş ve bizi yalnız bırakmamıştı.
***
İstanbul’dan gelen arkadaşlarımızın tanıdığı Kırıkhanlı bir aileye ikinci yada üçüncü gidişimizde uğramıştık. Deprem sonrasında İstanbul’da aileye yardımlar yapılmıştı, destek olunmuştu. Aile kalabalıktı. Ailede bakıma muhtaç bir yaşlı, engelli bir genç ve bir de diyaliz hastası olduğu için çalışamayan bir üyesi vardı. Diyaliz hastası olan abinin iki küçük çocuğu ve İstanbul’da okuyan kız kardeşi vardı. Bahçeden bozma bir yerde, bir dut ağacının altında karşıladılar bizi. İki tane konteynerde yaşıyorlardı bunca insan. Ama onlara el uzatıldığı için, hâl hatır sorulduğu için, inanılmaz derecede minnet duygularıyla ikramda bulunmak için çırpınıp duruyorlardı. Onlarla beraber yemek yedik, ayranlarını, çaylarını içtik. Bizim gelişimiz, onlarla aynı sofrayı paylaşmamız onların da gönlünün görülmesi anlamına geliyordu. Bütün bu yoksulluğa ve içinde bulundukları olumsuz şartlara rağmen gelen misafirlerini el üstünde tutmaya, giderken hediyeler vermeye çalışmaları insanın gözlerini yaşartacak kadar anlamlı ve değerliydi. İnsanımızın gözü tok, gönlü tok, şükür ehli, kadir kıymet bilir insanlar olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bu insanlar hepimize.
***
Bir seyahatimizde Adıyaman Besni’ye de uğramıştık. Oradaki dostlarımızla da görüştük. Onların önceden tespit ettiği ihtiyaç sahiplerinin bizzat adreslerine giderek veriyorduk yardımları. Bir sokak arasında birileriyle konuşurken, yandaki tek katlı evinin bahçesinden bastonuyla ve çitlere tutuna tutuna gelen gözleri görmeyen nur yüzlü bir teyzeyi gördük. Teyze hemen kapısının önündeki incir ağacının altına kadar geldi ve “hoş geldiniz” diye bizlere seslendi. Yanına gidip halini hatırını sorduk. “Teyzeciğim bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu bir arkadaşımız. Teyze, “Yok evladım, çok şükür her şeyimiz var. Çocuklarım iş güç sahibi, her birinin evleri var. Bize de devlet bakıyor ve hiçbir eksiğimiz yok” diye cevap verdi. Genellikle, yardım söz konusu olduğunda, insanlar hep isteyen, “bana da ver” diyen durumunda oluyor maalesef. Belki ihtiyaçları da vardır, haklıdırlar istemekte. Ama arada çok azı da olsa “Benim ihtiyacım yok, teşekkür ederim. Başka ihtiyacı olanlara verin” diyebiliyor. İşte bu teyze de, onlardan biriydi. Böyle söylemesine rağmen arkadaşımız onun eline de bir zarf tutuşturdu. Binlerce teşekkür ve dua ederek uğurladı bizi.
***
Malatya’ya gittiğimizde uğradığımız birkaç aile var. Depremin hemen arkasından İstanbul’a gelip o kötü günlerde arkadaşlarımızın yardım ve desteğiyle geçiren, şartlar normalleşmeye başlayınca Malatya’ya dönen aileler. Malatya’da ihtiyaç sahiplerini onların yardımıyla belirliyoruz. Sağ olsunlar bizleri hem evlerinde ağırlıyorlar hem de bizim yaptığımız dağıtım işlerine yardımcı oluyorlar. Bu ailelerden birinin götürdüğü bir mahalle arasında konteynerlerin bulunduğu bir ara sokakta yıkık evlerin arasında okulların açılmasına yakın okul eşyaları, defter, çanta, kalem vs. dağıttığımız sırada arabanın arkasına bir sürü kalabalık toplanmıştı. Bir taraftan fotoğraf çekiyordum bir taraftan da kimin neler aldığını, nasıl aldığını gözlemlemeye çalışıyordum. Okul çantası alıp sevinen çocuklarla sohbet ediyordum. Herkesin bir şeyler aldığı ve dağılmaya başladığı bir sırada, iki metre geride kucağında küçük çocuğuyla duran genç bir kadını fark ettim. O hiçbir şey almamıştı ve almaya da yeltenmemişti. Yanına yaklaştım ve “Sen neden hiçbir şey almadın, çocuğun yok mu?” dedim. Çok dramatik biçimde bana döndü ve gözlerinden yaşlar dökülerek “Ben kimseden bir şey isteyemiyorum abi” diyebildi sadece. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bir tuhaf olmuştum. Hüzün, acı, elem, çaresizlik gibi duygular dolaşıp duruyordu içimde. Arkadaşıma, bu hanımefendiye de bir şeyler vermesini söyledim. Böylelikle, o da bir şeyler alıp teşekkür edip uzaklaştı. Birinden bir şey isteyememe duygusu gerçekten değerli ve anlamlı bir duygu bana göre.
Benim de çocukluğum yoksulluk, gençliğim yoksulluk içerisinde geçti. Hiç kimseden hiçbir şey isteyemezdim. Bir şey veren olursa teşekkür eder, almamazlık etmezdim ama ne kadar zor da olursam olayım kimseden bir şey isteyemezdim. Bu hanımefendinin “bir şey isteyememesi” de beni hem çocukluğuma hem gençliğime götürdü.
***
Hatay’daki bir konteyner kentin girişine durduk ve gelen insanlara arabamızdaki eşyalardan dağıtmaya başladık. Başımız çok kalabalıklaştı. Gören geliyordu. Konteyner kentten koşarak gelenler vardı, ara sokaklardan çıkıp gelenler vardı. Herkes “bana da ver, bana da ver, bana daha fazla ver” diyerek birbirinin önüne geçmeye çalışıyordu. Bu şaşırtıcıydı kuşkusuz ama hemen yanımızdan üstünde pastel renklerde jarse bir elbisesi, başında bembeyaz ve uzun tülbentleri olan, içinde bir şeylerin olduğu el arabasıyla yavaş yavaş ilerleyen bir teyzenin geçip gidişi daha şaşırtıcıydı benim için. Burada ne olup bitiyor diye dönüp bakmadı bile. Benim de yardıma ihtiyacım var, bana da verin demedi bile. O teyzeyi gözden kayboluncaya kadar izledim ve fotoğraflarını çektim. Adeta bir onur abidesi gibi geçip gitmişti yanımızdan.
***
Sanırım son gidişimizdeydi. Hatay merkezde rastgele bir konteyner kentin önüne gittik, orada durduk ve insanlarla konuşmaya başladık. Arabalardaki yardımlardan ihtiyacı olanlara dağıtmaya başladık. Bir taraftan da insanların ikram ettiği çaylardan içip, başımıza toplananlarla ayakta sohbet ediyorduk. Onlar dertlerini anlatıyor, biz de merak ettiklerimizi soruyorduk. Bir hanımefendi, ilk günlerde çok yardım geliyordu, gelen giden de çok oluyordu ama şimdi artık ne arayan ne soran, ne gelen ne giden var, adeta unutulduk buralarda diye dert yanıyordu. Evet bir ihtiyacımız yok, karşılanıyor ve hayat devam ediyor ama insan bir hâl hatır soranın, bir ziyaret edenin olmasını bekliyor diyordu. Sonra bir başka hanım geldi. Dramatik bir ses tonuyla depremde yaşadıklarını anlatmaya başladı. İki genç oğlundan birini, adı Bülent olan oğlunu kaybetmişti. Nasıl o günleri atlattığını ve şu anda nasıl hayata tutunabildiğini anlamakta güçlük çektiğini anlatıyordu. Oğlumu unutmamak için onun bir fotoğrafından metal kolye yaptırmıştı. Kolyenin fotoğrafını çekmek için yaklaştığımda, fotoğrafın negatif olduğunu gördüm. Bunun nedenini sorduğumda, “Onun fotoğrafına bile bakamıyordum. O öldü. Ölüm hayatın tersi, negatifi. Onun için böyle yaptırdım. Hayatta olduğum sürece bu kolyeyi boynumdan çıkarmayacağım ve oğlumu asla ve asla unutmayacağım” diyordu. Bir annenin yüreğinin yanması, her insanı yakabilecek, herkesin yüreğine dokunabilecek bir şeydir. Sanırım, evlat acısı, acıların en zalimidir. Buradaki uzunca sohbetlerimiz sırasında fark ettim ki aslında dağıttığımız yardımlardan çok, burada geçirdiğimiz zaman, o insanlara hâl hatır sormamız anlamlı gelmişti onlara.
Keşke, bunu hepimiz, sık sık ve her zaman yapabilsek.