Bir Söyleşiden Kalanlar: Rasim Özdenören’e Dair Bazı Notlar

Düşünce ve anlayışını, beğenilerini az çok bildiğimi söyleyebilirim. Tabii bir zatı bir bütün olarak bilmek, okumak, anlamak kolay değildir. O kişinin hayatı, çeşitli fragmanlardan oluşur. Hepsini bir bütün olarak anlatmak ne kendisinin elindedir ne de onu anlatmaya çalışanların.

Mustafa ÖZEL

Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Topluma değer katan, onu yetiştiren ve geliştiren, yol gösteren, önünü ve ufkunu açan insanları bilmek, bir yandan vefa borcu bir yandan da ihtiyaçtır. Bu insan, ister bilge ister sanatçı ister asker olsun, fark etmez. Bence bunlar arasında ilim ve fikir adamlarını ayrı bir yere koymak lazım. Çünkü onlar, diğerlerinin de yetişmesinde başat bir role, etkin ve kalıcı bir yere sahiptirler.

Bendenizin düşünce, anlayış ve bakışına tesir eden yazar ve düşünce adamlarının başında, Rasim Özdenören gelmektedir. Seksenli yıllardan itibaren kendisinin yazılarını gazete ve dergilerde okudum, kitaplarının müdavimi oldum. Bir iki karşılaşmayı saymazsak, kendisiyle sohbet muhabbet etme imkân ve fırsatım olmadı. İzmir’de bir konferansını dinledim. Kendisini televizyonlarda yapılan konuşma kayıtlarından da dinlediğim çoktur. Düşünce ve anlayışını, beğenilerini az çok bildiğimi söyleyebilirim. Tabii bir zatı bir bütün olarak bilmek, okumak, anlamak kolay değildir. O kişinin hayatı, çeşitli fragmanlardan oluşur. Hepsini bir bütün olarak anlatmak ne kendisinin elindedir ne de onu anlatmaya çalışanların.

Bu yazıda Mehmet Ali Bulut’un girişimiyle, Mustafa Aydoğan ve Sadık Yalsızuçanlar’ın katılımıyla varlık kazanan bir kitaptan yola çıkarak Rasim Özdenören hakkında bazı bilgiler, değerlendirmeler aktarmak istiyorum. Edebiyat Ortamı Yayınları arasında çıkan eser, Eylül 2017 tarihli ve 318 sayfa. Râsim Özdenören’le Söyleşmek adını taşıyan kitap, on sekiz başlığa ayrılmış. Nehir söyleşi tarzında. Özdenören, kendisine sorulan sorulara içtenlikle cevaplar vermiş.

Bilindiği üzere kendileri ikiz kardeşler; Alaeddin Özdenören ve Rasim Özdenören. Alaeddin abinin ismini önce yazmam, önce onun doğmasından. Enteresan olan, ablalarının da ikiz olması. Ancak bunlardan biri, dokuz aylıkken vefat etmiş. Yazar adını, babası Hakkı Bey’in babasından almış. Maraşlı olarak bilinen yazar, ana tarafından Maraşlı imiş. Babası aslen İstanbullu, daha doğrusu Eyüplü, üstelik 300-350 yıllık Eyüplü. Rasim abi vefat ettiğinde “Niye İstanbul’a getirilip Eyüp’te defnedildi?” sorusunun cevabını, bu kitabı okuyunca bulmuş oldum. Dedesi, annesi ilkokul üçüncü sınıftayken, öğrenciler kız-erkek karışık okumaya başlayınca okuldan almış. Annesi, hayatı boyunca buna içerlemiş.

Annesiyle babası evlendiğinde aralarında yirmi yaş fark varmış. Babası 1311 (1895) (vefatı: 25 Mayıs 1982) doğumlu imiş; annesi Ayşe hanım ise 1915 (vefatı: 5 Şubat 2002). Aile içinde annesinin adı, Nezahet’miş. Annesi, babasının yaşlı olduğunu kabul etmez, daima “o orta yaşlı” dermiş. Özdenören babasını güzel ve temiz giyinen, titiz biri olarak tanımlıyor. Ömür boyu tek bir fiske bile yememişler. Azarlamaz, bağırıp çağırmazmış. Otoriter olmakla birlikte çocuklarıyla oyun oynarmış. Mesela eve getirdiği leblebileri yere serper, “Hadi hepimiz kuzu olalım!” der, sonra hep birlikte dökülen leblebileri ağızlarıyla toplar, yerlermiş. Şakacı olan babaları taklit yeteneği olan biriymiş. Alaeddin Özdenören ile Karagöz oynatmaya heveslendiklerinde Hacivat-Karagöz’ü babaları çizmiş. Rasim Bey’in babası hakkında söylediği şeylerden biri de Maraş yemeklerini hiç yememesi. Annesi, babası için ayrı kendileri için ayrı yemek pişirirmiş. Babası ömür boyu Maraş yemeklerini hiç yememiş. Bulgur pilavını, içli köfteyi ağzına koymamış. Bunları yemesi istenince, “Bunları ancak devlet gücüyle yerim.” dermiş.

Maraş doğumlu olan yazar, çocukluğunu babasının memuriyeti dolayısıyla Maraş’ın dışında Malatya, Tunceli gibi değişik şehirlerde geçirmiş. Maraş’ta Yörük Selim Mahallesi’nde, Beyazıtlı Camii’nin üst tarafında, eski Sakarya İlkokulu’nun civarındaymış evleri. Şehrin nüfusu o zamanlar otuz bin kadarmış. Evlerinden Maraş Kalesi görünürmüş. Ramazan günlerinde oradan top atılmasını beklerlermiş. Çelik Palas’tan itibaren Antep tarafına doğru ve karşı taraflar hep bostanlıkmış. Oralara lağım suyu dökülürmüş. Açıktan lağım suyu gelir, bostanlar o suyla beslenirmiş.

1949 yılında, yazar dokuz yaşında iken, babasının tayini üzerine Malatya’ya gitmişler. Tunceli’ye gidişleri bir gammazlık neticesinde olmuştur. Yıl 1954’tür. Babası, Ulus gazetesi okumaktadır. Birileri, zamanın Malatya valisi Kınıkoğlu’na gidip durumu haber verir. Vali kendisini çağırır, “Sen Ulus gazetesi okuyormuşsun, doğru mu?” diye sorar. Babasının, “Muhaliflerimiz ne söylüyor, onu takip için.” şekildeki cevabını inandırıcı bulmaz. Daha sonra babası Bayındırlık İl Müdürü olarak Tunceli’ye tayin edilir. Terfi olarak görünen bu atama, aslında bir rütbe-i tenzildir. 1955 Mayıs’ının sonlarında babası emekli olur, Maraş’a dönerler. Tunceli’de bir yıl kadar kalırlar.

Aynı yılın Eylül’ünde liseye başlar. İki şube olan birinci sınıfların A şubesinde öğrencidir. Sınıfta arkadaşları arasında, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Hasan Seyithanoğlu, Ali Kutlar vardır. Okula kayıt esnasında kendisine Hamle dergisi satılır, böylelikle Nuri Pakdil ismiyle tanışmış olur. Dergideki Yurdaer Karpuzoğlu imzalı “Aşk Rüzgârı” isimli hikâye, Rasim Özdenören’i derinden etkiler. Çünkü Sait Faik tarzı modern hikâyeyi, ilk orada görmüştür. Hatta ona benzeterek bir hikâye bile kaleme alır. Liseli yıllarda Varlık, Hisar, Türk Dili, Türk Sanatı, Başkent Ankara, İstanbul, Yenilik, Yeditepe gibi dergilere yüzlerce hikâye gönderir. Kendisi bu dergilere abonedir de. Arkadaşı Ali Kutay’la birlikte Gençlik gazetesinde edebiyat sayfası hazırlar. Lisede, daha önce Nuri Pakdil tarafından çıkarılmakta olan Hamle dergisini tekrar çıkarmak isterler. Okul idaresi rıza göstermez. Ancak bazı hocaları kimi dergilerde öğrencilerinin yazılarını görünce, öğrencilerin taleplerini ciddiye alır. Yine de derginin çıkışı, lise üçe sarkar. 1957-1958 ders yılında üç beş sayı çıkarırlar Hamle’yi. Liseyi bitirdiği yıl, Nuri Pakdil’le tanışır. Kendisinden Gençlik gazetesinde hazırladıkları edebiyat sayfası için yazı ister. O da, olur, der. Birkaç gün sonra “Bilmem Bir Şeyi Soğan Zarında Bire İndirgemek” diye bir yazı getirir.

*

Rasim Bey’in okuma serüveni, küçük yaşlarda başlamış. Müthiş bir okuma-yazması olan annesinden dolayı, okula başlamadan önce alfabeye aşina imişler. Daha 5. sınıf bitmeden Maarif Kitaphanesi’nin yayınladığı Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Hz. Ali’nin Cenkleri gibi kitapları hatmetmiş. Evlerine çocukken Son Posta, Ulus gibi gazetelerin; Akbaba, Tombul Teyze, Karagöz gibi dergilerin girdiğini de belirtmek isterim. Özdenören’in on iki-on üç yaşlarında okuduğu kitaplar arasında Kerime Nadir’in Hıçkırık’ı, Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u var. Daha öncesinde ise, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun bazı eserlerini, Esat Mahmut Karakurt’un Dağları Bekleyen Kız’ı ile Ankara Ekspresi’ni okumuş. 1955 Mayıs’ında Tunceli’de arkadaşı Ekrem’den aldığı Ömer Seyfeddin’in bütün külliyatını bitirmiş. Tunceli’de ortaokulu bitirdikten sonra, o günkü şartlarda Maraş’a, Elazığ ve Malatya üzerinden gidiliyormuş. Malatya’ya gidince kitap kurdu olan arkadaşı Nurullah Gören’in delaletiyle Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini kendisinden ödünç alıp üç dört gün içinde okumuş. Okuduğu nüsha, iki cilt olup Çağlayan Yayınları baskısı imiş. Özdenören, adı geçen kitabı okurken arkadaşı Balzac okuyormuş. Ancak Fransız yazarın ismini, yazıldığı gibi telaffuz ediyormuş. Arkadaşı Nurullah’tan doğru telaffuzu duyunca, “Bu Balzak, bizim Balzac olmalı.” demiş kendi kendine.

1958’de başladığı Hukuk Fakültesi’ni 1967’de bitirmiş, kendi ifadesiyle söyleyecek olursak “çift dikiş” yapmış. Vakti, gece gündüz okuyarak geçiyormuş. Bir sene ders çalışıyormuş; bir sene de kendini sinemaya, tiyatroya, kitaba veriyormuş. Bunun temel sebebi, üniversiteyi bitirmek için muayyen bir zamanın olmaması imiş. 1958’de kayıt yaptırdığında 800 kişi alınmış fakülteye. Kontenjan da 1000 kişi imiş. Kontenjan aşıldığı takdirde, fakülte kendisi, öğrencileri seçmek için imtihan yapıyormuş.

*

Rasim Özdenören, 1956-1958 dönemi ve daha sonraki yıllarda bir kaygısının, daha doğrusu İslamî kaygılarının olmadığını söylüyor. İslamî hassasiyetin sonraki yıllarda oluştuğunu ifade ediyor. Şu cümlesini, tırnak içinde zikretmek isterim: “… zaten İslamî bir bilincimiz de yoktu bizim Sezai Karakoç ile tanışıncaya kadar.” (syf. 98). Bu esnada Rasim Bey yazı yazmayı bırakır, birkaç yıl yazı yazmaz. Bu durum 1965 yılına kadar sürer. Bunun gerekçesini şöyle açıklar: “Sezai Abi gibi bir yazar bu dünyada yaşarken ve yazarken bize yazmak caiz değil…” (syf. 104).

Hukuk Fakültesi’nde okurken İngilizceden sınıfta kalır. Sezai Karakoç kendisini İngilizce öğrenmeye teşvik eder. Özdenören için İngilizce dergiler alır, bir yere oturduklarında, bazı yazı ve haberleri tercüme etmesini ister. İngilizce öğrenmek için o zamanlar İstanbul’da tek İngilizce kurs olan Sultanahmet’te bir kursa gitmek ister. Ancak istenilen ücret çok yüksek olduğundan gidemez. Kendi kendine öğrenmeye koyulur. Neticede Rasim Özdenören, Eliot’tan tercüme yapacak düzeyde İngilizce öğrenir, çevirileri Diriliş dergisinde yayınlanır. Bir gün İngilizce çalışırken George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’ni okumaktadır. Mehmet Şevki Eygi, kendisinden kitabı tercüme etmesini ister. Ancak bu isteği kabul etmez. Olay, Marmara Kıraathanesi’nde geçmektedir. O sırada içeriye Sezai Karakoç girer. Eygi, Karakoç’a yönelerek, “Sezai, Rasim bunu tercüme eder mi?” diye sorar. O da kafadan, “Eder.” der. Bunun üzerine yazar kitabı tercüme etmek zorunda kalır.

Özdenören’in üzerinde önemli etkisi olan kişilerden biri de, Necip Fazıl’dır. Kendisiyle 1962 yılında, 22 yaşında iken tanışır. Sezai Karakoç, bir gün “Üstad’a hiç gittiniz mi?” diye sorar. Onlar da, “Gitmedik.” cevabını verirler. Bunun üzerine, “Sizi götüreyim.” der ve ikizi Alaeddin Özdenören’le birlikte onları Üstad’ın Kızıltorak’taki evine götürür. O tarihte başlayan görüşmeler, ilişkiler 1983’e kadar, yirmi bir yıl sürer.

Rasim Bey’in ilk kitabı, Sezai Karakoç’un teşvikiyle 1967 yılında yayımlanır. Yazdığı mektupların birinde şöyle der: “Rasim hikâyelerini gönder, burada Fatih Yayınevi ile anlaştım, onları yayınlayalım.” Yazar elindeki hikâyeleri toplar, Sezai Bey’e gönderir ve Hastalar ve Işıklar ortaya çıkar.

*

Edebiyat ve sanat dünyasında müstear kullanma geleneği vardır. Edebiyatçılar, sanatçılar çeşitli nedenlerle müstear kullanma gereği duyarlar. Rasim Özdenören’in de müstear isimleri vardır. Bunların ilki, muhtemelen, Celil Kahvecioğlu’dur. Yazarın müstear kullanmasının gerekçesi, fakültedeki bazı hocaların fikir olarak ayrı oldukları öğrencilere, gazete ve dergilerde yazdıklarını okudukları ve böylece onları tanıdıkları için, garez beslemeleridir. Kendisi bu tür olayların başından geçtiğini zikrediyor. Başka bir gerekçe de bir dergide aynı isimle birden fazla yazı yazmamadır. Devlet memuru olmak da müstear isim kullanma gerekçelerinden biridir. Eskiden devlet memurları, gerçek isimleriyle gazetelerde yazı yazamazlardı. Daha önce arkadaşı Ali Kutlay’la Berna Demirel müstearını ortak kullandıklarını da ifade edelim. Diğer bir müstear ismi de, Abdülgaffar Taşkın’dır. Edebiyat dergisinde yazan herkese bir müstear veren Nuri Pakdil, Özdenören’e bu ismi vermiştir.[1] Yazar bunu bazen A. Gaffar Taşkın olarak da yazmıştır. Mahmut Çukuroba, tek bir kez kullandığı başka bir müstearıdır.


[1] Burada bir anekdot paylaşmak isterim. 25 Aralık 2015 gecesinde Necip Fazıl Ödülleri töreninde, Nuri Pakdil’le Rasim Özdenören, edebiyatseverlerle sohbet etmektedirler. Pakdil, bazen Özdenören’in sözünü kesip bir şeyler söyledikten sonra Özdenören’e dönüp “Devam et Abdülgaffar Taşkın!” demektedir.

Bkz.: https://www.star.com.tr/necip-fazil-odulleri/icinizde-her-gece-ustada-fatiha-okuyan-var-mi-haber-1079474/