Cahit Zarifoğlu Yahut Şiirde Hakikatin Nabzını Tutmak

Bir şiir söyleyicisi olarak Zarifoğlu, telkin etmeyi sever. Onun şiirindeki dip dalgalardan en belirgin olanı, hiç şüphesiz “metafizik”tir. Şiirinde İslam kültür ve medeniyetini ana bir renk olarak değil, ara bir fon olarak görürüz. Bu yönüyle, Necip Fazıl’ın “şiir tebliğ etmez, telkin eder” düşüncesiyle birebir uyum içindedir.

Salih UÇAK

Prof. Dr., Gürcistan Üni., T. C. Tiflis Büyükelçiliği

Şiir, derin katmanlardan oluşan bir anlam vadisidir.

Her bir katman, “okur”una yeni anlamlar ve keşifler sunar. Kimi okur, yüzeydeki katmanda kelimelerle oyalanırken, kimi okur da dip dalgalarda, fısıltıyla söylenmiş, hatta söylenmemiş olanı dahi çekip çıkarmanın peşindedir. Bu, okurun şiir bilgisine ve görgüsüne bağlıdır. Anlam arkeolojisi için okurun “yetkinliği” önemlidir. Şiir söz konusu olduğunda, bu yetkinlik birkaç kat daha önem kazanmaktadır. Bilge bir okur, yüzeyde oyalanmaz; derinlere dalarak anlam incisini bulmaya gayret eder. Kelimelerin sakladıklarını gün yüzüne çıkarırken, gün yüzüne çıkanları ise daha derinlere, ışıksız gecelere taşır ve dolunay aynasında okumaya çalışır. Şiir, kelimelerde saklanmış olanı bulma oyunudur. Şiir, uzak çağrışımın çağrısını yakından duyma sanatıdır. Şair ise çağrışımın baş mimarıdır…

Şiirde “kendince bir dil” geliştiren söz mimarı şairlerden biri de Cahit Zarifoğlu’dur. Şiire “yabanıl” bir ses getiren şair, her şeyden önce okurda mutlak bir “hayret” uyandırır. Mısralarıyla ilk defa karşılaşan bir okur için bu karşılaşma, ‘şok mangasına’ teşbih edilebilir. Zira bu ilk karşılaşma, “hayret”in ötesinde olacaktır. Kendi içinde bir bütünlük taşıyan Zarifoğlu şiiri, başka bir şiire benzemez. Kendisinde de başka bir şairin yankısı görülmez. Tökel’in ifadesiyle söylersek, “o bir kavram mimarıdır.”[1]

Zarifoğlu, kendine özgü bir algıyla edebîleştirdiği yoğun anlatımda, bilineni daha benzersiz bir forma dönüştürmede ustadır. Onun imgeleri, bu bağlamda biriciktir. Ne süslü imgeler ne de batık imgelerle işi olur. İmge, onun kendiliğinden ve doğal olarak bulduğu bir “şey”dir. “Şey”ler, eşyanın sırrını sırmalarken okura hakikatin kapısını aralar aslında. Zarifoğlu, nesneyi içkin bir perspektiften görür ve okur. Düşüncenin resmini çekerken kelimeleri fırçalar, parlatır; anlam tuvalinde cilalı manalar sergisini açar. İşte, bu hakikatin hayretidir işte!

Bir şiir söyleyicisi olarak Zarifoğlu, telkin etmeyi sever. Onun şiirindeki dip dalgalardan en belirgin olanı, hiç şüphesiz “metafizik”tir. Şiirinde İslam kültür ve medeniyetini ana bir renk olarak değil, ara bir fon olarak görürüz. Bu yönüyle, Necip Fazıl’ın “şiir tebliğ etmez, telkin eder” düşüncesiyle birebir uyum içindedir. Zarifoğlu’nun şiiri, pek çok özelliğiyle “hatırlatıcı” bir öznedir. Okuru uyarır, uyandırır, sarsar, yoklar; yetmezse bir meczup yahut bir yumruk suretinde görünerek “uyarıcı” kimliğini mutlak surette gösterir. Öyle ki, şiir bazen söyleyicisini bir kenara bırakarak kendi sesine odaklanır ve mutlak bir fenomene dönüşür.

 Zarifoğlu, “Hızla Akan Mızrak[2] şiirinde hakikati öyle belirgin bir imgeyle ifade eder ki, anlam değil, okur ters yüz olabilir ancak. Bütün fennî bilgimizi alt üst eden hakikati öyle bir formda sunar ki, bildiklerimizi yeniden düşünmek durumda kalırız. Fizik, ışık hızına; biz imgeye yenik düşeriz:

“Bu geçen mızrak

Kalın kararlı

Atanın değer biçilmez atıyla

Kuşkusuz yolunda gerek

Mızrak geçer ışığı

Geçer geceyi dolduran karanlığı da…”

Sahi, “ışık hızından daha süratli miydi mızrak?” Eğer atalar, at sırtında kararlı ve kalın bir mızrak attıysa hedefe, elhak, öyledir demekten başka çaresi yoktur. Bu, yüksek sesli bir “amin”dir adeta. Şeksiz şüphesizdir: Işığın mızrağı geçme ihtimali asla ve kat’a yoktur. Şiir fenninde fiziğin bütün kuralları yanlıştır! Metanın fiziği, “mutlak”a mağlup olmuştur, olmaya mahkumdur. O halde, hedefe kilitlenmiş bir mızrak gibi yolda olmak gerek!

Ömür vadisinde, mutlak varlardan biri yokluğunu arzuladığımız ölümdür. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”si bir trene dönüşür Zarifoğlu şiirinde:

“Ya bu kez ölenleri görmeliysek

Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle”[3]

Ölmeden ölüleri görmek mümkün değilse, kuş olup uçmalıyız. Ruh, kuşa; tabut, trene dönüşür düşünde şairin. Biz, kuşları maveraya muştulayan nesli bilmezsek, ölüm hakikatini de çözemeyiz.

Ve unutma, hayatın mutlak hakikatidir memat!

Zarifoğlu, telmihlerin ve çağrışımların en masumunu, bir çocuk sadeliğiyle yakalar. Basit, fakat derindir bu telmih ve çağrışımlar. “Taş Gemi” şiirinde, göz ucuyla değil; gönül gözüyle bakınca anlamlıdır her şey:

rüzgâr da koşar

nasıl sever misiniz

ya kimbilir hangi sevincin

hangi gerçeğin çiçeği

göz nuru

hangi hangi geleceğin

ağacı gelir dize

çılgınlık gibi mutlaka

ışıklı imkân içinde[4]

Sever misiniz bilmem, lakin “seher yeli esmeden” nasıl haber alınır yârdan? Mümkün müdür yâr kokusunu almak? Bütün klasik şairlerin müjdecisidir rüzgâr. Her ozanın sazına yoldaştır seher yeli. Fuzûlî, “ne yanar kimse bana âteş- i dilden özge / ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” dediğinde yalnızca rüzgârın koşusuna hasrettir. Ercişli Emrah’ın “bad-ı saba sen Mevlâ’yı seversen / eylen sana deyim ey seher yeli / bir emanetim var sana vereyim / götür nazlı yara ver seher yeli/ mısraları da aynı özlemin, aynı hasretin hareleridir. Rüzgâr, ışıklı imkân içinde bir muştudur. Nereden, ne zaman ve hangi saikle eserse essin, daima bir göz nurudur.  

Şiir biraz da eskimeyen geçmişe özlemdir Zarifoğlu için:

“Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan

Geçerdi babam

Başında yağmur halkaları”[5]

Hangi çarşılardan geçtiğimiz bir “mesele”dir. Kimliğimizi, kültür ve töremizi yansıtan kemerli “uzun çarşılar”da her ses, her seda bizi hakikate yaklaştırır. Mekanik yapısıyla “metalaştıran çarşılar (avm’ler), hilkatin hakikatine muhaliftir. Hâlbuki aşkın varlığın rengine bürünen eski çarşıların dokuları, aşkla bezenmiş bir kanaviçeden başka bir şeye teşbih edilemez. Oysa eskiden “yasinsiz, tahasız” olmazdı kapalı çarşılarımız. Kaybettiğimiz şey sadece çarşı pazar değil; çarşı pazarla birlikte içkinliğimizi, özümüzü ve bilhassa sözümüzü kaybettik. Ne babalarımız geçiyor tütsülü pazarlardan ne de pazarlarımız pazar artık… Neyi kaybettiğini dahi bilmeyenler önce pazarlara baksın!

Zarifoğlu, “Toprak” şiirinde çıplak hakikati bir şamar gibi vurur yüzümüze:

“Evlerle aramız açılıyor

çünkü savaşlardan biridir evlerinden kaçanlar”[6]

Kent, şehri; bina evi yıktı…

Hâlbuki eskiden evlerimiz vardı. Bahçeli, çocuklu, börtü böcekli… Komşularımız vardı, yokluğu ve yoksulluğu paylaştığımız. Şimdilerde ise apartmanlarımız var; yani bölük pörçük ayırdıklarımız, “apart” edilmişliğimiz… “Mega kent”lerimiz var; ruhsuz, mahallesiz, kültürsüz! Hayatı şah damarından yakalayan evlerden dairelere taşınınca kaybettik, bize ait ne varsa… Oysa biz, evlerimizi bilirdik her şeyden evvel. Evler ki, sığınaktı bize; bir saçak altıydı, biraz yuva biraz da mahremiyetti… Balkonlu dairelere “ev/yuva” kurulmuyor artık.

Hayat bir ağartı, bazen bazen de çok bilinmeyenli bir denklem. Zarifoğlu, “Ağartı” şiirine hayatın tezatlı tarafıyla başlar. Bu başlangıç, bir yönüyle felsefî bir sorgudur:

“sevgililer yüzüne karşılık geldim

kaygı bağırdı gözevlerimde”[7]

Sevgi ve kaygı… ikiz mi, aralarında gün farkı olan iki kız kardeş mi bilinmez; lakin ne kaygısız sevgi mümkündür ne de sevgi kaygısız olabilir. Her şey zıddıyla kaimdir bu dünyada. Bu çağ, sevgilerden çok kaygıların çağıdır. Yüzlerde keşif bir kaygı bulutu görürsünüz; trende, tramvayda, sokakta… Sevgi, yarım kalmış bir tebessümdür artık. İnsanlar, kaygılı yüzlerde zayi ilanı. Her surette unutulmuş onlarca vefa, yüzlerce gönül borcu… Hiç ağız dolusu gülen birini gördünüz yakınlarda? -meczuplar hariçtir meclisten- Heybemizde telaş, heybemizde gün yorgunlukları…

Zarifoğlu, bir tanımlama ustasıdır. “Yanma” şiirinde, Doğulu olmanın acıyla yoğrulan yanını şöyle tarif eder:

“hem şarklıyım ben

gövdem yara dolu

sevdiğim kolla beni”[8]

Şark, acının başkentidir tarih boyunca. Garp ise savaşlardan arta kalan zamanın hercai çocuğu… Zaman gergefinde, şark daima gözyaşıyla ıslanmış bir atlastır; garp ise şölenlerin ve yortuların dışında hazzın can damarında. Şarklıysam kolla beni sevdiğim, Garplıysam korun korunabildiğin kadar. Ben şarklıyım sevdiğim, biraz hüzün biraz da esrik kokarım, bağrım yara bere içinde…

Açlık Türküsü”,baştan sona yitirdiğimiz güzelliklere ithaf edilmiş bir şiirdir. Bu şiirde her okur kendine bir mağara bulur sığınacak… Ben kediyi ve Ebu Hüreyre’yi seçiyorum, kelimelerin sayılı olduğu bu yazıda;

“Kedilerin cübbe eteklerinde

İnsanlığın en berrak denizine uzanıp

İstirahat buyurduğu

Söyliyelim bir kez daha

Olmuştur

Aşk olmuştur”[9]

Saatleri “saadete ayarlı bir asrın” kedileri dahi mutludur, kaygısız uyudukları eteklerde. Sevgisinden emindir, kaygısızdır; mutlak bir teslimiyetle uzanmıştır öteye: düşünde gül bahçeleri… İnsanlığın en berrak denizine uzanırsa bir kedi kaygısız, orada “saadet” mümkündür baylar!

Söyleyelim, bir kez daha söyleyelim:

Olmuştur

Aşk olmuştur


[1] Dursun Ali Tökel, “Bir Kavram Mimarı Olarak Cahit Zarifoğlu”, Bir Dağ Nasıl Söylerse Öyle: Cahit Zarifoğlu, Hat Yay., İstanbul, 2017, s. 173-186.

[2] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yayınları, İstanbul, Şubat 2021, syf. 19.

[3] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 22.

[4] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 24.

[5] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 69.

[6] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 73.

[7] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 83.

[8] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 87.

[9] Cahit Zarifoğlu, Şiirler, syf. 89.