Öyküleriyle olduğu gibi edebiyat üzerine yazdığı deneme ve değerlendirme yazılarıyla da öne çıkan Cemal Şakar ile eleştiri hakkında söyleştik. Söyleşinin eleştiri konusundaki bakış ve anlayışımıza katkı sağlayacağını düşünüyoruz. Yönelttiğimiz sorulara samimiyetle cevap veren Şakar’a teşekkür ediyoruz.
İNSİCAM

Soru: Evvela sorularımıza cevap vermeyi kabul ettiğiniz teşekkürlerimizi sunarız. Tenkidin (eleştirinin) tahkire (aşağılamaya) hatta yok saymaya dönüştüğü veya böyle algılandığı durumlar az değil. Sizce sağlıklı bir eleştirinin aslı esası, kaidesi kuralı nedir, ne olmalıdır?
Cevap: Tenkit, gerçek parayla sahte parayı birbirinden ayırma işidir; bir anlamda gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün birbirinden ayrıştırılmasıdır. Ayrıştırdığı, yeniden sahteyle karışmasın diye onu noktayla çentikle işaretler; ama bunu gagalayarak, iğneleyerek, dokundurarak yapar. Eleştiri dendiğinde genellikle gagalaması, iğnelemesi, dokundurması akla gelir. Böyle olunca da can sıkıcıdır doğal olarak.
Aslında eleştiri olumlu bir etkinliktir. Çünkü yargıda bulunmakla ilgilidir. Yargı da öncelikle bir şeyin fark edilmesi, algılanması, kavranmasıyla mümkündür. Eleştiri zihnin bir şeye ilişkin bilgisini, o şey hakkındaki yargısını gözden geçirmektir. Bu sayede ayırt etmek, ayrıştırmak söz konusu olabilir. Ama yargıyı olumlamak ya da olumsuzlamak için bir kritere, nirengi noktasına ihtiyaç olduğunu hatırlayalım.
Sözünü ettiğiniz tahkir/aşağılama eleştiri değildir; adı üzerinde tahkirdir/aşağılamadır. Burada akıl devreden çıkar, freni patlamış araç misali nerede duracağı belli olmaz; ne nirengi noktası vardır ne de herhangi bir yargı. Bu tür durumlarda en iyisi geriye çekilmek, susmaktır; zira karşınızda aklın kontrolünü kaybetmiş bir cahil vardır.
S: Tarihe baktığımızda, özellikle İslamî ilimlerde hadis, fıkıh, kelamda bir eleştiri kültürümüz var. Bundan yeterince yararlanabildiğimizi söyleyebilir miyiz?
C: Yeteri kadar vakıf olduğum konular değil. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Oradaki tartışmalar, okullar arasındaydı. Okul, düşünsel bütünlüğe ve tutarlılığa sahip olmak, belirli bir sistematik kurmak demektir. Hal böyle olunca eleştirinin yaslandığı bir kriter var demektir; kriter olmadan kritik olmaz. Okullar arası tartışma karşılıklı olarak bütünlüklü, tutarlı, sistematik eleştirilerdi ve bu karşılaşmalardan bereketli sonuçlar çıkıyordu.
Bugün okullar yok, kişisel tutumlar, anlayışlar var. Özellikle ilahiyat bağlamında, ‘merkezi düşünce’ her yanı kendi rengine boyuyor. Merkezi düşüncenin kapsadığı geniş alan, kendi dışındakileri massediyor. Geriye kala kala merkezin massedemediği kişisel eleştiriler ya da çıkışlar kalıyor; ama bu çıkışlar, sesini duyurabilmek için neredeyse bir feverana dönüşüyor. Merkez, bu feveranı kısa zamanda ‘mahallenin delisidir, ne dese yeridir’ mesabesine indirgeyerek değersizleştiriyor, bunu yapamazsa tedip ve tazirle yola getirmeye çalışıyor.
Üniversiteler bilim merkezleridir, orada bilim üretilmesi beklenir. Bilim insanlarının özgürce düşünüp argüman geliştirmesi, hipotezler kurması, yargılar ortaya koyması onlardan beklenen görevlerdir. Ancak düşüncelerin özgürce ortaya konması genellikle ‘kafa karıştırmak’la eşleştirildiği için giderek sakıncalı bir eyleme dönüştürülür. Merkezi düşünce, kafalar için salim bir limandır, ötesi kafa karışıklığıdır. Oysa özellikle üniversiteler, her türlü fikrin dile getirilebildiği kürsülerden oluşmalıdır. İnsanların kafasının karışmasından korkmamak lazım, tarih boyunca hep yaptığı gibi toplum bu düşüncelerin ortalamasını alacaktır nasıl olsa.
Eğer böyle bir eleştiri geleneğimiz varsa bırakın ondan yeteri kadar yararlanmayı daha dün ilahiyat fakültelerinden felsefenin kaldırılması isteniyordu, kaldırılamadıysa da ders saatleri en aza indirildi. Bir insanın kafası okuduğu için değil, okumadığı için karışır. Daha doğrusu okumayan, düşünmeyen bir kafa tabula rasa gibidir, kimin eline düşerse boş kâğıdı o doldurur. Buradaki direnç, boş kâğıdı kimin dolduracağıyla ilgilidir, herkes boş kâğıdı doldurmanın peşindedir; dolduran, boş kafayı temellük etmiştir; sonrasında boş kâğıdın kimseyle temas etmesini istemez. Onun, kafaların karışmasından korkması, temellük ettiğinin elinden kaçmasıdır.
S: Sizce eleştiri, düşünce hayatımızda, kültür ve sanat hayatımızda nerde duruyor? Ne gibi bir işleve sahip?
C: Düşünce, kültür, sanat hayatımız nerede duruyorsa eleştiri de aynı hizada duruyor. Biri önde, diğeri geride kalmış değil. Eleştirel bakış yoksa bir düşünceniz de olamaz, zira doğruyu yanlıştan ayıracak melekenizi yitirmişsiniz demektir. Düşünmek, zımnen eleştiriyi içkindir; kıyas ede ede düşünürsünüz. Biz genellikle eleştiriden, bir düşünce ya da sanat eserine baltayla dalmayı anlıyoruz, böyle olunca da tahkir/aşağılama devreye giriyor. Ben böyle düşünmüyorum, düşünür ya da sanatçı eserini eleştiriden geçirerek verir, aksi düşünülemez.
Eleştiriyi bundan bağımsız bir kategori olarak düşündüğümüzde, eleştirmene düşen öncelikle karşısındaki eseri anlamak, sonra da çözümlemektir. Eleştirinin bir ayırma, ayıklama işi olduğunu düşünürsek, eleştirmen düşünce eseri karşısında eserin geliştirdiği argümanları, referansları ve tabii ki vardığı yargıları nirengi noktasına vurarak geriye ne kaldığına bakar. Sanat eserindeyse eleştiri kavramlarla yapılamayacağı için -sanat eseri herhangi bir doğruluk iddiasında değildir; özünde hayalidir- eleştirmene düşen biçime yönelik bir eleştiridir. Biçim, eserin içeriğini sınırlar, derler toplar, ona şeklini verir. Bu yönüyle düzenlemelerin tutarlılığını sağlar; eseri öznellikten kurtararak nesnelleştirir. Okurun katılımını sağlar. Eleştirmene düşen eserin kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir yapı arz edip arz etmediğini teşhis etmektir. Kötü eserlerde biçim her yandan delik deşik edilmiştir, eserdeki fazlalıklar bu deliklerden taşar. Biçim düzenleyici bir ilke olmaktan çıkınca eser ne koysanız alan ne çıkarsanız eksilmeyen bir harara döner.
S: Aslında eleştiri edebî bir tür. Diğer edebî türlere bakıldığında eleştirinin oldukça zayıf ve arkada kaldığı görülüyor. Sizce bunun sebepleri nelerdir?
C: Gerçekten böyle mi; emin değilim. Sadece ortalıkta eleştirinin olmadığına dair bir rivayet dönüyor. Az önce dediğim gibi sanat eseri nerede duruyorsa eleştiri de orada duruyor. Hiçbir sanatçı, bugün anladığımız anlamda eleştirilmek istemez, mazoşist değilse tabii ki. O zaman eleştirinin olmadığını söyleyenler aslında yeteri kadar gündeme gelmediğini, eserinin görülmediğini, övülmediğini söylüyorlardır diyebiliriz.
Atladığımız bir nokta var gibi; sanat eserinin de eleştirel olması gerektiğini unutuyoruz galiba. Romantik bir ilke olarak sanatın muhalif olduğu ya da olması gerektiği söylenegelir. Ancak buradaki muhaliflik salt hükümet nefretine sıkışıp kalmıştır. Elbette hükümet, geniş anlamıyla iktidar biçimleri eleştiriden muaf değildir ve hatta eleştirinin öncelikli hedefidir. Çünkü yasayı koyan ve buna bağlı yargıyı geliştiren iktidardır ve eleştiri burada ayırt edici etkinliğini göstermelidir. Sanat açısından bu yetmez, daha temelde dilsel yapıları, kamusal mekan ve zaman düzenlemelerini kendi tutarlı ve bütünlüklü yapısında asli pozisyonlarına oturtmalıdır. Bundan sonra eleştirmen yapıyı belli bir kritere göre çözer, esere içeriden bakar ve varsa tutarsızlıklarını, ifade edişindeki zayıflıklarını ortaya koyar. Ortada sökülmeye değer bir yapı yoksa eleştirmen elbette sırtını dönüp gidecektir.
Bir de sosyal ağların, kitap eklerinin ve internet sitelerinin enerji birikmesini engellediğini söyleyebiliriz. Şöyle ki, eser de eleştiri de temel bir fikirden, duygudan yola çıkılarak inşa edilir. Sosyal ağların insanı kışkırtan bir yanı var, onu durmaksızın bir şeyler söylemeye zorlar. Bu baskı karşısında temel fikir orada ifşa edildiği anda muhtemel bir eser ya da eleştiri söner gider. Çünkü malzeme heder edilmiştir. Kitap eklerindeki ve internet sitelerindeki kitap tanıtımları da benzer şekilde eleştirel enerjiyi emer; sanki eser hakkındaki söylenmesi gerekenler “söylenivermiştir” gibi olur. Bu mecralar doğası gereği böyle bir eser çıktığını okura sadece haber verir; orada eserin incelenmesi, belli bir kuram etrafında çözümlenmesi beklenmez.
Aslında üniversitelerde birçok makale hakemli dergilerin bir türlü okura ulaşmaması nedeniyle gözden kaçmaktadır; hakeza tezlerde de durum aynıdır. Yoksa özellikle aranıp taransa literatürün zenginliği ortaya çıkacaktır.
S: Herhangi bir kişinin, sanatçının, edebiyatçının gelişmesinde eleştirinin yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
C: Eleştiri bir boy aynasıdır, sanatçı orada kendisiyle yüzleşir ve boyunun ölçüsünü alır. Nelerin yolunda gittiğini nelerin de yolunda gitmediğini görür; sonrası ona kalmıştır, ya eleştirmene hak vermez ya da hak verir. Aslında eleştirinin boy aynasına çıkmadan önce kendisine karşı dürüst olabilen bir sanatçının eserinin sıkleti konusunda fikri vardır ve karşısında hakkaniyetli eleştiri varsa sadece kendi tespitiyle yüzleşmiş olur. Her türlü yüzleşme acı verir; sanatçı eserinin sıkletini bilse bile kendine itiraf etmekten kaçınabilir ya da okurun bunu sezmeyeceğini umabilir; boy aynasında yaşadığı acı, tesellinin elinden alınmasıdır. Haddizatında insan kendini teselli edilebilen bir varlıktır.
Bir de yapıcı ve yıkıcı eleştiriden söz edilmektedir. Has eleştiri, dediğim gibi olumlu bir etkinliktir, bu yüzden yapıcıdır. Çünkü çözdüğü, çözümlediği yapıyı öylece bırakmaz, ne şekilde toplanması gerektiğini de gösterir. Mesele tespit etmekten ibaret değildir, öneride de bulunmaktır. Hastaya hasta teşhisi koyup bırakmak, onu daha fazla hasta etmek demektir; bu yüzden mutlaka tedaviden de söz edilir bu süreçte. Böylece muayene yapıcı bir hal almış olur.