Gazâlî’ye göre asıl mesele, hakikatin ortaya çıkmasıdır. Benlik araya girdi mi İslam açısından bu tenkit ve tartışmalar hiç bir fayda ifade etmezler. Niyetin sahih olmadığı yerde sadece metodun doğru olması da yeterli olmaz. Yani Batı’nın Makyevelli’den beri kutsadığı “Amaç, aracı meşrulaştırır” anlayışı, İslam düşüncesinde kendine yer bulamaz. Tenkit yapılırken kendi haklılığımızı değil, hakkın ve hakikatin üstünlüğünü hedeflemek şarttır.
Mülayim Sadık Kul

Bismillahirrahmanirrahim
İnsicam’ın üçüncü sayısında İslam ilim geleneğinde eleştiri adabını Gazâlî’nin Eleştiri/Tenkit metodu üzerinden ele almıştık. Kimleri, hangi sebeplerle eleştirdiğini ve bu tenkitlerden neredeyse tüm İslami disiplinlerin farklı şekilde nasibini aldıklarından bahsetmiştik. Daha çok Tehâfüt üzerinden felsefecilere yönelttiği eleştiri ile gündeme getirilen Gazâlî’nin aslında genel anlamda ilimle meşgul olan ya da iddia sahibi herkesi içine alan geniş bir yelpazeyle, hem fakihleri hem de en çok takdir ettiği sufileri kıyasıya eleştirdiğine işaret etmiştik.
Gazâlî’ye göre asıl mesele, hakikatin ortaya çıkmasıdır. Benlik araya girdi mi İslam açısından bu tenkit ve tartışmalar hiç bir fayda ifade etmezler. Niyetin sahih olmadığı yerde sadece metodun doğru olması da yeterli olmaz. Yani Batı’nın Makyevelli’den beri kutsadığı “Amaç, aracı meşrulaştırır” anlayışı, İslam düşüncesinde kendine yer bulamaz. Tenkit yapılırken kendi haklılığımızı değil, hakkın ve hakikatin üstünlüğünü hedeflemek şarttır.
Daha önceki yazımızda kendisine atıfta bulunduğumuz İmam Şâfiî Hazretlerinin münazara yaparken taşıdığı halet-i ruhiyye, İslam âliminde olması gereken olgunluğun zirve noktasıdır. Hakkın galip gelmesi, her türlü hesabın üstünde olmalıdır. İmam Şâfiî de her tartışmada hakikatin, hasmının dilinden dökülmesini arzu ettiğini söyler. Bu münazarada hakkın galibiyeti için şahsi mağlubiyetin tercih edilmesi demektir. Kaybettiğimiz pek çok incelikten birisi de bu hassasiyet olsa gerek.
Gazâlî’nin münekkitliği, onun ilim anlayışını da en güzel şekilde yansıtmaktadır. Bu hassasiyetler de aslında pek çok İslam âliminin işaret ettikleri Kur’an metodunun gereğidir. Gazâlî hem İhyâ’da hem de diğer kitaplarında sık sık bu metodu ortaya koyan ayetlere işaret ederek açıklar. Kur’an’daki ‘‘Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker‘‘ ile ilgili ayetlerle (Âl-i İmrân suresi:104; Tevbe suresi:71 ve 112; Hûd suresi:116), kendi eleştiri metodunu dayandırdığı farklı davet ve mücadele yollarını bildiren Nahl suresi – 125. ayete sık sık atıf yaptığını biliyoruz. Bu ayet, çok net bir şekilde âlimlerin asli görevinin Rabb’e/İslam’a davet olduğunu ve bunun en güzel metotla yapılması gerektiğine işaret etmektedir:
‘‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin Rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir. O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.‘‘
Bu ayetlerin de açıkça ifade ettiği gibi aslında Allah kimin sapkın, kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilmektedir. Buna rağmen doğruya davet etmek ve öğüt vermek, buna ehil olan her Müslümanın vazifesi olduğu gibi birinci derecede de peygamber varisi olan âlimlerin görevidir. Hatırlatmanın, ancak mümin kullar için fayda vereceğini (Zariyat:55) ve mühürlü kalplerin bu hidayetten paylarının olmadığını da yine Kur’an bize haber vermektedir.
“Huccetü’l-İslam lakabı Gazâlî’ye neden verilmiştir?” diye sorulacak olursa herhalde bunun doğru cevaplarından birisi de onun İslam hakkında oluşturulan şüphe ve iddialara, yaşadığı çağın tüm ilmi imkân ve metotlarını kullanarak en güzel şekilde cevap vermesidir, diyebiliriz. O yaşadığı toplumun inançla ilgili şüphelerini ortadan kaldırmak için, konunun ve muhatabının durumuna göre mantıksal ve felsefi delillendirme biçimlerine başvurmaktan geri durmaz. Zira mantığı yöntem olarak kullanan filozofların ve Bâtınîlerin delil ve şüphelerine ancak onların anladığı dil ve yöntemle cevap vermek gerektiğini en iyi bilenlerden birisi de kendisidir. Felsefecileri eleştirdiği Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinde de felsefî düşünceyi kendi delil ve yöntemleriyle eleştirir. Felsefecilerin düştüğü mantık hatalarını tek tek ele alarak tabiri caizse muhataplarını kendi silah ve yöntemleriyle vurur.
Bu anlamda halkın inancını korumak için ele aldığı konulardan biri de Bâtınîlik meselesidir. “Bâtınîliğin Zırvaları/Saçmalıkları” olarak tercüme edebileceğimiz Fedâihu’l-Bâtıniyye isimli eseri, Halife el-Müstazhir-Billâh‘ın (1094-1118) emriyle Bâtınîlerin halkın inançları üzerinde oluşturduğu şüphelerin etkisini ortadan kaldırmak amacıyla yazılmıştır. Döneminin dinî ve siyasî yaklaşımını, felsefî ve Bâtınî düşünceye karşı korumak amacıyla hazırlanan bu eser, içerdiği konular açısından bugün de önemini korumaktadır. Gazâli, daha sonra Bâtınîlerin delillerini geniş biçimde ele alan bu eserin özeti niteliğindeki Kavâsimu’l-Bâtıniyye isimli eserini daha çok mantıksal delilleri analiz etmek maksadıyla kaleme almıştır. Bu eserde Bâtınîlerin iddiaları mantıksal deliller üzerinden tek tek ele alınarak yapılan akli ve mantıki hatalara işaret edilir.
Feḍâiḥu’l-Bâṭıniyye hakkında bilinen iki yazma nüshasından birinin British Museum’da, diğerinin ise Fas Karaviyyîn Camii Kütüphanesi’nde olduğu bilinmektedir. Eserin ilk neşri Streitschrift des Gazālī gegen die Bātınıjja-Sekte adıyla I. Goldziher tarafından yapılan 1916 tarihli Leiden baskısıdır. Eserin orijinal bu iki nüshaya dayanan tam neşri Abdurrahman Bedevî tarafından 1383/1964 yılında Kahire’de yapılmıştır. Abdurrahman Bedevî neşrini esas alan Avni İlhan, eserin tamamını Bâtınîliğin İçyüzü adıyla Türkçeye çevirmiştir (Ankara 1993). Görüldüğü gibi bu eserin de ilk defa gün yüzüne çıkması yine Batılı oryantalistler eliyle gerçekleşmiştir. Daha böyle binlerce eser, kendini neşredecek ilim adamlarını beklemektedir. Bu konuda son yıllarda gerek Türkiye ve gerekse diğer İslam ülkelerinde yapılan çalışmalar ümit vericidir.
Biz bu yazımızda Gazâlî’nin tek tek analiz ettiği detaylara girmekten ziyade bu eserlerin yazılış ruhunu ve bugün ifade ettiği değeri anlama gayretinde olacağız. O günün şartlarında Bâtınîlik iddiası nasıl bir tehlikeydi ve bugüne yansıyan yönü ne olabilir? Bugün itibariyle adı Bâtınî olarak bilinen bir grup olmadığı halde hala nasıl bir tehlikeden bahsedilebilir. Dün tarihin bir kesitinde yaşanmış bu tecrübe bugünün tehlikelerini anlamaya katkı sağlayabilir mi? Biz bu sorulara direk evet ya da hayır şeklinde cevap vermek yerine bu tecrübe hakkında belli tespitler ve değerlendirmeler yaparak din ve dindarlık üzerinden üretilebilecek tehlikelerin tarihi köklerine imkân dâhilinde işaret etmeye çalışacağız.
Gazâlî, Feḍâiḥu’l-Bâṭıniyye adlı eserini bir mukaddime ve on bab olarak düzenlemiştir. Birinci babda kitapta uygulayacağı metodu açıklayan Gazâlî, aynı zamanda İslam ilim geleneğinin bilimsel tenkit paradigmasını en özlü şekilde ifade etmektedir. Önce eleştireceği muhatabın görüşlerini, dayandıkları delilleriyle birlikte mükemmel bir şekilde özetlemiştir. Hiçbir görüşü, o görüş sahibi kadar konuya vakıf olmadan eleştirmediğini belirterek bu konuda objektif olmanın ölçüsünü net olarak çizmiştir.
İkinci babda fırka mensuplarının çeşitli zamanlarda Bâtıniyye, Karâmita, İsmâiliyye, Talimiyye, Sebiyye gibi on kadar isimle anılmalarının sebeplerini anlatır. Gazâli’ye göre Bâtınîlerin bir mezhep olarak kuruluş amaçlarının İslâm dinine zarar vererek mümkünse İslam dinini tamamen ortadan kaldırmaktan ibaret olduğunu söyler.
Üçüncü babda, Bâtınîlerin, kendi ideolojilerini benimsetmek amacıyla kullandıkları taktikleri dokuz noktada özetleyen müellif, bu akımın akıl ve fıtrata ters düşen pek çok saçmalık içermesine rağmen nasıl yayılma şansı bulduğuna işaret eder. Aynı soruyu bugün de defalarca sormuşuzdur. Nasıl oluyor da saçma sapan görüşler bu kadar taraftar bulabiliyor ve hatta bu uğurda her şeylerini ve hatta canlarını feda edecek bir duruma gelebiliyorlar? Bâtınîlerin adam devşirmek için kullandıkları hileler (modern bir ifadeyle metotlar) bugün de pek çok örgütün üye kazanmak için kullandıkları yöntemlerle benzerlik arz ediyor. İnsanların zaaflarını ve dini duygularını bundan bin yıl önce Bâtınîler nasıl kullandılarsa bugün de aynı şekilde pek çok terör ve tedhiş örgütü tarafından istismar edildikleri ortadadır. Kandırılan insanların sıradan cahil avam tabakası olmayıp özellikle de eğitimli ve devlet içinde önemli makamları işgal edenler arasından seçilmeleri de işin vahametini ve ciddiyetini ortaya koyması açısından önemlidir.
Son dönemde İslam ümmetinin en önemli sermayesi olan genç dimağların nasıl iğdiş edilerek kandırıldıkları hepimizin gözleri önünde cereyan etmiştir. Elbette kandıran kadar bu oyuna gelen ümmetin de tedbir almadıkları için sorumlu olduklarını tespit etmek durumundayız.
Dördüncü babda fırkanın temel görüşlerine geçilir. Gazâli her ne kadar Bâtınîler kendilerini Müslüman olarak göstermeye çalışsalar da aslında onların iki ilaha inandıklarını söyler. Peygamberi, dinle alakalı zahiri bilgiler veren dolayısıyla da Bâtınî gerçek bilgiye sahip olan İmam yanında aslında pek de önemi olmayan biri olarak algıladıklarından bahseder. Peygamberî bilgiler hakikati tam olarak bildirmediği için her asırda kendisine başvurulacak masum bir imamın gerekli olduğu şeklindeki Bâtınî imamet düşüncesini anlatır. Bunlardan da anlaşılacağı üzere Bâtınîlerin din diye inandıkları şey, ne Ehl-i Sünnetin ne de Şia’nın din anlayışıyla örtüşür.
Peygamberin rolünü gizli ya da aşikâr başka birisine devreden hiç bir anlayış İslami olamaz. Bu tehlikenin özellikle de İsmaililerde olduğu gibi kendilerini Ahmedi olarak nitelendiren Kadiyanilerde de olduğunu görüyoruz. Bu anlayışın bilerek ya da bilmeyerek bazı tarikat ve İslami cemaat mensupları arasında da yaygınlık kazanması, tehlikenin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Cemaat liderleri veya tarikat şeyhleri, ne kadar âlim ve veli olursa olsunlar hiç bir şekilde ne Allah’a ait bir vasfa ne de Peygamber’e has bir özellikle vasıflandırılamazlar. Dolayısıyla bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli ölçülerden birisi, Peygamberin tebliğ ettiği dinin bir şekilde sulandırılmamasıdır. Diğer bir ifadeyle zarurat-ı diniyye olarak ifade edilen Şeâir-i İslamiyye’den birinin herhangi bir gerekçeyle değiştirilmesi, bunu yapan kişi ya da topluluğun İslam dairesinde kalma ihtimalini bırakmaz. Peygamberin bile teşri yetkisinin olup olmadığı âlimler arasında tartışma konusu yapılabilmişken Peygamberin dışında birilerine bu yetkinin dolaylı olarak da olsa tanınması, hiç bir şekilde kabul edilemez. Elbette burada söylemeye çalıştığımız ölçü, bir şekilde dinin sabitelerine ait konularla ve akaitle alakalıdır. Yoksa mecellenin de ifade ettiği ‘‘Ezmanın teğayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz‘‘ külli kaidesini inkâr etmek değildir.
Gazâli’nin daha sonra dikkat çektiği diğer bir konu da, kıyamet inancıyla alakalıdır. Bâtınîler, kıyameti peygamberden sonra onun şeriatını nesheden altıncı imamın zuhuru olarak tevil ederler. Bununla da yetinmeyip ahiretle ilgili pek çok meseleyi indi tevillerle tamamen farklı manalar vererek değiştirirler. Bâtınîler, din adına İmamın belirttiklerinin dışında hiç bir emir ve yasağı kabul etmezler. Bu sebeple Gazâli’ye göre Bâtınîler mutlak ibâha görüşünü benimsediklerinden dolayı aslında İbâhî’dirler. Buna benzer durumların bazı cemaatler için de söz konusu olabildiği bilinmektedir. Kendilerini gizlemek adına her türlü haramı işleyebilecekleri ya da mükellef oldukları farzları bile terk edebilecekleri ifade edilmektedir. Hiç bir İslam âlimin tecviz etmediği konularda bu kadar rahat hareket edebilmek Bâtınîlerin İmam anlayışıyla bir şekilde örtüşebilmektedir. Allah adına neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermek, hem bu yetkiyi kendinde gören hem de bu yetkiyi ona veren ya da yakıştıran açısından ya cehalet ya da bundan öte bir durumun göstergesi olsa gerektir.
Beşinci bab, Bâtınîlerin nasların zahirine getirdikleri tevillere dair örneklerle ve bunların reddiyle ilgilidir. Bunların anlayışına göre aslında Kur’an ayetlerinin zahiri manaları kesinlikle hakikati bildirmezler. Asıl manalar gizlidir ve ancak İmam tarafından bilinebilir. Bu konuda ileri sürdükleri teviller, hiç bir müfessirin kabul etmediği ve zahiri manasıyla da hiç bir irtibatı olmayan manalardır. Oysa İşari tefsire cevaz veren âlimler bile bunu ancak zahiri manayı veya dinde sabit olan herhangi bir hükmü iptal etmeme şartına bağladıkları bilinmektedir. Dolaysıyla ne zahiri iptal eden bir bâtın ne de bâtını tamamen yok sayan bir zahir anlayışı Ehl-i Sünnet arasında kabul görmemiştir.
Altıncı babda, Gazâlî bilgi edinmenin akıl yoluyla değil sadece masum imamın öğretmesiyle mümkün olduğu şeklindeki Bâtınî iddiaları ele alarak bunları kesin delillerle iptal eder. Bu sebeple bu fırkanın bir diğer adı da Talimiyye’dir. Zira bilgi akılla ya da duyularla öğrenilemez, mutlaka bir öğretene ihtiyaç vardır. Bu öğretici de yalnızca İmam’dır. Gazâli bu konuda aklı mutlak bilgi kaynağı olarak görmese de yine de tamamen reddedilmesine itiraz eder. Ama bir öğreticinin olması gerektiği konusunda ise, ‘‘Evet biz de bir öğreticinin olma zaruretine inanıyoruz, ama bizimki kim olduğu belli olmayan biri olmayıp, mucizelerle Allah tarafından mueyyet olan ve tarihin ve binlerce sahabenin şahitlik ettiği Hz. Muhammed Mustafa’dır” der. Feḍâiḥu’l-Bâṭıniyye’nin, bilginin kaynağını masum imam olarak deklare eden iddialarını çürüten altıncı babını Gazâlî, Kitâbü Ḳavâṣımi’l-Bâṭıniyye ismiyle yeniden kaleme almıştır. Bu kitabın içeriği hakkında daha kapsamlı bilgi için Hülya Altunya’nın “Gazali’nin Batıni Delillere Yönelik Polemikleri” adlı makaleye bakılabilir.
Kitabın yedinci babı imamet konusuna ayrılmıştır. Burada imametin nasla sabit olduğu, imamların küçük büyük her türlü günahtan korundukları ve her şeyin bilgisine sahip bulundukları şeklindeki iddialar çürütülür. İmamet görüşünün büyük ölçüde Şia’nın yaklaşımına uygun olmakla birlikte gerek İmamiyye gerekse Zeydiyye gibi gruplardan da farklı olduğu söylenebilir. Şia’nın masumiyet yaklaşımı problemli olsa da onlar hiç bir zaman Bâtınîler anlayışında Tanrı’nın hulul ettiği mutlak bilgi sahibi bir İmam iddiasında bulunmazlar. Bunun küfür olduğuna Şia da kanidir. Görüldüğü gibi İmam, masum olmasının ötesinde bir makama sahiptir. Her şeyin bilgisine sahip olmak, Hızır ve Musa kıssasıyla Kur’an’ın da şehadetiyle hiç bir Peygamberin iddia edemeyeceği ve sadece Allah’a mahsus bir durumdur. Bâtınîlerin Tanrı’nın İmam’a hulul ettiğine inandıkları göz önünde bulundurulduğunda işin akidevi açıdan vahameti daha net olarak ortaya çıkar.
Sekizinci babda Gazâlî, İslâm dininin Bâtınîler hakkında ne hüküm verebileceği konusunu ele alır. Müellif, Bâtınî düşüncelerin bir kısmının sapıklık ve bidat çerçevesine girdiğini, bir kısmının ise tekfiri gerektirdiğini, küfrüne hükmedilenlerin mürted statüsünde bulunduğunu belirtir.
Gazâlî, kitabının dokuzuncu ve onuncu babında, yaşadığı çağda meşrû imamın Müstazhir-Billâh olduğunu gerekçeleriyle birlikte ispatlamaya çalışır. Ayrıca devlet başkanının, görevini, yerine getirmesi gerekli olan ilmî ve amelî vazifelerinin ne olduğuna cevap vermeye çalışır.
Günümüzde kainat imamı gibi tabirlerin kullanıldığını duyuyor ve biliyoruz. İslam ilim geleneğinde olmayan tabirler aslında bilinçli olarak bazı hakikatlerin tersyüz edilmesi anlamına gelebilmektedir. Özellikle de mehdi anlayışı üzerinden bir mehdi enflasyonu yaşandığı bilinmektedir. Bütün bunlarda ölçü, tarih boyunca İslam alimlerinin ortaklaşa ittifak ettikleri orta yol (ümmeten vasata) diye ifadesinin bulan çizginin kaba softa ham yobaz derekesine düşmeden korunmasıdır.
Gayret bizden tevfik Allah’tan. En büyük keramet istikamettir fehvasınca kalın istikamette.