Tüm coğrafyalarda toplumlar, dereceleri farklı olsa da belli ölçüde Batılılaşmış bir evrededir. Bugünün insanı, evrensel insanî kavramların içinin büyük ölçüde boşaltıldığı ve hakikatinden koparıldığı bir hâli yaşamaktadır.
Yusuf YAZAR

XI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da üniversitelerin kurulmaya başlanması, XV. yüzyılın ikinci yarısında coğrafî keşifler, dönemin denizci Avrupa ülkelerinde kazanılan özgüven, bilim ve teknolojide gerçekleştirilen gelişmeler, dünya algısındaki farklılaşmalar, yozlaşmış ve kokuşmuş kilise yapısının güç ve kontrolünü kırma isteğinin başat roller oynamasıyla Rönesans ve Reform dönemi, tüm diğer unsurların yanı sıra zuhûr etmiştir. Özelde Kilise (ve genelde din ve dinî olan) karşıtı hümanist, akılcı-liberal düşünce, kısa sürede güç kazanarak kendisine varlık alanı bulmuştur. Bu dönem, kilisenin (genelde dinî karakterde olanın) kontrolünden bağımsızlaşmak isteyen, Avrupa merkezli modern bilim anlayışının kendisini inşa etmeye başlamış olduğu bir dönemdir.
Politik düzlemde de yansımaları olan bu hareketlerin toplamı, genel olarak kutsal[1] ya da kutsal ile kurulan irtibatı, bir özgürleşme çabası ve sürecine dönüştürür. Bu süreç, XVIII. yüzyıl aydınlanmasıyla bütün dünyayı etkisi altına alan, karşı konulamaz bir hükümran ve evirici dalgalanmayı ortaya çıkarır. Süreç içerisinde, teleskop ve mikroskop gibi teknolojik icatların yapılması, XVIII. yüzyılda İngiltere’de başlamış olan sanayi devriminin özgüven ve cüretkârlığını artırdığı gibi modern bilim anlayışını ve ilerlemeci yaklaşımları da destekler. Artık ‘bilim’ dinin yerini almış gibidir. Bir diğer ifadeyle bilim, din karşısında üst bir konum sağlamıştır. Bu sürecin başlangıcında vücut bulmuş olan insan-merkezci (âlemleri ve içindeki her şeyi yaratmış olan tek bir Tanrı-merkezci olmayan) yaklaşım, hümanizm ve rasyonalizm gibi dinî hassasiyetlerden kendisini bağımsızlaştırarak kendisini tahkim etmiş olan yeni modern bilim anlayışı artık hayatın her düzleminde etkin ve biçimlendirici role sahip bir aktör durumuna gelmiştir. Bu modern bilim anlayışı, XIX. yüzyılda pozitivizmden[2] de beslenmiş olarak materyalizm ve ateizm sularına yelken açmıştır. Avrupa merkezli modern bilim anlayışı, kutsal ile irtibatını kesmekte, hem gayb âlemini[3] hem de vahyi bilgi kaynağını alanın dışına çıkartarak aklın sınırlarını çizmeye çalışmaktadır. Aklın sınırlarının ötesiyle ilgili olarak kendisini körleştirmesi ve böylece insanlara ve insanlığa (ve aslında meşruiyetinin sorgulanmasına sebep olma bağlamında da bilimin kendisine) en büyük kötülüğü yapmıştır.
Dolayısıyla, Schuon’un ifadeleriyle düşünecek olursak, böcekleri ve atomları sayan ama yaratıcı Tanrı’dan bîhaber olan, buna rağmen her şeyi bilme iddiasındaki bir bilime (modern bilime) hayran olmak için bir sebep yoktur. Çünkü vahiy kaynaklı geleneklerle irtibatını sürdürenler için, bu durum neredeyse kendini inkâr anlamına gelir. Kaynağı kutsal olan bir gelenekle irtibatlı olanların nezdinde modern bilim, varlık hiyerarşisini reddetmiş olan bir anlayış içerisindedir.
Kötülüğün dünyada giderek daha da baskın bir biçimde her yerde ve her alanda hükmünü yürütüyor hâle gelişi, Rene Guenon’un Hint kültüründen alarak kullandığı “Kali Yuga” (Karanlık Çağ) kavramını akla getirir. Guenona’a göre bu Karanlık Çağ başlayalı yüzyıllar olmuştur. Bu çağ, modern bilim anlayışının ve ona destek verecek olan hümanizm gibi insan-merkezci bir düşünce akımının zuhur edip, güç toplamaya başladığı Rönesans yıllarını (XV. yüzyılı) işaret etmektedir.
Tüm coğrafyalarda toplumlar, dereceleri farklı olsa da belli ölçüde Batılılaşmış bir evrededir. Bugünün insanı, evrensel insanî kavramların içinin büyük ölçüde boşaltıldığı ve hakikatinden koparıldığı bir hâli yaşamaktadır. Kötülüklerin yaygınlaşması sebebiyle giderek daha da yoğunlaştığı izlenimi veren karanlık; kuşkusuz bir taraftan da içinde bulunulan aydınlığı besliyor. Aydınlık, ancak doğuş şartları oluştuğunda zuhur eder. Doğuş şartları ise öncelikle, insanın ve insanımızın hangi nitelikleri kazanabilmiş olduğuyla ilişkilidir. Herkesin beslenmesi arzu edilen kavrayış ve sezgi kaynağından, seçkin olanlarımızın bile kana kana içemediğini ya da içebilir olamadığını görmekse zor değildir. İslâm kimliğini benimsediği varsayılan seçkin topluluklar dahi hâkim modern paradigmanın öngördüğü ve teşvik ettiği nicelik yarıştırmalarının dışında kalma iradesini göstermekte zorlandığını söylemek kehanet olmaz. Dolayısıyla, nitelik yönünde ilerleyişimiz ancak bocalayışlar ve kopukluklarla mâluldür.
Rene Guenon (1886-1951) ve Frithjof Schuon (1907-1998) öncülüğünde başlamış olan gelenekçi (tradisyonalist/perennialist) hareket, Avrupa merkezli olarak zuhur etmiş Kutsal karşıtı çıkışların ve hareketlerin tümünü, tarihsel derinliği içinde ve köklü bir biçimde keskin- eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmiştir. Bu hareket, dinlerin ortak kökenini ve mesajların ortak temellerini vurgulayarak, bütünlükçü ve berrak bir perspektif geliştirmiştir. Hem İslâm coğrafyasında hem Batıda gelişen bu perspektif ve duruş -paralellik arz eden bütünlükçü bakış açılarına sahip yerel sesler- neredeyse eş zamanlı olarak kendi bölgelerinde yankılanır olmuştur. Bu sayede modern bilimin bizzat kendisi değilse de ona rota çizip tarzını belirleyen felsefenin, tam bir değerlendirilmesini yapıp etkisini kırmak mümkün olmuştur. Günün sonunda bu hesaplaşmanın en açık ve keskin bir tarzda yapılmış olması ise, kendisini kutsal ile ya da kutsal kaynaklı bir gelenekle irtibatlandıran kesimlerde doğal olarak belli bir özgüven ve yükseliş sağlamıştır.
Sergiledikleri özgün yaklaşımla Guenon ve Schuon, kendileri kadar birikimli Müslüman kimliğini benimsemiş batılılar arasından olduğu gibi farklı otantik kültürler içinde de dikkat çekmişlerdir. Yine bu isimler, farklı inanç temelli kültürlerin kadîm zamanlardaki esasları ve tezahürlerini değerlendirebilecek vukûfiyete sahip Batılı ve Asyalı birçok başka önemli ismin de kendileriyle aynı mecra içerisinde çalışmalarına ufuk açmıştırlar. Guenon ve Schuon’un yanı sıra Martin Lings ve Titus Burckhardt gibi isimlerle özdeşleşmiş gelenekçilik, (perennializm olarak isimlendirilen bu ekol) tarzı, yöntemi, üslûbu ve perspektifiyle modern bilim anlayışı ve kültürünü her açısıyla değerlendirip, yapılan meydan okuyucu iddia ve tespitlere çepeçevre ve kapsamlı cevaplar içeren eserler ortaya koymuşlardır. Aslında birçok coğrafyada, tepkisini kendi entelektüel birikimi içerisinde ortaya koyan isimler de olmuştur. Türkiye’nin yanı sıra Pakistan, Malezya, Mısır ve İran gibi birçok ülkede zuhûr ederek dikkatleri haklı olarak üzerlerine toplamış isimler, kendi şartları içerisinde özgün ve bütüncül bir bakış geliştirmeye çalışarak geleneksel yaklaşımın yeniden inşası için çaba göstermişlerdir. Aynı zamanda modern Batı kültürü ve bu kültürün bir parçası olarak modern bilim anlayışı karşısında direnci besleyen bir duruş geliştirmişlerdir. Guenon çizgisindeki gelenekçi ekol ve diğer mahalli kalmış görünen ama bütüncül bir perspektif sunan mütefekkirler, İslâmî duyarlılığa sahip kadîm bakış açısına dikkat çekerek kendi inanç ve kökleriyle irtibatlı kesimlerde direnişçi bir duruşun ve özgüven yükselişinin sağlanmasına vesile olmuşlardır.
Bu arada, kutsalın dünyasına karşı yüzyıllardır ısrarla sürdürülmekte olan dışlayıcı tavır ve saldırı karşısında, tabiatları gereği kendilerini ön plânda tutmadan geleneğin has ve halis dokusunu, kendi yapıları içerisinde yaşatma gayretindeki hikmet ve kemâl arayışındaki ocaklar, gerçekleştirmiş oldukları önemli ve derinlikli katkı ile özellikle zikredilmeye değerdir. Yalnızca büyük metropollerde değil, insanların yaşadığı birçok merkezde bulunmayı bir şekilde gerçekleştiren bu iddiasız ve mütevazı muhabbet odakları, modern bilimin estirdiği en fırtınalı havalarda bile güvenli limanlar oluşturarak geçmişten bu yana hakikatin sırrını muhafaza ederek görevlerini ifa etmişlerdir. Nitekim, Schuon ve Lings gibi Guenon çizgisindeki gelenekçi Müslüman düşünürlerden bazıları, kendilerini Kuzey Afrika’da bulunan bir Şâzelî dergâhı ile irtibatlandırarak hikmete çok daha yakın ve modern Batı’dan esen kutsal karşıtı kavurucu rüzgârlara karşı çok daha donanımlı hissetmişlerdir.[4]
Vahşi Batı’da (özellikle Avrupa’da), net bir şekilde vahye karşı cephe almış modern ‘kitapsız’ kültürün bilim anlayışı, her alanda hoyratça sürerken, gönül çoraklaştıran etkileri üzerine durulmuştur. Ve hasbî bir biçimde inisiyatif alan hikmet ocakları, gelenekten beslenen bir muhabbet ile tanık oldukları umutsuzluğu kırmaya gayret etmişlerdir.
Daha önce sömürgecilik döneminde yüzyıllar boyunca büyük bir fırsat arayışıyla sömürge ülkeleri yönünde gerçekleşmiş olan göç dalgası, ikinci dünya savaşı sonrasında bu kez tersi yönde, onlarca sömürge ülkesinden Avrupalı sömürgeci ülkelere doğru gerçekleşmiştir. Sözünü ettiğimiz muhabbet ocakları, bu kitlesel göç olayının Avrupa kentlerinde de zuhûr etmesini kendilerine ihsan edilmiş bir fırsat olarak görüp, değerlendirmiş olduklarını da belirtmek yerinde olur.
Ana ilkeleriyle ‘güzel ahlâk’ı edinmeyi, şüpheli olandan kaçınmayı ve hayatın ilim, edep, takva ile süslenmesini hedefleyerek ibadetten ya da başarılan herhangi bir şeyden nefsin kendisine pay çıkarmasını engelleyici bir dikkat içinde ‘büyük savaş’ta kaybetmemeye azmetmenin gayretiyle, hakikat ile yaşamayı seçişin bir yolu olarak ‘tasavvuf’[5], esası itibariyle İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren gidilen yolun zaman içerisinde kazanmış olduğu bir isimdir. Kemâl ve muhabbet ocakları derken kastettiğimiz, kemâl sahibi bir rehberin öncülüğünde, tasavvufun hakikatini hâl olarak yansıtma gayreti ve titizliğini taşıyan adreslerdir.
Bu minvalde, Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi, Karanlık Çağın güvensizliği ve birbirine dair şahadet etmeyişin tavan yapmış olduğu bu ahir dönemde, rehber ve merkez isimlerden biri olarak karşımıza çıkar. Görünmeyen Üniversite[6] müellifi Ersin Gürdoğan’ın ifadesiyle “susulur gibi konuşulduğu, konuşulur gibi susulduğu” bu odak-adreslerde yolun mirasının tevarüs etmiş olduğu isimlerdendir hocaefendi. Kendisi, devraldığı emanetin yüklemiş olduğu sorumluluğa gereğince el vermiş, gönül tutup gönül onarmış olmakla birlikte sonradan gelenler için hatırlatıcı, derin izler bırakmıştır. Hocaefendi hakkında tabi ki söylenecek çok şey var fakat bunları bu yazı bağlamında kalarak ifade etme gayretinde olacağız.
Tasavvufun hakikatiyle var olduğunu (bugün de olabileceğini) ve gök kubbenin altının boş bırakılmadığı hissini, temiz bir yüz, temiz bir dil ve temiz bir gönül sahibi olarak çevresine tattırdığına, binlercemizin tanık olduğu bir öncüdür Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi. O, modern Batı düşüncesinin her formda ama özellikle ‘modern bilim anlayışı’ formunda kutsala ve kutsal kaynaklı geleneklere, her alanda tam cephe bir saldırının sürmekte olduğunu, Karanlık Çağ’da yaşanıldığının ve bu saldırıyı canlı ve cüretkâr kılan atmosferin farkındaydı. Mehmed Zahid Kotku Hocaefendi, kutsal olana savaş açmış zamanın ruhuna karşı, kendi tarzı ve üslûbu içerisinde “Haktan gelen şerbeti” amasız ve fakatsız bir rıza içende, rindane bir meydan okuyucu olarak tavrını hep korumuştur. ‘Kendi tarzı ve üslûbu’ derken -can emanetini taşıdığı sürece- rehberlik edişinde, yolun geleneksel ve saf halinden uzaklaşmadığını, öncekilerin ayak izlerini kollamayı esas aldığını görmenin zor olmadığını sanıyoruz. Tarzının temizliği ve ışıltılı oluşunu, şahsiyetinin en önemli özelliklerinden biri olarak görebiliriz. Tarz ve üslûpta geleneksel olanı muhafaza ile yolun temizliğini koruyucu bir sır gibi taşımaktadır. Yine geleneksel olanı muhafaza dikkati sanki şöyle bir mesaj içeriyordu: Bu hususî yolun ruhu ürkek bir kuş gibidir; yeni tarz ve tutumlar bu kuşu ürkütebilir, aslını uçurabilir ve geriye tasavvufun sadece ismi kalabilir. Merhum Hocaefendi, temsilcisi olduğu silsileden tevarüs etmiş usûllere bağlı kalarak, her muhatap olduğu kişiye ve çevresine, yaratılış amacını ve insanın yaratılıştan ‘eşref-i mahlûkat’ sıfatını hatırlatmıştır. Ayrıca sahip olduğu hikmeti, kalben hissettiren bakışı ve duruşuyla, bu Karanlık Çağ’ın seherinin mümkün olduğu umudunu aşılayanlardan olmuştur.
[1] Bu yazı boyunca kullandığımız ‘kutsal’ kavramının, ‘köken olarak vahiy kaynaklı olan ve ondan beslenen değerler, düşünceler ve yaklaşımlar’ anlamında, ‘gelenek’ kelimesinin de kökeni sahih ve dolayısıyla aynı ve ortak olan dinlerin yansıması olan temel anlayış ve değerler toplamına ve kaynağına işaret eden bir kavram olarak kullanıldığını ifade etmek isteriz.
[2] Rönesans’tan itibaren Hümanizm, Rasyonalizm, Pozitivizm, Naturalizm, İndividualizm (Bireycilik) ve Darwinizm ve hatta Protestantizm (Protestanlık) gibi bir ‘izm’ olarak ifadesini bulan ve Cemil Meriç’in şöhret bulmuş deyişiyle ‘idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri’ durumundaki bu düşünce sistemlerinin hemen hepsinin arka plânında etkin bir motif olarak ‘sekülerleşme’ hep yer almıştır.
[3] Duyularla görülüp anlaşılamayan ve akılla kavranabilir olanın ötesini oluşturan âlem.
[4] Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli isimli eseriyle o günlerde bu dergâha vaziyet eden Ahmed el- Alevî’yi, öğretisini ve kendi arayışını anlatır.
[5] Tasavvuf üzerine yazılmış sayısız kitapta birbirinden az ya da çok farklı birçok yorum ve tanım bulunabilir. Burada vurgulamakta yarar gördüğümüz bir şey olarak onun, İslâm toplumunun ana yapısından ayrı ya da onun içinde ayırtedilen bir yapı oluşturmayı amaçlamış bir hareket olmadığını söyleyebiliriz. Hakikatinden daha çok isminin var olduğu günümüzdeki yapılanmalara bakarak bir değerlendirme yapmaksa bir başka yanlış olacaktır.
[6] İlk yayınlandığı günden itibaren konuyla ilgili bir klasik haline gelmiş olan çalışmasıyla Ersin Gürdoğan bu yolun üslûp ve tarzının doğru görülüp anlaşılmasına değerli bir katkı yapmıştır. Görünmeyen Üniversite, Ersin Gürdoğan, İz Yayıncılık.