XX. Yüzyılda Peygamber Vârisi Bir Âlim: Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri

Kotku Hazretleri’nin irşad ve davetinde, şeriata olan vurgu çok açık ve kesindir. Dolayısıyla şeriatsız bir tasavvuf anlayışı batıldır. Şeriat ise ilim temeli üzerine kâimdir. Nasıl ki marifet ancak ilimle mümkün ise tasavvuf da ancak ilim temeli üzerine inşa edilebilir. Bu ilim, öncelikle zâhir ilmi diyebileceğimiz fıkıh ve kelam ilmi üzerine bina edilir. Bu minvalde Kotku Hazretleri özellikle sahih bir akide ve fıkıh bilgisi olmadan sufi olunamayacağının altını çizer.

Mülayim Sadık Kul

Ölümüyle birlikte ilk defa adını duyduğum, gönül dünyamın en müstesna yerine yerleşen bu güzel insanın tasavvuf anlayışını anlatmak görevi bu fakire tevdi edildi. Haddim olmasa da bu fırsatın kaçırılmayacağını düşündüm. Zira böyle bir Allah dostundan bahsedebilmek, Mevla’mın bir rahmeti olsa gerek deyip O’na sığınarak kaleme/klavyeye sarıldım.

Ümmetin belki de rotasını bulmakta en çok zorlandığı bir zaman diliminde irşad görevini bihakkın yerine getirerek her kesimden insanın takdir ve sevgisine mazhar olmuş, geçen yüzyıla nebevî İslâm mührünü vurmuş en önemli şahsiyetlerden biri de Mehmed Zâhid Kotku Hazretleridir. O, tabir yerindeyse Allah dostu bir âlimin, Peygamber vârisi bir murşidin ete kemiğe bürünmüş müşahhas bir timsalidir. Onu tanıyıp da sevmeyen birisine rastlamak neredeyse imkânsız gibidir. İslâm’ın gönülleri ısıtan gülen yüzüdür. Cumhuriyet dönemi İslâmî dirilişin/uyanışın ise en önemli temsilcilerinden birisidir. Rahle-i tedrisinden geçerek ondan nefes devşirenler, bugün de kulluk davasının samimi neferleri olmaya devam etmektedirler. Kendisi İslâmî hassasiyetleri hayatın her alanına şâmil kılan bir anlayışla irşad faaliyetlerini yürüterek talebelerinin her alanda aktif olmalarını tavsiye etmiştir. Ekonomiden siyasete, ilimden eğitime, sosyal ve kültürel her alanda pek çok girişimin sadece teşvikçisi değil aynı zamanda bizatihi destekçisi olmuş, nebevi hasletlerle zamanı kuşanmış örnek bir gönül insanı/sultanı.

Türkiye coğrafyasında hakkında belki de en çok yazı neşredilen manevi önderlerden birisi olmasına rağmen bizim tanışıklığımız ve muhabbetimiz daha çok talebesi Ahmet Akın Çığman hocamız vasıtasıyla olmuştur. İlim ve âlimlerle olan ilişkimiz daha lise yıllarında rahle-i tedrisatında bulunma şerefine erdiğimiz Ahmet hocam vesilesiyle gerçekleşmiştir. Tillo ve Şam uleması hakkında olduğu gibi Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri hakkındaki ilk bilgilerimizi de hocamızdan dinlemişizdir. İslâm ve onun son elçisi Hz. Muhammed Efendimiz’e olan hayranlığımız onların yaşayan vârisleriyle de büyümüş ve perçinleşmiştir.

Her şeyden önce hocamın hocası olması, benim şahsi muhabbetimin ilk sebebi olduğunu ifade etmek isterim çünkü aynı kaynaktan su içmenin hazzına onunla erdik. Daha sonra tanışma fırsatı bulduğum Kotku mektebinden irfan devşirmiş pek çok güzel insan, bu sevgi ve muhabbetimi daha da arttırdı. Kendisinden önce Gümüşhânevî dergâhının postnişi Abdulaziz Bekkine ile beraber Zeyrek Cami’sinde okuyan ve düşünen entelektüel kesimin irşad faaliyetleri, o günün şartlarında çok önemli bir anlayışın göstergesiydi. Kotku Hazretleri de Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi ile birlikte manevi eğitimlerini tamamladıkları, arkadaşı Bekkine Hazretleri’nin başlattığı bu irşad anlayışını İskenderpaşa’da devam ettirmiştir. Bugün, İslâm adına Müslümanların sahip oldukları pek çok müessese ve kurum, bu ve benzeri hocaefendilerin emeğiyle vardır. Bu hocaefendilere örnek olarak, Anadolu’da aynı döneme ışık tutan pek çok âlim arasında hiç şüphesiz Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi, Muhammed Emin Er, İsmail Çetin ve Yahya Hocaefendi gibi isimleri sayabiliriz. Farklı kesimlere aynı anlayışla ruh üflemiş bu büyük insanlar, Türkiye’nin gerçek mayası ve manevi mimarlarıdır.

Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin tasavvuf anlayışı hakkında bize en kapsamlı bilgiyi verecek olan önemli eseri: Tasavvufî Ahlâk adlı kitabı olsa gerek. Nefsin Terbiyesi adlı kitabı da kendi kaleminden çıkmış, bu alana ışık tutan bir diğer önemli eseridir. Bu ikinci eserine yazdığı önsözünde “Nefsini bilen Rabbini bilir.” ölçüsünün esas alınması gerektiğinden bahseder. Asıl meselenin öncelikle benliği tanıyıp, nefisle mücadele ederek Rabbi tanımaktan geçtiğinin altını çizerek, nefsin mertebelerini -emmâreden başlayarak- tek tek ele alır. Ona göre “Her kötülüğün başı nefistir. Onu kırmak gerekir.” Kotku Hazretleri nefse muhalefetin önemine vurgu sadedinde Şeyhülislam Zekeriya Hazretleri’nin Şerhu Münferice adlı eserinde “Ulemâ, muhâlefet-i nefse ilmin başı demişlerdir.” sözünü nakleder. İlim ve amelin, Rabbe götüreni kıymetli, O’ndan uzaklaştıranı ise mâsivâdır, boştur. Zikrettiğimiz beş ciltlik ilk eserinde ise İslâm ve tasavvuf ahlâkı, âdâb ve erkânına ait olan bilgiler bir araya getirilmiştir. Özellikle de Nakşîlik hakkında geniş bilgi vererek bu tarikatın temel ilke ve prensiplerinin ne olduğunu tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır. Pek çoğu daha önceki ulemâdan iktibas olunan bu bilgiler, İmâm-ı Rabbâni gibi bu yolun büyüklerinin tavsiye ve irşadlarıyla da desteklenmiştir. Bu eserlerin yanında, pek çok akademik çalışmanın varlığı aslında işimizi kolaylaştırmak yerine biraz daha zorlaştırmaktadır. Konu hakkında geniş bilgi edinmek isteyenleri bu kaynaklara yönlendirerek bu yazı içinde bir dergi formatına uygun olabilecek, aynı zamanda da bizim veçhemizde Kotku hazretlerinin anlayışını en iyi temsil ettiğine inandığımız birkaç noktaya temas etmek istiyoruz. Bu anlamda Mehmed Zahid Kotku Hazretlerini hatıralar üzerinden anlatan enfes bir kitap da Mustafa Özdamar’a ait olup, bir solukta okunacak -mutluluk iksiri- ab-ı hayat kıvamında bir eserdir. Bununla birlikte neşredilmiş en kapsamlı eser, Metin Erkaya editörlüğünde hazırlanmış olan Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.a adlı kitaptır. Eleştirmekten başka sermayesi olmayanlar bu lezzetten mahrum kalacakları için bu kitapları okumasalar da olur.

İmam Hatip ve Üniversite öğrencilerinin bir ömür kendilerine medyun oldukları Celalettin Ökten ve Nurettin Topçu gibi insanların nefes devşirdikleri bu kaynağın sırrı ve cazibesi gerçekten neydi? Normal cami cemaatinden başlayarak ulemâdan, eşraftan, siyasetçilerden, üniversite gençliğinden, felsefe ve fen bilimlerinde uzmanlaşmış pek çok insana Kotku Hazretleri’nin sunduğu doyumsuz iksir neydi? Es’ad Coşan Hocaefendi ve Ersin Nazif Gürdoğan gibi kendini yakînen tanıyan pek çok talebesinin sözlü-yazılı şehadetleri ve tespitleri, konunun boyutlarını anlamak açısından bize yardımcı olabilir. Ama sözü azaltarak söylemek gerekirse, kanaatimce Hz. Peygamberi vâris kılan özellikler ne ise sır da işte oradadır, diye özetleyebiliriz. Bu, Gazâlî öncesinde Sarraç ve Kuşeyrî, sonrasında ise İmam-ı Rabbâni Hazretlerinin ortaya koymuş oldukları şeriat ölçeğinde zâhir ve bâtın birlikteliğini temsil eden bir tasavvuf anlayışını işaret etmektedir. Aslında tasavvuf kelimesi yerine İslâm kelimesini koyarsak da anlam açısından bir şey değişmez. Zira İslâm da bu iki boyutla birlikte ele alınmadığında eksik kalır.

Nazif Gürdoğan, Görünmeyen Üniversite adlı kitabında, Kotku Hazretleri’nin irfan mektebinin ne denli büyük ve tesirli olduğunu anlatırken bir yandan da kendi tanışıklığını ve Hocaefendi’den ders alışını dile getirir. Tövbe almak olarak da bilinen ve Nazif Gürdoğan’ın “el tutma ve bağlanma” olarak ifade ettiği bir hadisede verilen sözlerden birisi şöyle ifade bulur: “Kur’an’nın yolundan, Hz. Peygamberin sünnetinden ayrılmayacağımıza; peygamberimizin ahlâkı ile ahlâklanacağımıza huzurlarında söz verdik.” Gürdoğan abimizin mutlaka okunması gereken kitabından diğer bir anekdotla devam edelim: “Hocaefendi, ‘Bilmek bir meziyet ise, yapabilmek daha büyük bir meziyet ve devlettir.’ derdi. Konuşmalarını, ‘Hased, kibir, riya, hırs, gazap, şehvet, gaflet, şöhret, kin gibi şeylerden uzak olmak, kalp temizliğinin alametlerindendir.’ diye bitirirdi.” Yine Kotku Hazretleri’nin Cuma sohbetlerinden birinde şu cümleler aktarılır: “Günahlardan sıyrılmanın yolu, Allah ve resulüne sıkı sıkıya sarılmaktır.” “Allah’ın gönderdiği peygamberimizi sevmedikçe Allah’ı sevmek mümkün değil…O’nu sevmenin yolu O’nun sünnetine sarılmakla mümkündür.”

Dolayısıyla Kotku Hazretleri’nin tasavvuf anlayışından bahsederken İslâm düşünce tarihinde orta yolu temsil eden bir çizgiden, ortak bir damardan bahsediyoruz. Bu nebevî metod, zâhir ve bâtın dengesini koruyan bir anlayıştır. Böylelikle Kotku Hazretleri’nin tasavvuf anlayışının temeli budur, diyebiliriz. Bu temel, zâhirle yani şeriatla barışık bir irfan anlayışıdır. Aynı zamanda Gazâlî’nin, ceviz misaliyle anlatmaya çalıştığı birlikteliktir: Zâhirle korunan bâtın ve bâtınla anlamlı hale gelen derûnunda asıl hakîkatı barındıran bir zâhir. Hayrettin Karaman hocam’ın hastalığı döneminde şifâyâb olma niyazıyla kaleme aldığı, ziyaretimde şahsıma hediye ettiği eserin ismi de tam bu anlayışı temsil etmektedir: Tasavvuf Şeriatsız Olmaz. Şeriatsız bir tasavvuf, İslâmî olma vasfını kaybeder. Kendisiyle telefonda bu başlık üzerine konuştuğum Hayrettin Karaman hocam güzel bir ifadeyle durumu teyit eder: “Bu kitap başlığı, konuyla alakalı diğer tüm önemli hakikatlere mündemiç ve tartışmalara nokta koyan kapsamlı bir açıklamadır.” Bu düşüncelerimi kendisiyle paylaştığım, Hüseyin Uçan hocam da hocası İsmail Çetin hocanın “Şeriatı olmayandan şeyh olmaz.” sözünü nakletmiştir. Daha ilk devirlerden başlayarak, bu alanın büyükleri hep bu hakikati anlatma gayreti içinde oldukları ehlinin malumudur. Sözün özü şudur: “Usul olmadan vusûl olmaz.” Usul ise Allah ve resulünün ortaya koyduğu sevâd-ı âzamın takip ettiği ehl-i sünnet yoludur.

Batı’da tasavvufu, İslâm’ın farklı bir yorumu veya daha net bir ifadeyle “şeriatsız İslam” yorumu olarak anlama ve sunma gayretkeşliği bilinmektedir. Schimmel ve Chittik gibi konunun gerçek bilenleri ise İslâm’ın olmadığı bir tasavvuf anlayışının yanlışlığına dikkat çekmektedirler. Sûfî, aynı zamanda iyi bir Müslümandır. Müslüman olmayan bir sûfî tasavvuru oryantalist işgüzarlığından öte bir şey ifade etmez. Eğer tasavvuf, İslam’ın Cibril hadîsinin öğrettiği ölçülerle, İslâm ve iman boyutlarının, ihsan makamında yaşanması anlamına geliyorsa ne İslâm’ı tasavvuftan ne de tasavvufu İslam’dan ayırma imkânı yoktur. Zira eskilerin deyimiyle, “Her biri diğerinin mütemmim cüz’üdür.”

Kotku Hazretleri’nin irşad ve davetinde, şeriata olan vurgu çok açık ve kesindir. Dolayısıyla şeriatsız bir tasavvuf anlayışı batıldır. Şeriat ise ilim temeli üzerine kâimdir. Nasıl ki marifet ancak ilimle mümkün ise tasavvuf da ancak ilim temeli üzerine inşa edilebilir. Bu ilim, öncelikle zâhir ilmi diyebileceğimiz fıkıh ve kelam ilmi üzerine bina edilir. Bu minvalde Kotku Hazretleri özellikle sahih bir akide ve fıkıh bilgisi olmadan sufi olunamayacağının altını çizer. Vehbî ilim, önemli ve kıymetli olmakla birlikte mutad olan akide ve fıkıh ilmini tahsil ettikten sonra bu yola girmenin daha doğru olduğu yönündedir. Kotku Hazretleri din ahkâmının nevâdir üzerine değil ekser ve ağleb üzerine mebni olduğunu belirtir. Gazâlî de bu konuya dikkat çekerek, ilim öğrenmeksizin riyâzetle vehbî ilim peşinde koşmanın ahmaklık olduğunu ifade eder. Dilediğine Mevla bu ilmi elbette kesbin dışında da verebilir. Ladikli Ahmed Efendilerin varlığı, ümmi bir köylü olmasına rağmen bu ilme mazhar olduğu, birçok âlim tarafından teyit edilmektedir. Ahmet Akın Çığman hocam gibi pek çokları sağlığında kendisini ziyaret ederek duasına nâil olduklarını biliyoruz.

Kısaca, şeriat diye isimlendirdiğimiz ahkâm-ı şer’iyye hükümleri, neye nasıl inanmamız gerektiği ve bunları günlük yaşantımızda sünnete uygun olarak nasıl tatbik edebileceğimiz hakkında kıstaslardır. Bu ölçüden mahrum olan insanın, şeytanın ve hevasının iğvasıyla tasavvuf yolunda ayağının kayması çok kolaydır. Dolayısıyla kişi önce şeriat ilimlerini tahsil edecek ve sonrasında bu ilimlere vâkıf bir âlim mürşitten yardım alacaktır. Zira bu tecrübeye sadece bilgi yoluyla kavuşmak mümkün değildir. Bu sebeple mutlaka bir yol göstericiye, nebevî mirası temsil eden bir rehbere ihtiyaç vardır. Her alanın uzmanı olduğu gibi bu alanında peygamber vârisi mutehassısları vardır. Elbette müslüman olmak için değil ama bu özel manevi eğitimden geçmek için, nefsin hilelerini ve bu yolun tehlikelerini gösterecek bir rehber şarttır. Özetle Kotku Hazretleri’nin tasavvuf anlayışıyla ilgili birinci şart, ilme ve şeriata bağlı olmaktır, diye netleştirebiliriz. Elbette burada ilimden kastedilen kişinin Müslüman olarak hayatını devam ettirecek miktardaki zarûrî ilmihal bilgisine sahip olmasıdır. Yoksa her Müslümandan gerçek manada âlim olmasını beklemek hem fıtrata hem de vâkıaya tersttir.

Tasavvuf ilminin dayanaklarını belirttikten sonra konuyu biraz daha açmaya gayret edelim.  Kotku Hazretleriyle alakalı aklıma ilk gelen ve benim kanaatimce onun tasavvuf anlayışını en güzel şekilde özetleyen meselelerden birisi onun “istikamet üzere olmaya” yaptığı vurgudur. Nakşîliğin kendisine nispet edildiği İmam-ı Nakşibend Hazretleri’ne ait “En büyük keramet istikamet’tir.” sözü Kotku Hazretleri’nin tasavvuf anlayışının da merkezinde olmakla birlikte, bu anlayışa işaret eden pek çok anekdot ve hatıra vardır. Onun kişiliği ve tasavvuf anlayışını anlatan hangi kitabı açsanız, mutlaka onun helal ve haram noktasındaki titizliğe vurgu yaptığını görürsünüz. Bu vesileyle tekrar gözden geçirdiğim kitaplar neredeyse “İslâm’da haramlar ve korunma yolları” başlığı altında toplanabilecek kıvamdadır. Özellikle büyük ve küçük haramlardan bahsederek kendimizi bu tehlikelerden nasıl koruyabileceğimiz hakkında nebevî reçeteler sunar.

Diğer önemli bir anekdot ise son günlerine yakın muhtemelen Medine’de, müridânına tasavvufun asıl hedefinin kulluk olduğuna dair yaptığı vurgudur. Özetle, salih bir kul olmanın dışında her şeyin boş olduğunu, hayatın ve tasavvufun mutlak gayesinin ise iyi, sadık bir kul olmak olduğuna dikkati çeker.

Şeriatsız bir tasavvuf anlayışı İslâm düşünce geleneğinde zaten reddedilen bir anlayış olduğu bilinmektedir. İster Kuşeyrî, ister Gazâlî, ister Ahmet Rufâî, ister Abdulkadir Geylânî ya da Mevlânâ veya Yunus Emre Hazretlerine bakalım hepsinin İslâm ve şeriat vurgusu çok net ve kesindir. Nakşîlikte ve Şâzeliyye tarikatlerinde ilim olmadan tarikat ve tasavvuf yoluna girilmez. Nakşîlikte buna Hâcegân geleneği yani hocalar -âlimler- usulü denir. Önce ilim öğrenilecek ve onun üzerine tasavvufun âdâb ve erkanı giydirilecektir; çünkü medrese tahsili tekke intisabından önce gelir. Bu meşrebe bağlı olan pek çok şeyh aynı zamanda büyük din âlimidir. Bu gelenek, Doğu’da Şam ve Irak coğrafyalarında hâlen geçerliliğini korumaktadır. Birçok ölçünün dejenere olduğu günümüzde, bilinen ve itibar edilen nakşî şeyhleri hep ilim ehlindendir. İrfan Gündüz, “Mehmed Zahid Kotku’nun (Rh.a) Tarikat ve İrşad Anlayışı” adlı makalesinde bu meseleye dikkat çekerek ilim olmadan bu yola girilmeyeceğinin tekrar altını çizer.

Kotku Hazretleri’nin temsil ettiği diğer önemli bir ölçü; tasavvuf yolunda olmaktan maksadın, nefsi kötü ahlâk ve huylardan arındırmak olduğudur. Dolayısıyla bu yola giren kimse, her şeyden önce kendi nefsini düşman bilecek ve başkalarının hatalarından önce kendi hatalarını düzeltmeye gayret edecektir. Ham meyve nasıl makbul değilse Kotku Hazretleri’ne göre ham yani ahlâkî zafiyetleri çok olan kimse de makbul bir insan ve mümin değildir. Bu sebeple Tassavufî Ahlâk kitabında, tasavvuf ilminin aslında herkes için farz olduğunu söyler. Zira ona göre Peygamber Efendimiz’in aslî misyonlarından birisi de ahlâk güzelliğidir. Kotku Hazretleri yine Tassavufî Ahlâk kitabında: “Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.”, “Gerçek Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.”, “Sizin en hayırlınız ahlâken en güzel olanınızdır.”, “Mizanda güzel ahlâktan daha ağır gelen bir amel yoktur.” gibi hadislerle dinin ahlâkî boyutuna işaret etmiştir. Neredeyse hazretin bu kitabının her cildinde ahlâk konusu tekrar tekrar ele alınarak farklı yönleriyle şu vurgu dikkati çekmiştir: Nasıl ki iyi bir müslüman olmak, ahlâken kemâle ermekten geçer; iyi bir sûfî olmak da ancak Peygamber ve Kur’an ahlâkıyla mutehallık olmaktan geçer. Hatta bir adım öteye geçerek peygamber efendimiz’in irşadıyla, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız.” emri mucibince gerçek mümin ve hakiki sûfî olmanın başka bir yol ve imkânı bulunmadığını ifade eder. Kotku Hazretleri, tüm irşad ve sohbetlerinde buna vurgu yaparak kötü huylardan ve alışkanlıklardan arınmaksızın bu yolda mesafe alınamayacağına işaret eder.

Es’ad Coşan Hocaefendi, Kotku Hazretlerinin oturduğu minderin üstünde Hattat Abdülkadir Efendi’nin kocaman çizgilerle yazdığı “Edeb yâ hû” levhası olduğunu haber verir. Bu levhada ayrıca meşhur şu satırlar yer alır:


Edeb bir tâc imiş nûr-u hüdâdan,

Giy ol tâcı, emin ol her belâdan!

Mehmed Zahid Kotku Hazretleri Tasavvufî Ahlâk kitabının birinci cildinde aynı manada şu şiire de yer verir:

Edebdir bâis-i vuslat Hudâ’ya

Edebdir zâd olan râh-ı Hudâ’ya

  Edeble meclis-i şeyhe girenler,

 Bulur anda fuyûz-ı bî-nihâye.

Tarikattan garaz ancak edebdir;

Edeb oldu hakîkat içre mâye.

Dolayısıyla Kotku Hazretleri, dini ve onun manevi eğitimini veren tasavvuf yolunu, edep ölçeğinde ele alır. Hayat bu edeplere riayet etmekten geçer. Gerçek bir sûfî, hem rabbiyle hem de onun yarattıkları ve özellikle de insanla olan ilişkilerinde edebe ve bu ilişkilerdeki hukuka riayet etmek zorundadır. Arapça ifadesi şöyledir: “El-edeb ma’Allâh we’l edeb ma’a halkıllâh.”

Kotku Hazretleri yine âdâba dikkat etmeyenlerin sohbete hakları olmadığını Tasavvufî Ahlâk kitabının ikinci cildinin başında ifade eder. Bilindiği üzere Nakşîlikteki eğitim ve irşad yollarının başında sohbet gelir. Bu sebeple buna hakkı olmayanın bu yolda nasibi olmadığı da kesin bir dille ifade edilmiş olur. Kapısı herkese açık olan Kotku Hazretleri’nin sohbet hakkının âdâba riâyet etmeyenler için kapalı olduğunu bu kadar net bir dille söylemesi, bu meselenin önemine dikkat çekmek için olmalıdır. Yoksa hatıratlarında nice edepsizlere yıllarca katlanarak onları terbiye ettiği bilinmektedir. Kotku Hazretleri Yunus’un şu dizeleriyle bu meselenin şekil ve kıyafetten öte derûni bir hâl olduğuna işaret eder:

Dervişlik olsaydı tâc ile hırka,

Biz dâhi alırdık otuza kırka.

Dervişlik baştadır tâcda değildir,

Kızdırmak ateştedir sacta değildir.

Ararsan Mevla’yı kalbinde ara,

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.

Kitabında yer verdiği ahlâk-ı hamîdiyyeden özellikle öne çıkardıklarına baktığımızda bunların başında iyi ve yumuşak huyluluk anlamına gelen hilm kelimesi ile söze başladığını görüyoruz. Bunun zıddı olan öfke ve kızgınlığın tehlikelerine de işaret ederek bu konuda çok dikkatli olunması gerektiğini ifade eder. İkinci olarak ele aldığı haslet, sabır konusudur. “Sabrın imandaki yeri, cesetteki başın yeri gibidir.” hadis-i şerifiyle söze başlayarak sabrın öneminden, çeşitlerinden ve faydalarından kapsamlı olarak bahseder. Ayet ve hadislerle kulluk yolunda muvaffak olmanın sabırdan geçtiğini vurgular. Ele aldığı diğer hasletler sırasıyla: Verâ, zühd, tevazu, re’fet (acımak), lînet (yumuşaklık), beşâşet (güler yüzlü, tatlı dilli olmak), af ve ihsan, sıla-ı rahim, merhamet, meşâyıha ta’zim (saygı), ihvâna hizmet, tevbe, hayâ ve taat gibi övülmüş nebevî sıfatlardır.

Zemmedilmiş kötü huylara da yer veren Kotku Hazretleri, bu huylardan ancak bu yolun yolcusu olan sâik tarafından bilinerek uzak durulmasıyla kaçınılacağını ifade eder.

Hocaefendi’nin takdire şayan pek çok özelliklerinden bir tanesi de İrfan Gündüz hocanın da tespitiyle tüketici ve hazır yiyici olmayıp üretici olma anlayışıdır. Gündüz hoca bu tespitini şu cümleler ile aktarmıştır: “Hocaefendi Hazretleri sürekli üretici olmayı öğütler, kimseye yük olmaya asla rıza göstermezdi. Hattâ bir defasında, ‘Pazardan gelirken, cebinde pazardan aldığı emtiayı hamala verip taşıtacak parası olan adamın, bu malı kendisinin taşıması tahrimen mekruhtur.’ demişti. ‘Çünkü, o hamallar da geçinecek; nerden geçinecek?.. Herkes bu kadar parayı sever de her işi kendim yapayım derse, piyasada hiç kimse bir başkasından iş alma imkânı bulamaz!”

Hocaefendi Müslümanların cihad etmelerine de vurgu yaparak mücâhedenin sekiz farklı çeşidi olduğunu ifade ederek en başta gayretli olmak gerektiğine vurgu yapar. Müslümanların gaflet ve tembellikten kurtulmadıkça ne madden ne de mânen mesafe alamayacaklarına işaret eder. Ticaretin önemine vurgu yapan Kotku Hazretleri bu konuda şunları dile getirir: “Çalışmak, ticaret ve sanat erbabı olmak, el ele verip şirketler kurmak, güzel güzel büyük fabrikalar tesis ederek iç ve dış ticarette büyük işler başarmak dururken, muayyen bir maaşa razı olup pasif bir köle gibi çalışmak, aklı başında kafası çalışan bir insan için reva mıdır?” Bu konuda Japonya ve Almanya’nın savaşta yerle bir oldukları halde çalışarak nasıl ilerlediklerinin bizim için de iyi bir örnek olması gerektiğini vurgular.

Cihadın ikinci kısmı, dinlerinden habersiz olan imansız ve itikatsızlarla mücâhede etmektir. Üçüncüsü, insanları hak yoluna davet ederek Kur’an’a ve sünnet-i seniyyeye ittibaları için gayret etmektir. Dördüncü mücâhede, nefse karşı verilen savaştır. Beşincisi, şeytanın iğfâlâtıyla mücâhede etmektir. Altıncısı, bütün günah meclislerini hatta boş laflarla geçirilen mâlâyânî sohbetleri ve Allah korkusu olmayan kötü arkadaşları terk etmektir. Yedinci mücâhede ise, çok miktarda irşad ve eğitim faaliyeti yapabilecek kaliteli âlimler yetiştirmektir. Son mücâhede şekli ise diğer tüm cihat çeşitlerini kapsar mahiyette şöyle ifade edilir: Salih ve muttakî zevâtı sevmek, nasihatlerine ikbâl ve âmil olmak, onları ziyareti ihmal etmeyerek, nur ve feyizlerinden istifade etmeye çalışmaktır.

Kotku Hazretleri’nin hem şahsı hem de tasavvuf anlayışı hakkında söylenebilecek diğer önemli bir haslet ise mahfiyyet prensibidir. Kendini yakından tanıyan pek çok talebesi onun tevâzu ve mahfîliğe verdiği öneme işaret etmişlerdir. Kimseyi hakir görmemek, manevî makamı ne kadar yüksek olursa olsun bunları kendinden değil Allah’tan bilmek asıldır. Bu konuyu izah sadedinde Şah-ı Nakşîbend Bahâuddîn Hazretleri’nin vasiyetinde şöyle buyurduğu nakledilir: “Bir sâlik sülûkunda en yüksek mertebeye vâsıl olsa dahi, kendi nefsini Firavundan yüz derece aşağı bilmesi lazımdır. Eğer böyle bilmezse sülûkte nasibi yoktur.” Bu ifadeler, biraz mübalağalı gibi görünse de kişinin nefsini kontrol altında tutabilmesi için gerekli olduğu kesindir, çünkü kişi kendini emniyette gördüğü anda ayağı ve gönlü kayabilir. Bu yüzden, bu yolun büyükleri hiçbir zaman nefislerine bu fırsatı vermeme adına amellerine güvenmeyerek Rablerine sığınmışlardır.

“Hasenâtü’l ebrâr seyyiâtü’l mukarrabîn” denilmesinin sırrı da bu hassasiyette gizli olsa gerek. Allah dostları Mevla’ya yaklaştıkça buna bağlı olarak daha da dikkatli olmaya çalışmışlardır. Bu durumu ifade eden makamlardan bir diğeri de “Beyne’l havfi ver-racâ” diye ifade ettikleri korku ve ümit arasında olma hâlidir.

Bu yazıda, Mevlaya sığınarak hakkını vermeye ve anlamaya çalıştığımız Mehmed Zahid Kotku Hazretleri gibi güzel insanların haslet ve sîretlerini bizlere de bahşetmesini kerem ve merhamet sahibi Zül Celâl vel Kemâl Hazretlerinden niyaz ediyoruz.

Gayret bizden tevfîk Allah’dan.