En nihayetinde Türk Devletleri Teşkilatı’nın küresel bir “Türk Köprüsü” inşa edebilmesinin yolu, köprünün ayaklarını etnik ve ekonomik kolonlara temellendirmesinde yatıyor. Öyle ki millet olmaklığı, yani kardeşliği, reel politik hedeflerle buluşturmak büyük önem arz ediyor.
Şehnaz FINDIK

Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi yahut bilinen diğer adıyla Türk Konseyi, 1992 yılından bu yana toplanan “Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirveleri”nde alınan ortak bir kararla teşekkül edildi. Kararın kurumsallaşması 3 Ekim 2009’da Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan arasında imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile gerçekleşti. Ancak Türk Konseyi’nin resmen ilan edilmesi 16 Eylül 2010’daki İstanbul Zirvesi’nde oldu. Bu kapsamda üye devletler işbirliği, dayanışma ve kalkınma amacıyla bir program belirledi ve nihayet Ekim 2019’da Özbekistan da Konsey’e tam üye sıfatıyla katıldı.
Nahçivan anlaşmasında belirtildiği üzere üye devletler, Birleşmiş Milletler Statüsünün amaç ve ilkelerine bağlı kalarak, kapsamlı işbirliği, bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunmak, dayanışma ve kalkınma gibi hedefleri gerçekleştirmek üzere ortak çalışmalar yürütecekti. Nitekim öyle de oldu. Eğitim, kültür, spor, ekonomi, karşılıklı yardımlaşma ve daha birçok alanda sürdürülebilir işbirliğinin temelleri atıldı.
Geçtiğimiz 12 Kasım Cuma günü İstanbul’da 8. Zirve kapsamında yapılan görüşmelerde organizasyon, “Türk Dili Konuşan Ülkeler İş birliği Konseyi” olarak çıktığı yola “Türk Devletleri Teşkilatı” olarak devam etme kararı aldı. Teşkilatın bu önemli “isim değişikliği” büyük bir heyecan yarattı. Nitekim bu heyecanın asıl sebebi, halkını ve devletini etnik bağlamda “Türk” olarak nitelendiren bu ülkelerin, ortak paydalarının yalnızca “Türk Dili” olmadığının ve bunun yanında -hatta ötesinde- “Türk Kimliği” de olduğunun açıkça ilan edilmesiydi.
Teşkilatın bugünkü yapıya dönüşmesinde, etnik paydaya dayanan ve fakat romantik düş ve fikirlerden uzak bir reel-politik öngörülmesinin etkisi büyüktür. Türkiye, 1992 sonrasında toplanan Türk Kurultayları’nda olduğu gibi Türkçü eğilimleri stratejik bir söylem hatasına kurban etmek istemiyor. Dolayısıyla Orta Asya ve Kafkasya’daki sosyal yapıyı, siyasi dili ve kamuoyunun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak etkili bir teşkilatlanma inşa etme niyetinde. Son dönemlerde yaşanan hızlı bölgesel değişimler gösterdi ki Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde fiziki ve beşeri coğrafyanın yapı ve ihtiyaçlarını göz önüne alan etkili bir “birlik” kurulması gerekiyor. Gerek Orta Asya’daki Çin-Rusya rekabetine gerekse Afganistan’daki Taliban hükümetine karşı birçok hususta Türk Devletleri Teşkilatı büyük bir potansiyel taşıyor. Yaklaşık 300 milyon nüfusu, 4.5 milyon kilometre kare yüzölçümü ve 2 trilyon dolarlık ekonomik potansiyeli ile Türk Devletleri Teşkilatı, dünyanın dört bir yanında etkili olabilecek jeostratejik konuma sahip. Öyle ki Macaristan’ın gözlemci sıfatıyla katıldığı Teşkilat’ın bir sonraki hedefi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak Türk dünyasınca tanınmasını ve Teşkilat’a üye olarak katılmasını sağlamak. Macaristan’ın Budapeşte’de Teşkilat’ın Avrupa ayağında da kendini hissettiriyor olması bir başka önemli husus. İmkânlar ve kısıtlar dâhilinde bu hedeflerin ne kadarının ne şartlar altında gerçekleşebileceğini zaman gösterecek. Ancak böylesi bir tarihsel vakıanın, resmi kaynaklarca dile getiriliyor olması oldukça büyük bir adım. Teşkilat, Türk Konseyi olarak faaliyet gösterdiği dönemden bu zamana kadar Türk Ticaret ve Sanayi Odası, Türk Yatırım Fonu, Kardeş Liman Süreci, Transit Koridoru, Tedarik Zinciri Grubu, Modern İpek Yolu Ortak Tur Projesi, Sağlık Kurulu, Orhun Değişim Programı, Uluslararası Gençlik Kampı, Türk Konseyi Gençlik Platformu ve daha birçok organizasyon ile yirmiden fazla alanda aktifti. Bu alanların ekonomik işbirliği ile uluslararası hale getirilmesi ve Türk dünyasına yakın devletlerce de birer kültür diplomasisi örneği teşkil etmesi bekleniyor. Peki, Türk Devletleri Teşkilatı’nın ilanına kadarki süreçte kurumsallaşma babında neler yapıldı? Teşkilat’ın bugünkü anlamda “Türk”leşmesi tevafuk mu?
Köprü Türklerden “Türk’ün Köprüsü”ne
Rusça’da “Srednyaya Aziya” (Orta Asya) olarak adlandırılan bölge, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ı çevreleyip, Kazakistan’ı ise tamamen farklı bir bölgede konumlandırır. Kafkasya ise “Zkavkazye” olarak adlandırılır ve Güney’indeki Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile özdeşleşmiş bir bölge olarak ön plana çıkar. Bu iki bölge, birçok jeopolitik kuramın da odak noktasıdır. Çünkü bu coğrafyanın iklimi, toprağı ve konumu stratejik bağlamda fırsatlar yaratır. Beşeri özelliklerine bakıldığında ise Türk kimliği, dili, kültürü, inancı ve medeniyeti ile coğrafyanın tüm özellikleri arasında organik bağlar vardır. Esasında Orta Ülke (Çin) ile Avar (Jujanlar) hâkimiyetindeki Slav halklarını (Bugünkü manada Rusya toprakları) birbirine bağlayan o uzun ve çetin “köprü”dür Orta Asya. Önceleri İpek Yolunun günümüzde ise Çin’in “Kuşak Yol Projesi” olarak adlandırdığı modern ticaret yolunun geçiş güzergâhındadır. Evet, tarihin cilvesine bakın ki bu iki bölge yine enerji kaynaklarının, ticaretin, göçlerin ve daha birçok önemli etkinliklerin tam geçiş güzergâhında bir “köprü” konumunda. Türkiye için de durum çok farklı değil. Nasıl mı?
Esasında uzun yıllardan beri Türkiye’nin jeopolitik yapısı gereği Asya ve Avrupa arasında bir “köprü” olduğu söylemiyle kavga ediyoruz. Üstelik bu kavga, Türkiye’ye biçilen köprülük ve bundan mütevellit etiketlerin tamamına yönelik. Zira köprü olmak, bir anlamda menzil olmamayı getirir. Başlangıç noktası yahut işaret edilen nihai nokta olmaktan uzak olan devletler etkili bir küresel vizyon ortaya koyamaz. “Geçiş ülkesi” gibi karakterize edilmeniz büyük hedeflerin “güzergâhı” olarak kalmanıza neden olur ve büyük projelerin yaratıcısı, yürütücüsü ve maliki olmanıza engel teşkil eder. Böyle durumlarda konumlandırıldığınız kısıtlar içerisinde büyük güçleri taklit eden, onların peşine takılan ve asla özgün olmayan bir devlet karakteri ortaya çıkar. Nitekim, Türkiye de Soğuk Savaş döneminde Batı dünyasının komünizme karşı ortak mücadelesi için bir sınır hattı olarak karakterize edildi. Adeta Batılı müttefiklerinin cephe hattını müdafaa eden bir ileri karakoldu. Türkiye’nin bu süreçte “köprü” gibi görünmesi onu kendi kimliğinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Türkiye bir Avrupa ülkesi miydi? Avrupalı devletler bu soruya yerine göre “Evet” demekten çekinmediler. Öyleyse Türkiye neden Avrupa Birliği’nde değildi? Avrupalı devletler bunun bir “kimlik” meselesi olduğunu elbette söylemeyecekti. Bunun yerine henüz AB’ye üye olmaya hazır olmadığını ve zaten Türkiye’nin bir köprü ve denge konumunda olduğunu söylemeliydiler. Öyle de yaptılar. Ancak Türkiye kendisine biçilen rolün farkındaydı ve bu durumu kabul etmeye de niyeti yoktu. 1991 sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte böylesi bir konumun getirdiği mahrumiyet aşılmak istendi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının akabinde Türkiye için kendi köprülerini inşa etme süreci de başlamış oldu.
Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlıklarını ilan eden Türk Cumhuriyetleri, 1992 yılının Ekim ayında devlet başkanları düzeyinde (Tacikistan Devlet Başkanı hariç) “Türk Devletleri Zirvesi”nde bir araya geldi. Türkiye gibi halkı Müslüman, laik, nispeten Batılı, liberal ve demokratik bir hukuk devleti modelinin bu bölgelere de uzun vadede başarı getirmesi beklendi. Ancak, bu devletlerin norm temelli beklentilerinin aksine Türkiye, etnik temele dayalı bir bütünleşme öngörmüştü. Bu ise yeni kurulan Türk Devletleri tarafından tepkiyle karşılandı. Çünkü SSCB döneminde Orta Asya ve Kafkasya’da temelleri atılan “üst kimlik”lerin bağımsızlık sonrası Türk Cumhuriyetlerinde birer ulus kimliğine dönüşmesi kaçınılmaz olmuştu. Elbette bundan evvel de Kazaklık, Kırgızlık, Taciklik ve Özbeklik gibi mikro kimlikler vardı ve coğrafyalarında ayrı birer aktör olarak yaşadılar. Ancak, Sovyetler Birliği döneminde birbirlerinin ortak dil, tarih, din ve kültür paydalarının ayrıştırılmış olması, bağımsızlık sonrasında bu Türk Devletleri’nin aralarındaki kopuşun da temel nedenlerinden biri oldu. Diğer önemli ayrışma nedeni ise her bir devletin sahip olduğu kaynakların kullanımı ve dağıtımının, yani iktidarın ve ekonominin, belirli zümrelerin elinde tekelleşip otoriterleşmesi oldu. Dolayısıyla Orta Asya, Kafkasya, Türkiye, Kıbrıs ve Macaristan’ın bu sebeplerle uzunca bir süre ortak dil, etnik köken, kültür ve ticari bağlamında buluşması ve bu buluşmayı ekonomik ve siyasal alanda temellendirmesi de gecikmiş oldu.
Öte yandan dengeleri değiştiren ve Türk Cumhuriyetleri kanadında önemli bir dönüm noktası olan Çin’in yükselişi (Xi Jinping’e göre ‘Çin’in Geri Dönüşü’), Orta Asya’daki tarihsel hafızayı yeniden canlandırdı. Yüzyıllardır komşuları Çin ile daima teyakkuz halinde yaşamış olan Türk Cumhuriyetleri, bu tarihsel düşmanlarının küresel ekonomik yükselişi karşısında hazırlıksızdı. Çin’in Güneydoğu Asya’da ASEAN ile ve Orta Asya’da Şanghay İş birliği Örgütü ile temasları, söz konusu Türk Cumhuriyetlerini kendisine bağımlı hale getiren birtakım yatırım ve anlaşmayı da beraberinde getirdi. Bilhassa Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan ile ekonomik temelde Çin lehine yürütülen ilişkiler bu devletlerin Çin’e bağımlılığını da önemli ölçüde artırdı. Zamanla Türk Cumhuriyetleri’nin egemenlik ve ulusal çıkarlarını dahi tehdit eden Çin’e karşın bu devletlerin bölgedeki tek alternatifi olan Rusya’ya yönelmesi kaçınılmaz hale geldi. Devlet bazında gerek Çin gerekse Rusya ile ilişkilerinde istenilen sonuçları elde edemeyen Türk Cumhuriyetleri için birlik olmanın önü açılmış oldu.
Bu coğrafyada atılacak adımların ekonomik sorunlar, işsizlik ve enerji kaynaklarının kullanımı noktasında çözüm getirmesi için gerçekçi ve güven odaklı iletişim gerekiyor. Hamasetten ve coşkulu nutuklardan çok ekmek davasında olan Türk Cumhuriyetlerinde kalkınmanın önünü açacak adımlar atılmalı. Bilhassa iklim sorunları sebebiyle suya erişimde sorun yaşayan bölgelere su politikaları kapsamında reel bir yaklaşım geliştirilmeli. Uranyum, petrol ve doğalgaz kaynaklarının tek taraflı değil “kazan-kazan” stratejisinin bir gereği olarak iki taraflı fayda sağlayan ticaretine odaklanılmalı. Dürüst, sürekli ve gelişime açık bir perspektif ortaya konulursa Türk Devletleri Teşkilatı gerçek ve etkili bir aktör olabilir. Bu şekilde tıpkı Güneydoğu Asya Uluslar Birliği’nin (ASEAN) bölgesel kalkınma ve ortak güvenlik rejimi başarısına benzer bir başarı yakalanabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin hamaset ve romantizme kapılmadan, ekonomik işbirliğini artırarak gerek ticaret hacminde gerekse yatırımlar noktasında Türk Cumhuriyetlerinde aktif rol oynama niyetinde gerçekçi sabiteler ortaya koyması önemli. Teşkilat bu anlamda Çin-Rusya rekabetinden dolayı tehdit altında olan Türk Cumhuriyetleri için ekonomik, siyasi, toplumsal, çevresel ve askeri ilişkileri düzenleyen bir çatı kurum olarak küresel sistemdeki yerini sağlama alabilir. En nihayetinde Türk Devletleri Teşkilatı’nın küresel bir “Türk Köprüsü” inşa edebilmesinin yolu, köprünün ayaklarını etnik ve ekonomik kolonlara temellendirmesinde yatıyor. Öyle ki millet olmaklığı, yani kardeşliği, reel politik hedeflerle buluşturmak büyük önem arz ediyor.