Medyada Din ve Dinde Medya

Medya, etimolojik olarak “orta/da/ki”, “ara/da/ki”, “ara/ç” ve “ara/cı” gibi anlamlara gelen medium kelimesinden türer. Terim olarak da ileti/şim ve yayın “araçlarının” tümünü ifade eder.

Mustafa ŞENTÜRK

Doç. Dr., Trakya Üniversitesi

Öncelikle ilginç bir durum olarak, bu yazının tarafımdan talep edildiği ânın, kendi içimde ‘İlâhiyâtçı bir akademisyen olarak tüzel bir sosyal medya ve bâhusûs youtube kanalı açmalı mıyım?’ sorusu etrafında teemmül ettiğim bir vasata denk geldiğini ve bu yazıyı yazmayı ‘o halde sesli/kollektif düşünmenin zamanı gelmiş anlaşılan’ sâikiyle kabul ettiğimi belirtmeliyim.

Belirtmem gereken diğer husûs ise başlığın yukarıdaki gibi tanzîmi ve tercîhi, bu yazının ‘durumdan değere’ veya ‘olandan olması gerekene’ düzeninde yazılacağıdır. Başlığı tam aksi yönde teşkîl edip normatif bir yaklaşım da söz konusu olabilirdi ancak biz sosyolojik yöntemi öncelemeyi tercih etmiş olduk.

Medya, etimolojik olarak “orta/da/ki”, “ara/da/ki”, “ara/ç” ve “ara/cı” gibi anlamlara gelen medium kelimesinden türer. Terim olarak da ileti/şim ve yayın “araçlarının” tümünü ifade eder. Medyanın etimolojik anlamına dönersek, sahip olduğu ileti/şim ve yayın potansiyeli ile bilgiyi “araçsallaştırmak” ve “ortaya dökmek” sûretiyle değersizleştirerek “ortalık malı” hâline getirmek ihtimali her zaman vardır. Diğer bir ifadeyle “enformasyonun cehâlete” dönüşmesi, dahası “bilgi çağında bilginin kirlenmesi” mümkündür.

Günümüzde medyanın okuma ve yazma ağırlıklı basım ve yayımdan (tab’) gösteri, izleme ve dinleme ağırlıklı basın ve yayına (neşr) evrildiği söylenebilir. Yani artık medyanın işi ve önceliği, tebliğ/bil(gilen)dirme değil gösteridir (show business). Bu vasatta gösterilen bir nesnenin ve/ya olgunun önceliği de izlenmek olsa gerektir, anlamak değil. Her ne kadar böyle söylerken anlama ile gösteri/m arasındaki ilişkiyi tamamen gözden ırak tutmuyorsak da.

Adına sosyal medya denilen ancak sosyalleşmeyi dijital ve sanal ortama indirgemek sûretiyle gerçek sosyalleşmeyi âdetâ bitiren medya biçimi, sahip olduğu dijital örgütlenme imkân ve hızı ile küreselleşmeye paralel, bir taraftan bütün bir dünya toplumunu etkisi altına almakta diğer taraftan toplumları nötralize ederek küçük ve marjinal gruplar haline getirmektedir. 

Nitelik ile popülarite arasında ters orantı bir yasa değilse de nitelikli olanın popüler, popüler olanın da nitelikli olamayacağı aşikâr. Zira Rene Guenon’un belirttiği gibi çağımıza nitelik/keyfiyet değil nicelik/kemiyet hâkim. O bakımdan değeri tıklanma ve/ya izlenme oranı ile ölçülen bir yayının, çoğu zaman nitelikli ol(a)mayacağı âşikâr.

Türkçe’de “ağ” ve “şebeke” anlamlarına gelen ve medyaya bağ/lanmamızı sağlayan network kelimesi, tıpkı dilimizdeki karşılıkları gibi negatif anlamı da barındırır. Yani medyanın insanı “bağlayan” ve hakikatle buluşmasını engelleyen “(b)ağ ve şebeke” oluvermesi uzak bir ihtimal değildir.

İlginç bir biçimde rating ve like kelimelerinin her ikisi de dağarcıklarında “değer/lendirme” anlamını barındırıyorsa da medya ortamında bu iki eylem değere göre değil de değer rating ve like ile ölçülmeye başlanmıştır. Değeri rating ile ölçülenler, yeri ve zamanı geldiğinde ratinge kurban edilebilirler.

Özellikle sosyal medyada takipçi sayısı on hatta yüzbinlerle ifade edilen, çoğu kaliteli içerikten yoksun, popülist, niteliksiz; belki bir kısmı ticârî ve siyâsî, diğer bir kısmı da art niyetli pek çok kişi ve grup bulunmaktadır.  

İdeolojik, propagandist ve manipülatif bir takım basın araçlarının “baskı araçlarına” dönüşmesi, diğer bir söylemle kitle ileti/şim araçlarının “kitle ileti” araçlarına dönüşmesi yani kitleyi yönlendirip manipüle etmesi, bilinen bir durumdur. Bir başka deyişle, “dördüncü kuvvet” medya, küresel ajansları aracılığıyla içeriği ideolojik süzgeçten geçirildikten sonra bütün dünyaya servis ettiği “haberler” ile çoğu zaman, toplumsal özne olarak egemen sınıfın, toplumun nesnesi durumunda olan yönetilenler üzerinde kurduğu kültürel ve ideolojik hegemonyaya hizmet eder. Bu da olay ve olgu/lar/ın sonrasında haber/lerin içeriklendirilmesiyle kitleleri yönlendirmek şeklinde olabildiği gibi bazen de algı yönetimi için önceden ve kurgusal içeriklerle olabilmektedir.

“Demokrasi götürmek” algısı ile yola çıkan ve Irak’ta yaklaşık bir buçuk milyon insan canına mâl olan savaşı dünyaya canlı izleten ve bunu “medyanın başarısı” olarak lanse eden küresel güç, haksız savaşı ve ona bağlı ölümleri normalleştirirken aynı süreçte kadrajını petrole bulanmış bir karabatağa odaklayarak “barbar doğu/lular” algısını oluşturmakta zorluk çekmemiş gibi görünmüştür. O halde yapılması gereken Bourdieu’nun tabiriyle ‘ekranların neyi gösterdikleri ile değil neyi gizledikleri’ ile ilgilenmek olmalıdır.

Medyada Din

Modern dönemde dinin ve temsil ettiği bütün değerlerin mevzi ve itibar kaybı medyaya da yansımıştır. Ancak buna rağmen medyanın bir sosyal fenomen ve/ya kurum olarak dine bigâne kalması düşünülemez. Gerçi özellikle Türk toplumunda, modern dönemde bize göre çarpık bir laiklik anlayışının etkisiyle dine ve dinî olana kayıtsız kalınmış ancak postmodern dönemde bu tutum daha fazla sürdürülememiştir. Ya da bu dönemde dinin ve dinî olanın tüketim potansiyeli keşfedildikten sonra modern dönemdeki jakoben tutumda ısrar edil/e/memiştir. Modern dönemde din câmiye hapsedilip dinin kamusal alanda görünülürlüğü ve temsiliyeti âdetâ yok sayılmış, buna paralel olarak da sâir zamanlarda radyo ve TV’de haftada bir saat, ramazanlarda günde bir saat ile sınırlandırılmış yayınlar dışında öteki hemen bütün programlarda dine kayıtsız kalınmış; ne Ramazan ne oruç hatta ne de Ramazan pidesine temas edilmemiştir.

Modern dönem Türkiye’sinde 50’li yılların sağladığı demokratik ortamda matbûât, 70’ler de sinema şeklinde ilk örneklerini veren İslâmî medya, onu da dönemin vasatında dinî ve/ya İslâmî olarak değil “millî” olarak nitelendirebilmiştir. 90’lı yıllarda âdetâ bir “cihâd biçimi” olarak ve “düşmanın silahı ile silahlanma” motivasyonu ile işitsel ve görsel medyaya “ihlâs” ile niyet etmiş, belli bir mesafe de kat etmiş ancak belki reklam verenlerin de etkisiyle küresel hegemonya tarafından evrilmekten kurtulamamıştır. Daha açık şekilde söylemek gerekirse, başlangıçta iltifat etmedikleri fâiz reklamları ile küresel cola içeceği firmalarına reklam verenlerin ayartıcı tekliflerine, önce zarûreten medya işletmelerini ayakta tutabilmek, bilâhare kârın câzibesine kapılarak evet demek durumunda kalmış görünmektedirler. 

Kapitalist medya açısından din(î olan); ancak tüketilebilir olduğunda bir değer ifade eder. O taktirde dinî (olanı) kendinden hareketle değil bir medya malzemesi hâline getirip pazarlayabilen, ister sıra dışı ister muhafazakâr ister reformist olsun ama mutlaka medyatik, alıcısı ve reytingi olan, bir anlamda kapitalizm vâizliği yapacak ve/ya Neil Postman’ın ifadesiyle, “eğlendirme yeteneği olan” vâizlere ihtiyaç duyacak ve/ya sadece onlara ekranlarını açacaktır.

Nitekim kapitalizmi ayakta tutan ve tüketim çarkını döndüren temel unsurlardan olan reklamlarda, dinî içerik ve sembollerin kullanılması Batı’dan Doğu’ya oldukça yaygın bir durumdur. Reklamcılar, insanların satın alma kararlarını etkilemek için, aslında “ürettiğinden daha az tüketmeyi” öğütleyen dinin paradoksal bir biçimde tüketimi teşvik için etki gücünden yararlanmaktadırlar. Bunun için sadece Ramazan ayında küresel markaların bile reklam içeriklerinin nasıl değiştiğine bakmak yeterli olacaktır.

Hemen bütün dinlerde görülen din-mûsikî arasındaki kadîm ilişki, bizde câmi ve tekke mûsikîsi diye ikiye ayrılan bir dinî mûsikî geleneğinin oluşmasını sağlamıştır. Medya, yeni/den üretilen ve ticârî değeri de olan mûsikî eserleri, özellikle 90’larda “İslâmî radyoların” can damarı olmuş, dolayısıyla medya bu eserlerin yaygınlaşmasında ve tüketilmesinde başat rolü yerine getirmiş ve getirmektedir.

Bir başka konu da “muhafazakâr moda” ve kadın dergileridir. Belki on yıllık geçmişi olan muhafazakâr moda ve kadın dergilerinde inşâ edilmek istenen kadın kimliği ile modern kadın kimliği arasındaki fark ne düzeydedir? Soruyu başka şekilde sormak gerekirse, muhafazakâr kadın ile modern kadının buluştu(ruldu)ğu zemin ve/ya platform neyi temsil etmektedir? Ya da başörtüsü “modern mahrem” olmaktan “görünür olma aracına” mı evrilmektedir?  

Öte yandan internet meseleye bambaşka bir boyut kazandırmış, önceleri Batı’da daha sonra bizde de görülen sanal mâbedler, online ritüel ve duâlar, henüz pek görülmeyen ama yakın gelecekte muhtemel görünen tamamen online grup ve cemâatler ile âdetâ “dinin dijitalleşmesi ve/ya sanallaşması” süreci yaşanmaktadır ve yaşanacaktır.

Burada tartışılması gereken temel mesele, kanaatimizce “ahlâkın medyası mı, medyanın ahlâkı mı” meselesidir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, ahlâkî medya mı, medyatik ahlâk mı?

Medyanın Ahlâkı ve/ya Medyatik Ahlâk

Medyanın değer yargılarının olmadığını, tarafsız ve/ya orada sunulan içeriklerin nötr olduğunu düşünmek doğru değildir. Medyanın kendisini üretenler için bir etiği vardır, haberler de dâhil içerikler nesnel değildir ve kendi değer yargısına göre yorumlanmış bir şekilde sunulur. Zira medyanın, olguları yeniden üretme ve yeniden tanımlama gücü vardır.

Kişisel, yerel, alternatif ve/ya bağımsız medyadan söz etmek mümkünse de onun etik anlayışını da bu tür medyanın sermaye ve/ya iktidar ile ilişkisi belirleyecektir.

Doğası gereği sıradan ve/ya olağan olanın değil sıra dışı ve/ya olağandışı olanın değer ifade ettiği medyanın ahlâkı/huyu, “sade gerçek/li/ğe” değil “süslü imaja ve/ya yalana” itibar edecektir. Medya bunu savunmak için “kötü/lüğ/ün seyirci üstünlüğüne” sığınmakta, kurtarıcı olarak da çoğu zaman üç şeye; şöhret, şiddet ve şehvete sarılmaktadır. Ve nihâyet medyada yalan haberlerin, doğru haberlerden daha çok revaç bulup paylaşıldığı bilinmektedir.

Değer ölçüsü, izlenme oranı olan medyatik ahlâk; seyirciye bir yandan bütün değerlerin sınırlarını zorlayan, ahlâkî sinir uçlarını gıdıklayan, parlatılmış, yaldızlanmış ve çoğu kez çarpıtılmış içerikler sunar öte yandan “seyirci böyle istiyor” diye kendinden menkul bir yalana sarılmaktan çekinmez.

Temeli âdetâ eğlence üzerine kurulan bir medyadan daha fazlasını beklemek abes olur. Nitekim “Televizyon/medya” der Neil Postman, “bize yeni bir epistemoloji sunar. Bir üst araç (meta medium), sadece bilgimizi değil, bilme yöntemimize dâir bilgimizi de yönlendirir… Buna göre sadece eğlence sunmaz, bir ‘üst ideoloji’ olarak eğlenceyi her şeyin üstünde tutup gösterilen ve/ya sunulan her konu ve temanın eğlendirerek ve haz vererek sunulmasını sağlar. Diğer bir deyişle, eğlenceyi konunun aracı olarak değil, konuyu eğlencenin aracı olarak sunar”.

Bu çerçevede ahlâkın medyayı inşâ ve/ya yönlendirmesi imkân ve ihtimâli, ne yazık ki medyanın ahlâkı etkileme potansiyelinden azdır. Zira medyadaki paylaşım ve like’ın birbirini güçlü bir sarmal hâlinde güdülediği ve beslediği bu düzenleme, başka türlüsünü pek mümkün kılmamaktadır. Meselâ Allah’ın rızâsı ile ihlâs ve samîmiyet şartına bağlı amellerin paylaşımları, like’ın rızasına, riyâya ve/ya “hayırda yarışmak” paylaşımda yarışmaya dönüşebilir. Başka bir ifadeyle “gösteri çağı”, sâlih amelleri “gösterişçi dindarlığa” dönüştürebilir.

“Haber” kaydıyla da olsa “değeri”, ‘köpeğin adamı ısırması değil adamın köpeği ısırması’ yani sıradan değil sıra dışı olanın, bir süre sonra kurgusal, düzmece ve/ya asparagas haberlerle karşımıza çıkmasına şaşırmamalı. Üstelik sadece medya kuruluşlarının değil bir takım sosyal medya fenomenlerinin ve/ya youtuberların daha çok “beğeni” almak uğruna bu tür kurgulara tevessül ettikleri çok sık görülmektedir.

Özellikle internet ve akıllı cihazlar, “Bir ürüne para ödemiyorsanız ürün sizsiniz” sözünü, iyiden iyiye doğrulamış oldu. Zira akıllı cihazlardaki uygulamaları kullanabilmek için vermek zorunda bırakıldığınız izinler, mahremiyeti neredeyse ortadan kaldırmış oldu. Hâsılı artık “Zeki Müren de bizi görmektedir”.

Dinde Medya

Madalyonun öbür tarafına yani dinde medyanın yeri ve niteliği meselesine gelince, tartışmaya açık olmakla birlikte evvel emirde belki şunlar söylenebilir: Bilgi ve enformasyon genel olarak değerlidir. Medyanın amacı da bu anlamda toplumu bilgilendirmektir ve din ile yolunun kesiştiği yer de tam burası olsa gerektir. Zira dinler, bir davet/çağrı olarak davetçi elçi tarafından teblîğ edilirler.

Bilindiği gibi, Allah’ın sâbit sıfatlarından biri de kelâm yani Allah’ın konuşmasıdır. Allah da insanlarla Hz. Mûsâ’da olduğu gibi bir nevi perde arkasından ve/ya doğrudan doğruya, vahiy yoluyla ve/ya elçi göndermek suretiyle konuşmuştur (A‘râf 7/143; Şûrâ 42/51). Vahiy de bir nevi kelâmdır.  Bu sebeple “Kün/ol!” sözüyle yaratılan kâinâta da Hz. Îsâ’ya da “kelimetullah” denir (Âl-i İmrân 3/45; Nisâ 4/171). Nitekim Yuhanna İncili de “Önce söz vardı” diyerek kelâma vurgu yapar.

Risâletin rasûlden başka açıklayıcı bir aracı/sı olmadan muhataplara doğrudan ulaşması için her topluma kendi diliyle peygamber gönderilmiş (İbrâhîm 14/4), bu arada Kur’ân da “apaçık bir Arapça lisânı” ile indirilmiştir (Nahl 16/103; Şuarâ 26/195).

“Son kelâm” Kur’ân, “kerîm bir elçinin sözü/kavli” (Hâkka 69/40; Tekvîr 81/19) olarak “Oku!” kelâmı ile başlayan ve dinlenilmesi emredilen bir okuyuş/kur’ân ve insanlığa bahşedilen son yazı/kitaptır. Yani vahyi insanlığa ulaştırmanın temel aracı dildir ve bu süreçte dilin/lisânın bütün araçları (kelâm, kavl, kur’ân/kırâat, kitâb, suhûf, davet/çi, risâlet/rasûl, nebî) kullanılmıştır. Nitekim bugün de dilin pasiften aktife doğru temel becerileri denilince dinlemekonuşma, okumayazma anlaşılmaktadır. Bir dili öğrenme, bu temel becerileri kullanabilme ile ölçülür. Genel olarak öğrenmenin başarısı da dilin bu temel fonksiyonlarının nasıl ve ne kadarının kullanıldığına bağlıdır. Başka bir ifadeyle öğrenmede başarı, dilin söz konusu bu fonksiyonlarının olabildiğince tümünün (ve) etkili kullanımına bağlıdır. Bir söz olarak bir anlamda vahyin başarısı da diğer pek çok etkenin yanında, dilin temel becerilerine dayanan bütün bu sunum ve ileti yollarının kullanılmasıyla izah edilebilir.

Hâsılı, nasıl ki medya sosyal bir fenomen ve/ya kurum olarak dine kayıtsız kalamamışsa din ve dinî olan da bunlarla iştigal edenler de medyanın ileti/şim ve yayın potansiyeline kayıtsız kalamamıştır ve belki kalmamalıdır.

Nitekim yaşadığımız dünyada, hangi din, dil, ırk ve cinsiyetten olursa olsun, hangi mesleği icrâ ediyorsa etsin, neredeyse her bir kimsenin bir vatandaşlık numarası gibi “sosyal medya hesabı” vardır ve galiba insanın “hesabı da” sosyal medyası üzerinden görülmektedir, görülecektir. Çoğu zaman anlamsız takip/çi yarışına girseler de dini temsil durumunda olanlarla din ile meslek olarak ilgilenen kimseler de bunun dışında değildir. Geleneksel dinî tarîkat, grup ve cemâatler ile terörize dinî yapılar da resmî dinî kurumlar ve Diyânet de, din eğitimi veren resmî kurumlar da buna dâhildir.

Ve dahî akademik süreçler de duruma bigâne kal(a)mamışlardır. Wikipedia.org ile başlayan kaynakları ve/ya bilgiyi, web tabanlı dijital ortamlara taşıma süreci Batı’da britannica.com, İslâm dünyasında ise shamela.ws ve islamansiklopedisi.org.tr ile devam etmiş, bu durum hem dünyanın her tarafından bilgiye ulaşılabilmesi hem de buralarda sunulan bilginin güncellenebilmesi imkânıyla dinamik bir nitelik kazanmıştır.

Ahlâkın Medyası ve/ya Ahlâkî Medya

Yukarıda ahlâkî medya imkân ve ihtimalinin az olduğuna değinmiştik. Ancak ahlâkın ölçüsü nicelik değil, niteliktir. Bir başka ifadeyle ‘kötülüğün çok ve yaygın olması şaşırtıcı bir biçimde hoşa gitse de iyi ile kötü asla bir değildir’ (Mâide 5/100).

Buna göre ahlâkın inşâ ettiği medya faaliyeti, ‘meşhûr olmayınca izlenmiyor, takip edilmiyor ve/ya takipçisi az’ gibi bahaneler üretmeden; ‘izlensin, beğenilsin, tanınsın’ diye değil, hakîkatı aktarmak için yapılmalı. Aksi takdirde takip, beğeni ve/ya şöhret için ödenecek bedelleri göze almak gerekir.

Bizim gibi ülkelerde okuma yazmayı sadece günlük işlerini görmek için öğrenmiş, bir bilgi ve zihin faaliyeti olarak kullanmayan ve vaktinin çoğunu ekran karşısında geçiren kimselere hitâb edecek doğru içerikler üretip sunmak, en azından farz-ı kifâye olsa gerektir.

Dinin teorik ve marjinal konularını gündem yapmadan, konuları sulandırmadan, birilerine çatmadan… ortalama vatandaşları öncelikli olarak ilgilendiren konuların onların anlayabileceği dilde ekranlara taşınması, yerine getirilmesi gereken bir kamu hizmetidir.  

Kamuya dönük medya hizmeti de kamu desteği ile kaynaklarını kamudan alarak ve kamu için yapılabilir. Bu da resmî ve gayr-i resmî kurum ve kuruluşlar tarafından yürütülebilir. Ancak resmî olanın ideolojik perspektifi, gayr-i resmî olanın da reklam verenlerle kuracağı ilişki ve seyirci üstünlüğü sağlamak kaygısı ile bayağı olana evrilmesi ihtimâli sorun teşkîl edebilir. Bu durumda sığınılacak ada yine kamunun kendisi, yani halk ve/ya onu temsil eden gönüllü kuruluşların desteğidir.

Bu yaklaşım idealist, romantik dahası ütopik bulunabilir ama hatırlayın, “düşmana benzedikten sonra kazanmanın anlamı yok” diyordu Aliya.

Yazıyı bitirirken baştaki soruya dönelim. Ne dersiniz sevgili dostlar? Bu yazı ile getiri ve götürülerini tartışmaya çalıştığımız medya ortamına, mesleği din(î meseleler) ile ilgilenmek olan bir akademisyen olarak girmeli ve meselâ youtube kanalı açmalı mıyım sizce?