Şems-i Tebrizî’nin Vatanı: Tebriz -I-

Farsça bir kelime olan ve “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ile yine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına gelen “riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebriz adı oluşmuş.

Rıdvan CANIM

Prof. Dr., Trakya Üni. Edebiyat Fak.

Gürbulak ya da Bazargân sınır kapısında başlayan ve neredeyse gün boyu süren yolculuğumuz Tebriz’de bitti ama gecenin de yarısını bulmuş olduk. Tebriz’e gündüz girmeyi çok isterdim oysa… Her şeyde bir hayır mı aramalıyız? Öyle olsun. Bir dostun tavsiyesi üzerine şehrin merkezindeki “Sina Hotel”e zor zahmet atıyoruz kendimizi. Bu sıcak Temmuz akşamında sıcak bir karşılama. Sabah ola hayr ola… 

İran’ın dördüncü büyük kenti Tebriz… Ve Doğu Azerbaycan eyaletinin de başkenti. Bu başkentliğin pratik karşılığını Tebriz’de bulunduğum süre içinde pek anlayamadım ya neyse… Kuzeyde Eynalı Dağı ile güneyindeki volkanik Sehent Dağı arasında, Kömür veya Mehran Çayı ile Acı Çay’ın birleştiği dağlar arasındaki Tebriz ovasında kurulmuş Tebriz şehri. Nüfusu 1 milyon 600 bin civarında. Hazara yaklaşık 70 km. uzaklıkta ama aradaki dağlar Tebriz’de karasal iklimi hâkim kılmış hep. Tıpkı Bakü gibi Erzurum gibi rüzgârlı bir şehir Tebriz. Deprem kuşağı üzerinde kurulmuş, tıpkı Erzurum gibi. Havasıydı, suyuydu, hatta insanıydı derken çevresindeki çok sayıda kaplıca ile biraz daha benziyor Erzurum’a. Aslında insanlar şehirlerinde ılıca, kaplıca, her neyse, olduğuna niye sevinirler bilmem ki! Bir yerde bunlar varsa orada fay kırıkları var demek değil midir bu. Fay hatları da depremin izlediği yol değil midir? Demek ki o kadar da ince düşünmeye gerek yokmuş! Tebriz ismi ile ilgili bir sürü söylenti var. Hangisinin doğru olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini Tebrizliler bile pek bilmiyor. Farsça bir kelime olan ve “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ile yine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına gelen “riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebriz adı oluşmuş. Hâlâ ne alâkası var diyorsanız, bu biraz önce anlattığım “kaplıca” hikâyesini de iyi dinlemediğiniz anlamına gelebilir.

Aher, Bostanabâd, Benab, Serab, Şebuster, Keliber, Merâga, Merend, Miyâne, Heris ve Heştrud, bölgenin en önemli şehirleri arasında sayılabilir. Eyaletin merkezi olan Tebriz, asırlardır Orta Asya’dan gelip Ön Asya’ya, güneyden gelip kuzeye giden yolların kavşağında kurulmuş bir tarih, ticaret ve kültür şehri.  

Birkaç yıl önce gittiğim Azerbaycan’ın başkenti Bakü ile ilgili izlenimlerimi yazarken; “Ey Bakü, ikiz kardeşin Tebriz’le buluşmamız ne zaman olur bilemiyorum” diyerek bitirmiştim sözlerimi. Şimdi burada önce onu hatırladım. Demek ki nasib bugüne imiş. Tebriz için bazıları; ‘Batı Azerbaycan’ın, bazıları “Şarkî” yani ‘Doğu Azerbaycan’ın başkenti diyor. Enteresandır ben de “Güney Azerbaycan” olarak biliyordum bugüne kadar! Henüz anlayabilmiş de değilim doğrusu. Ama gerçek olan bir şey var ki Tebriz katıksız bir Türk şehri. Azerî Türkçesinin en hasını konuşuyor Tebrizliler.

Tebriz’in Tahran’a uzaklığı yaklaşık 620, Türkiye’ye uzaklığı ise 320 km. Arkeolojik kazılar, bu şehrin 5000 yıllık bir geçmişinin bulunduğunu söylüyor. Tebriz’in Müslümanlar tarafından fethi ise hicrî 642 yılında gerçekleşmiş. Neredeyse bütün doğu dünyasının mamur şehirlerini yerle bir eden Moğol işgalinin yıkmadığı birkaç şehirden biri olarak da bilinir Tebriz.  Tebriz’i kimler korudu, bir zamanların önüne geçilemez bu belâsından Tebriz canını nasıl kurtardı bilemiyoruz. Moğol işgalinden sonra Safevîler devrinde Tebriz’in bir süre için İran’ın başkenti olduğunu da hatırlatalım. Burayı Safevîlerin başkenti yapan da yabancı değil! Bizim Şah İsmail! Tabiri câizse çocuk denilecek yaşta Tebriz’den dünyayı sallamış bu çocuk şah. Ta ki Yavuz’la olan şu meşhur Çaldıran karşılaşmasına kadar!

Biraz önce de söyledim. Tebriz tarih boyunca büyük depremler yaşamış bir felâketler şehri aslında. Dolayısıyla zaman içinde birçok tarihî eser, şehirde yaşanan bu sarsıntılar sonucunda yıkılmış ve de kaybolup gitmiş öylece. Safevîler döneminden sonra gelen Kaçarlar döneminde de yine başşehir olmuş Tebriz. Bu yüzden de söz konusu yıllar içinde sık sık Osmanlı ve Rus ordularının akınlarına maruz kalmış bir acılar şehri diyebiliriz Tebriz’e.

Siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben Tebriz’i diğer İran şehirlerine nispetle biraz “aykırı” buldum. Bunu, İran’ın diğer şehirlerini gezip dolaşıp yeniden Tebriz’e döndüğümde daha bâriz olarak bir kez daha fark ettim. Açayım bu sözümü müsâdenizle. Bir babanın birkaç oğlu olur da bunlardan bir tanesi öbür kardeşlerine hiç benzemez ya, hırçın olur, huysuz olur, lâf dinlemez, söz anlamaz yani kısacası sürüp giden aile düzenine “uyumsuz” veya “aykırı” bir “tip” olur ya, işte Tebriz de bana öyle geldi biraz. Daha doğrusu ben bunu hissettim. Tebriz, öyle kolay kolay kendini ele verecek, kendini teslim edecek cinsten bir şehir değil, anlayacağınız. Alttan alta “isyankâr” bir rûhu var bu şehrin kısacası.  Onun için olsa gerek ki İran’da Tebriz’e “ilklerin şehri” adını vermişler. Bir kere sahip olduğu coğrafî konumu dolayısıyla, asırlardır İran’ın Batı’ya açılan kapısı olmuş Tebriz. Bu yüzden de birçok modern yapı bu şehirde inşa edilmiş, batılı anlamda birçok etkinlik de yine önce Tebriz’de görülmüş. Çoğu Tebrizli, bu yüzden İran’ın modernleşmesinin öncüsü olarak görür şehirlerini. Tebriz neden “ilkler şehri”dir bakalım isterseniz:

İran’da ilk matbaa 1811 yılında Tebriz’de kurulmuş. İran’ın modern anlamda eğitim veren ilk okulu 1888 yılında Tebriz’de, kurucusu Hasan Roşdiye adıyla açılmış. Şu anda Millî Kütüphane olarak görev yapıyormuş. İran’ın ilk “İşitme Engelliler Okulu”, Cabbar Bahçıvan tarafından 1924 yılında Tebriz’de kurulmuş. Yine İran’ın ilk “Özel Dâhî Çocuklar Okulu” 1926 yılında Almanlar tarafından Tebriz’de eğitim-öğretime başlamış. İran’da ilk “Ana Okulu” 1923 yılında bu şehirde, ilk belediye teşkilatı, şehir meclisi ve belediye sarayı da yine Tebriz’de kurulmuş. İran’ın yine modern anlamda ilk polis teşkilatı Tebriz’de kurulurken, İran’ın ilk “Ticaret odası”, ilk “Madeni Para Darphanesi”, ilk “Genel Kütüphane”si,  ilk “Sinema Salonu (1900 yılında)” da Tebriz’de kurulmuş, ayrıca 1921 yılında Tahran’ın da ilk sinema salonunu bir Tebrizli açmış. İran’ın ilk “tiyatro”su ve “tiyatro grubu” da yine Tebriz’de sahne almış. İran’ın ilk modern fabrikası Tebriz’de açılırken, 1900’lü yıllardaki telefon sistemine kavuşan ilk İran şehri yine Tebriz olmuş. İran’da ilk “Öğrenci Yurdu” Tebriz’de açılmış ve de İran’ın ilk “Kadın Derneği” Tebriz’de kurulmuş. Sakın başka var mı demeyin! İnsaf derim… Hangimizin yaşadığı şehir, bulunduğu ülkenin bu kadar “ilk”ine sahip? İşte Tebriz bunu için “farklı” bir şehir olma hakkını elde etmiyor mu sizce de?

Tebriz’in son yüz yıllık siyâsî tarihi de İran’ın geleceği açısından önemli “çıkış”lara sahne olmuş. Büyük Tebriz Terminali yakınlarındaki “Meşrutiyet Parkı”na yolunuz düşerse veya yolunuzu Tebriz’in bu şehre en hâkim tepesine özellikle düşürürseniz, işte o tepede şahlanmış atının üzerinde Tebrizli bir kahramanın heykelini göreceksiniz. Anıtın üzerinde şu yazılar var: “Serdâr-ı Millî Settar Han”. Tebriz, 1906 yılındaki Anayasal hareketlenmede siyasî hareketin merkezi durumunda olurken, 1950’li yıllarda İran petrollerinin millileştirilmesi sırasında ve son olarak 1978 yılından itibaren yaşanan İslâm Devrimi sürecinde de hep önemli, hep ön plânda bir şehir olmuş.

Yıllardır üniversitede Osmanlı Edebiyatı dersleri okutuyorum. Sayısız İranlı şair tanıdım. Şirazlı Hâfız’ı ve Sa’dî’yi, Nişaburlu Ömer Hayyam’ı, Feridüddin Attar’ı tanıdım. Meselâ bir Şems-i Tebrîzî’yi tanıdım. Mevlânâ’nın aşk derecesinde bağlandığı yüce şahsiyet… Bundan büyük mutluluk olabilir mi? İşte şimdi onun yurdunda, asırlar önce onun dolaştığı Tebriz çarşılarındayım. Ondan biraz sonra bahsedeceğim, tabii. Hemen şuracıkta, meşhur Hoy şehrinde doğmuş Şems. Âriflerden olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde, biraz önce de söyledim, Tebriz yakınlarındaki Hoy’da dünyaya gelmiş. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile akranlarından çok farklı olduğunu göstermiş, anne babasını, yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştu. Asla sıradan bir derviş değildi Şems. Tıpkı Mevlânâ gibi zâhir ve bâtın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, üstün vasıflarla bezenmiş, gün olmuş müderrislik yapmış, gün gelmiş Mevlânâ gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ âleminin pencerelerini açmış.  Tebriz’de kendisine mânevî kemâlinden dolayı “Kâmil-i Tebrizî”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için de, “Uçan Şemseddin” anlamına gelen “Şemseddin-i Perende” derlermiş.

Ah Tebriz Ah!

Şems’in Tebriz’den başlayıp Anadolu’ya, ta Konya’ya uzanan hazin yol ve hayat hikâyesi buraya sığmaz tabii ki. Biraz gerçek, biraz efsâne, biraz rivayet… Zaten hep böyle değil midir? Şimdi gerçek olan bir tek şey var aslında : Tebriz’le bir an önce tanışmak için can atıyorum.. Sabahın erken saatlerinde ilk ziyaretimiz belki de Tebriz’in en eski tarihî yapılarından birine “Ark” veya “Erk-i Tebriz” adıyla tanınmış olan Mescid-i Alişah’a oluyor. Hicrî sekizinci yüzyılda Tâceddin Alişah tarafından yaptırılmış.  Sadece tuğladan yapılmış duvarlarının genişliği on metreyi bulan bu muhteşem yapıdan geriye çok da fazla bir şey kalmamış aslında. Bu duvarların şehrin kale surları olduğunu söyleyenler de var, bir zamanlar idam mahkûmlarının infaz mahalli olduğunu iddia edenler de var. Öyle sanıyorum ki çok değil bundan yüzyıl önce Tebriz’in hemen her yerinden rahatça görülebilen bir yapıydı bu kalıntılar. Şimdilerde Tebriz’in her köşesinden yükselen gökdelenler giderek onun azametini gölgeliyor, kuşkusuz.

Adının mescid oluşuna aldanıp sıradan bir mîmârî eser gibi düşünmeyin sakın! En az Sultan Ahmed ya da Süleymaniye Camilerinin kubbe yüksekliğinde olduğunu söylersem eserin ihtişâmını anlatabilirim belki. Mihrab tarafında sağlı sollu iki duvarının zorlukla zamana dayandığı görülüyor. Bugünlerde Erg-i Alişah’ta restorasyon çalışmaları sürüyor.

Gülistan Bağı, konakladığımız Sina Otel’in tam karşısında, Tebriz’in merkezindeki önemli parklardan biri. Bunların “bağ” tesmiye ettikleri şey aslında bizim “park” dediğimiz yeşil alanlardan başka bir şey değil, bilesiniz diye söylüyorum.

Ve Mescid-i Kebûd… Diğer adlarıyla Gök Mescid veya Mescid-i Cihan Şah. Haydi, bir ismini daha söyleyelim “Muzafferiye”. Sizi bu “mescid” isimleri aldatmasın sakın, sözünü ettiğim bu yapıların birçoğunun, medreselerin, han, hamam ve kervansarayların ayrılmaz bir parçası olan inanılmaz büyüklükte camiler olduğunu belirteyim. Bu muhteşem külliyenin park biçiminde düzenlenmiş avlusu Tebrizlilerin özellikle akşam serinliğinde buluşma mekânı. Bahçe girişinde büyük şair, klâsik İran edebiyatında “Bedil” unvanıyla tanınan Hâkânî-i Şirvânî’in muhteşem bir heykeli karşılıyor bizi.

Hicrî kamerî 870 yılına ait bu muhteşem eser, Tebriz’in “Hıyâbân” adı verilen Doğu Kapısında yer alıyor. 15.asırda bölgede hâkimiyetini sürdüren Türkmen Kara Koyunlu hükümdarlarından Cihan Şah’ın Tebriz’e yâdigârı. Cami çevresinde yer alan görkemli bir kümbet, hamam, hangâh, medrese ve kütüphane ile beraber bir zaman “Muzafferiye İmareti” adını da taşımış bu külliye. Şimdi adını saydığımız yapıların birçoğu tarihin hafızalarında yaşıyor ne yazık ki…

Zaman içinde Tebriz’in geçirdiği büyük depremlerden ve özellikle Tebriz’in önemli bir kısmını yerle bir eden 1779 depreminden de nasibini almış ama ayakta kalabilmeyi başarabilmiş bir eser Mescid-i Kebûd. Çinicilik sanatındaki çeşitlilik ve inceliği, renklerinin uyumu onun “İslâm Firûzesi” şeklinde tanınmasına sebep olmuş. Bu süsleme ve bezeme harikasının unutulmaz sanatkârı ise Nimetullah İbn Muhammed El-Bevvâb isminde bir usta imiş.

Tebriz Ulu Camii, hicrî birinci yüzyıla ait eserlerden olup, eserin Abdullah İbn Âmirî zamanına ait olduğu söyleniyor. Bina, sekiz köşeli sütunlar üzerine inşa edilmiş oda ve şebistanlardan oluşur.  Eser, Tebriz’in Bilankûh Mahallesi’nde. Unutmadan belirtelim ki hicrî sekizinci ve dokuzuncu yüzyıl şairlerinden, bizim klâsik şairlerimizin de şiir yolunda etkilendiği, kısa ismiyle Kemâl Hocendî ile hicrî onuncu yüzyılda yaşamış nakkâş ve minyatür ustalarından Nakkaş Kemaleddin de burada yatıyorlar. 

Tebriz’in eteklerine kurulduğu Eynal ve Zeynal dağların zirvesinde, İlhanlı mimarî üslubuyla yapılmış iki türbede rivayete göre Hz. Ali’nin iki oğlu yatarmış. Uzaktan selam ve dualarımızı göndermekle yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse o zirveye bu sıcakta ve hele de bu zaman kıtlığında çıkmayı gözümüze kestiremiyoruz. İnşallah bir başka zamana…    

Tebriz’e Şahlardan Bir Yâdigâr: El Gölü

Şah Rıza Pehlevî’nin ikinci eşi Farah Diba, Tebrizli imiş. Rıza Pehlevî, eşi Farah onuruna Tebriz’in şehre hâkim bir güzel tepesi üzerine geniş havuzları da olan bir park yaptırmış. Aslına bakarsanız, burada zaten eskiden, yapımı taa Akkoyunlular dönemine kadar uzanan bir köşk varmış. Bu köşk, Safevîler ve özellikle Kaçarlar döneminde Abbas Mirza tarafından restore ettirilmiş. Dolayısıyla yeniden yapıldığında adına “Şah Gölü” demişler. Şah ailesi her yıl buraya gelir, tatillerinin bir kısmını burada geçirirlermiş. Güneyinde bulunan ve merdiven basamaklarını andıran tepeden aşağıya doğru akan nehircik hakikaten görülmeğe değer. Yine parkın güney tarafından gölün ortasındaki kasra kadar uzanan köprü biçimindeki uzunca yol, El Gölü’ne bir ada havasını veriyor. Siz deyin göl, ben diyeyim büyük bir havuz, işte bu gölün ortasında ülkenin mimarî geleneklerine uygun olarak inşa edilmiş iki katlı bir köşk var.

Gölün çevresi ise Tebriz halkı için bulunmaz bir mesire yeri… Yeşil çimenler üstünde piknik yapanlar, yatıp uyuyanlar, gruplar halinde hafta sonu tatiline çıkmış saçlı sakallı askerler, ağaçların altında birbirlerinin gözlerinin içine bakarak sohbet eden Tebrizli genç âşıklar, hepsi El Gölü’nün konukları.

Şah Gölü veya Tebrizlilerin deyişiyle “İl Goli”, bugün de içindeki balıklarıyla ve Tebriz’e tepeden bakan parklarıyla eski görkemini koruyor. O günlerle bugün arasındaki tek fark herhalde isminin değiştirilmiş olması. Eskiden ismi Şah Gölü iken bu gün adı “İl Gölü” veya bizim söyleyişimizle “El Gölü” olmuş. Şunu söyleyeyim, İran’da ismi “Şah” olan ne varsa devrimden sonra değiştirilmiş. Ne olmuş peki diye sormanıza gerek yok. Çünkü neredeyse hepsinin yerine “İmam” konulmuş. Diyelim ki şehrin merkezindeki meydanın ismi “Şah Meydanı” ise, olmuş İmam Meydanı…

Bu bahçenin ismindeki “El”” kelimesi de “Halk” anlamına geliyormuş. Tebrizlilerin yediden yetmişe, özellikle bu sıcak yaz günlerinde, tabiri caizse “nefes” aldıkları bir mekân olmuş El Gölü ve çevresi. Göle nâzır, Büyük Pars Oteli, Tebriz’in en lüks, en muhteşem yapılarından biri olarak dikkat çekiyor.

Bugün günlerden Cuma… Her yer kapalı. Çünkü İran’da hafta sonu tatili Perşembe günü öğleden sonra başlıyor, Cumartesi sabahı sona eriyor. Tebriz’in yoğun trafiği içinde gezilip görülecek yerlere en hızlı şekilde ulaşım açısından bulunmaz bir fırsat aslında bu hafta sonu tatili.

Adım adım Tebriz’i gezmeye devam ediyoruz. Hâne-i Meşrûta aslında bir müze ev. Konak daha doğrusu… Meşrutiyet müzesi olarak İran’da Meşrutiyet döneminin hatıralarını barındırıyor içinde. Tebrizlilere şehirde nereleri gezelim diye sorarsanız, önce Hâne-i Meşruta’nın ismini söylüyorlar. Şebüster, ya da diğer ismiyle muhteşem Cuma Camii’nin hemen karşısında, büyük Tebriz kapalı çarşısının batı tarafında bu müze. Dış cephesi klâsik kırmızı tuğladan yapılmış olan ve Kaçarlar dönemi mimari özellikleri doğrultusunda inşa edilmiş bu yapıya girişler de ücretli. Girişte olağanüstü güzellikte, bakımlı çiçekler arasındaki havuzu ile bahçesi göz kamaştırıcı. Evin ilk sahibi, Ebu’l-Molla nâmıyla meşhur Hacı Mehdî Kûze Kenânî adında biri imiş. 1908’deki Meşrutiyet hareketinde, başta Settar Han olmak üzere, Tebriz’in önde gelen meşrutiyet aydınlarının toplanma mekânı olmuş burası. Konağın mimarı ise yıllarca Rusya’da kalan ve 1868’de Tebriz’e dönen Mimar Hacı Veli Tebrîzî imiş. 1988 yılında geçirdiği restorasyondan sonra bu bina müzeye dönüştürülmüş. İki katlı müzenin oda ve salonlarında, dönemin yazılı basınından örnekler, antika Tebriz halı ve kilimleri, çeşitli seramik ve cam eşyalar, çini vazolar sergileniyor.

Şehrin merkezinde kurulmuş bulunan Tebriz Belediye binası, onların deyişiyle “Şehrdârî”, tarihî bir yapı. Hemen önünde şehrin ana bulvarlarını buluşturan havuzlu bir meydan yer alıyor.

Tebriz Kaçar Müzesi de görülmesi, gezilmesi gereken mekânlardan biri. Buraya “Emir Nizam Evi” de diyorlar. Kaçar Hanlarından Nasreddin Şah döneminde Emir Nizam tarafından Tebriz’in en eski mahallelerinden biri olan Şeşgilan’da yaptırılmış. Kaçarlar dönemine ait birçok tarihî eserin bu bölgede, özellikle bu mahalle çevresinde yer aldığını da unutmadan söyleyelim.