Sezai Karakoç şiirinde coğrafya, mekân önemli bir yer tutar. Mekânsız yapamaz şair. Bu bağlamda şehir ve geleneksel hayatımızın mühim bir unsuru olan çeşmeler, başta gelir. Çeşmeler’i vardır Karakoç’un. Bunların ilki, Sultanahmet Çeşmesi’dir. Bir gençlik şiiridir (1956, Güz) Sultanahmet Çeşmesi, her daim genç kalan bir şiirdir, şairin kült şiirlerinden biridir aynı zamanda.
Mustafa ÖZEL
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Bu soruya, “Neler söylemedi ki!” diye kestirmeden cevap vermek mümkün.
Ama biz toplu şiirlerine, Gün Doğmadan’a bakalım bu sorunun cevabı için.
*
Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum olduğunu söylediğinde, on sekiz yaşındaydı. Aynı şiirinde “İnsandan insana şükür ki fark var;” demişti. O, delikanlılık çağında bunun farkına varmıştı ve bizim de farkında olmamızı istemişti. Yağmur duasına çıksaydık, göğe hükmetmenin ne kolay olacağını görecektik. Dua, böyle bir şeydi. Onu demişti bize.
Kanadı kırık kuşun merhamet istediğini haber vermişti ayrıca. Zambaklar en ıssız yerlerde açardı. “Ellerinden belli olur bir kadın.” dizesi ne muhteşem, ne anlamlı bir dizeydi! “En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…”di. Hele şu beyit, kaç bin insanın dilinden kaç bin kere terennüm edilmiştir:
“Benim gözlerim yeşildir onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.”
“Kalbimde Allah’ın elleri durur.” dizesi, nasıl bir dizeydi öyle!
Ya şu haykırış, nasıl unutulur:
“Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz…
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!”
O bizden, uzanan çaresiz ellerini peygamber çiçeğinin aydınlığında aramamızı istemişti. Aramaya devam ediyoruz.
Monna Rosa’dan iki dize seçecek olsam, biri kesin şu olurdu:
“Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!”
*
Şair, yirmi yaşındadır. Aylardan, Ocak’tır. Dışarısı kar borandır, hava buz kesmektedir, onun yüreği ise sımsıcaktır. Gönlünden, yüreğinden diline, kalemine dökülen dörtlük şudur:
“Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın”
Yaş, yine aynı yaştır. Aylardan ise, Mart. Şiirse Şahdamar. Şiirde bir siz vardır, bir de biz. “Siz” der Karakoç, “güvercinleri gözlerinden vurursunuz”. Sonra bize gelir:
“Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”
Biz böyleyizdir işte!
Kara Yılan, aşkın nasıl taşınacağını öğrettiği şiirdi:
“Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum”
Köşe, apayrı bir dünya, apayrı bir âlemdi. “Merhametin ta kendisiydi gözlerin” dizesi öylesine çakılı kaldı ki kalbimizde. Mırıldandıkça mırıldanıyoruz, merhametimize merhamet katıyor.
“Ben konuşmasını bilmem Lili” dediğinde, 1954’ün baharıydı. Bizi Kapalı Çarşı’ya götürdüğünde ise, 1954’ün son ayı. “Sen cuma gününün hürriyet kadar kutsal olduğunu onlara anlat” yazılıydı Kapalı Çarşı’da. 1955 yılı, Sessiz Müzik ile başlamıştı. O şiirde öyle bir soru sormuştun ki unutmak ne mümkün:
“Bu dünyada olup bitenlerin
Olup bitmemiş olması için
Ne yapıyorsun”
Kayıtsızlığa, tepkisizliğe, ilgisizliğe direniş davetiydi bu; yanlışa, çirkine, haksızlığa, adaletsizliğe karşı harekete geçmeye çağrıydı.
Tahta At, Yılbaşı Gecesi’nde satırlara nakşedilmiş, sene 1956:
“Gel kalbini saat yap odamıza
Saatin içine kutsal sözler yaz”
Sezai Karakoç şiirinde coğrafya, mekân önemli bir yer tutar. Mekânsız yapamaz şair. Bu bağlamda şehir ve geleneksel hayatımızın mühim bir unsuru olan çeşmeler, başta gelir. Çeşmeler’i vardır Karakoç’un. Bunların ilki, Sultanahmet Çeşmesi’dir. Bir gençlik şiiridir (1956, Güz) Sultanahmet Çeşmesi, her daim genç kalan bir şiirdir, şairin kült şiirlerinden biridir aynı zamanda. Şiir, şu dizelerle sona erer:
“Ben o kanlı kızgın
Gözyaşlarıyım çeşmenin”
Ahlâklı olmak, her zaman üzerinde basa basa durduğu bir konuydu. Adalet, ahlâkın en başat kavramlarından biriydi. Ne zamandan beri? Ta yirmi üç yaşından beri. Ruslar azmıştır, Doğu Avrupa’ya dalmıştır. Her yer yakılmış, yıkılmıştır. Sezai Karakoç’un yüreğinin bir yarısı Polonya, diğer yarısı Macaristan’dır. İşte o günlerde, Ocak 1957’de, Kan İçinde Güneş doğmuştur. Şair, ilk dizede “Polonya’nın kanı beyazdı” der. İlerleyen dizeler arasında üç kelimelik, direniş ve öfke kokan, sert bir dize gelir: “Macar kası gergin”.
Şair yalnızca emperyalizme, işgale, gaspa değil modernizme, modernizmin her türlüsüne de karşıdır. Sözcükleri bir ok gibi saplar kalbine modern hayatın. Balkon’dan seslenir bize, siz bunu haykırır diye okuyun:
“Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde”
Yazının başlığını, “Sezai Karakoç, bize ne söyledi?” şeklinde belirledik. “Ne söyledi?” sorusu, içinde elbette “Ne öğretti?”yi de barındırıyor. O bize ruhsuz, hissiz, tepkisiz, heyecansız kalmamayı öğretti. Kutsal At dedi mesela. Atları, aslanları öğretti bize:
“Cezayir’de atların
Gördüğünü kimse görmedi
Kimse bu ölümlerle
Cezayir’li gibi
Ve Cezayir’li kadar
Ölmedi”
Çocukluğumuz’u onun kadar içten, derinden, yürekten anlatan bir şair var mıdır acaba? Döne döne okuduğum bu şiir ne anlamlı, ne çarpıcı, ne hisli bir şiirdir:
“Peygamber’in günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık”
Ah Üstadım ahh!
Bize öyle dizeler bıraktın ki üzerinden yıllar değil asırlar geçse silinmez; onlar mermere, taşa kazınmışlardır. İşte onlardan biri: “Kuş kurşundan ölmez bakıştan ölür”. Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan, sen gittikten sonra ne kadar anlamlı hale geldi bir bilsen! Artık dillerde ne Monna Rosa var ne Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine ne Leylâ ile Mecnun ne de Ateş Böceği Bir Meşaledir. Şimdi yer gök Şehzadebaşı’nda Gün Doğmadan. Sadece bu şiir değil, Şehzadebaşı da bir başka artık.
“Yerleşecek bir yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda”
demiştin. Biz seni, gün batmadan Şehzadebaşı Camii’nin avlusuna emanet ettik. Bir bilsen kızlı erkekli ne kadar çok genç vardı seni ebedi istiratgâhına uğurlarken, sakin, vakur, mütevekkil, müteşekkir.
Bir Küçük Na’t yazmıştın, adı küçüktü ama manen ne kadar da büyüktü!
Göz seni görmeli ağız seni söylemeli
Bütün deniz kıyılarında seni söylemeli
Anneler ve Çocuklar demiştin 1958 yazında, Köpük olmuştu şiir 1964’te. Anneydi bize anlattığın:
“Bir kere kente girdin
Bir kadını al onu yont yont anne olsun
Her kadın acıma anıtı bir anne olsun
Çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne
Sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle”
Bize anıtlar bıraktın; Güz Anıtı dikildiğinde tarihler 1965’i gösteriyordu, Gök Gürültüsü Anıtı ise, 1965 Aralık tarihliydi. Güz Anıtı olurdu da Kış Anıtı olmaz mıydı? Bir yıl sonra da onu diktin.
Neydi o Hızırla Kırk Saat? Hızır yepyeni bir ruhla, yepyeni bir anlamla girmişti hayatımıza. Modernizmin geleneği tarumar ettiği bir zamanda, Hızırla Kırk Saat herkes için diriltici bir nefes olmuştu. Bu şiir, çok geniş manasıyla, özelde Kehf suresinin genelde Kur’an’ın tefsiri gibiydi.
Kimlerin neyi öğretmediğini, bu şiirde kitabın tam ortasından söylemişti Sezai Karakoç:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz”
İslam şairi Mehmet Âkif’in Asım’ı vardı. Üstad Necip Fazıl’ın ise, Mehmet’i. Üstad Karakoç, bunlara Taha’yı ekledi. Taha’nın Kitabı, Kur’an-ı Kerim’in 20. suresinin hem ilk ayeti hem de surenin adı olan Taha’dan mülhemdir. Taha, bir diriliş eri, bir mücadele adamıdır. Şöyle der:
“Bir karınca kadar sabrın yok velilik taslıyorsun
Duvar mısın sur musun
Köprü müsün han mısın yıkılıyorsun
Rolün sembolleri biziz ama aktörlüğünü sen yapıyorsun
Biz eser verdik sen tulûat yapıyorsun”
Sezai Karakoç ile özdeşleşen üç şey var dense, bunlardan biri, belki de ilki güldür. Gün Doğmadan’da gül kelimesinin 222 kez geçtiği[1] dikkate alınırsa, mesele daha iyi anlaşılır. Ondaki bu gül tutkusu, gelenekten yansıyan bir tutum, onun bir uzantısıdır. Gül Muştusu, 1969’da ulaşmıştı bize. İşte birkaç dize:
Biz çocuklarsa
Güllerle döğdük birbirimizi her baharda
Gül fırlattık birbirimize taş yerine
Gülle ıslattık birbirimizi
Gül sularında yıkadık saçlarımızı
Gül sularında yıkandık leğenlerde
Gül taşıdık okullara kitaplar arasında
Pencereden uzanan bir gül
Güçlendirdi bizi imtihanlarda
Gül Muştusu’nun sonundaki şu duaya, belki kaç bin kez hep birlikte “Âmîn!” dedik:
“Diriliş bayraklarını taşıyan
Şehit gömleklerini peşin giymiş
Ateşten, sudan geçer gibi geçen
Allah önünde her varı yok gören
Dağların üstünde erip
Kentlere şafaklar gibi ağan
Küçük askerlerini
Gül diksinler diye yeni topraklarına
İnsanın ta gönlüne
Yetiştir erenlerini
Allah’ım
Âmin”
Anlattığı bir Masal vardı bize aynı yıl, altı oğlunu yitiren bir babanın masalı. Ne demişti, hatırlayalım:
“Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin”
Sonra Fecir Devleti kuruldu 1970’de. Bir yıl sonra dört yıl sürecek Zamana Adanmış Sözler başladı. Ne sözlerdi ama! Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirine, “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak” diyerek başlamıştı şair. Gül, ille de gül. Gül yoksa, her şey eksikti. Gülsüz bir hayat düşünülemezdi. “Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır” dizesi, ne ölümsüz bir dizeydi öyle! Hepimizin dilinde vird olmuştu.
İnsan ve Oruç, çok müstesna bir anıt idi zamana ve mekâna dikilmiş. Denizin Kentini Yaktım, en güzel İstanbul şiirleri arasında yer aldığında, takvimler 1974’ü gösteriyordu. Çeşmeler, 1975’te yepyeni mana kazanmıştı. Çeşmeler, yalnızca çeşme değildi, tarihti, hüzündü, kederdi. Aşktı bir bakıma artık, geçmişle kurulan bağın en mühim bir unsuruydu. Ne söylemişti şair:
“Ya ben gidip bir çeşmeye kapansam
Ya çeşme bana açılsa
Ya çeşme gelip bende kapansa
Ya birlikte bir ağıt olsak
Kurumuş bir ağıt
Kurumuş bir kan gibi
İnsana ve kente”
Ayinler de bir başkaydı yetmişlerin ortasında. Yetmişlerden seksenlere doğru yol alırken gündem, Leylâ ile Mecnun idi. Geleneksel şiirimizin temel unsurlardan biri olan mesnevi, yeni bir ruhla tezahür etmişti. Gül, burada da başat bir imgeydi.
“Güller Leylâ’nın uykusunda olgunlaşırlar
Leylâ’nın düşlerinden renk alır kuşlar”
Ateş Dansı, Sezai Karakoç’un son şiirlerini içeren kısa şiirlerden, dörtlüklerden oluşan bir sahne sanatıydı. Kitabın son dörtlüğünde şöyle seslenmişti Karakoç:
“Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölümden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yana”
Ve Alınyazısı Saati. Sezai Karakoç, bir Kudüs şairidir. Onun şiirlerinde en çok geçen bir şehirden biri, Hz. Ömer’in emaneti bu mübarek şehirdir.
“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.
Altında bir krater saklayan şehir.
Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi.
Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi
Hani Şam’dan bir şamdan getirecektin
Dikecektin Süleyman Peygamberin kabrine
Ruhları aydınlatan bir lamba”
Ağustos Böceği Bir Meşaledir, gerçekten bir meşaledir. Tabiata doğru bakmaya, onu doğru anlamaya yardımcı olan, önümüzü aydınlatan bir meşaledir.
Hem bu şiirin hem de Gün Doğmadan’ın şu son dizeleri, sözümüzün ahiri olsun:
“Ateşle dans eder o güneşle dans eder
Çırçıplak çıkar güneşin karşısına
Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta
Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır”
Ardında yepyeni bir düşünce ekolü, muazzam bir fikir sistemi, devasa bir muhayyile, uçsuz bucaksız bir şiir evreni bırakan Üstadımız Sezai Karakoç’a sonsuz rahmet niyaz ederim.
Namütenahi hürmet ve minnetle.
[1] Ahmet Burgaz, Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Söz Varlığı, İstanbul Üni., Sos. Bil. Ens., Yük. Lis. Tezi, 2015, syf. 33