Gül Muştusu ve Sezai Karakoç’un Şiir Dili Üzerine

Muştu; tahmin edilen, gelmekte olan bir iyiliğin, güzelliğin, tahakkuk eden müspet bir hadisenin, doğum, hastalıktan kurtuluş veya askerlik benzeri ağır ve mübarek bir vazifenin muvaffakıyetle tamamlanışı gibi sevinçli haberler için kullanılan bir iyi haber duyurusudur.

Mustafa BALCI

Prof. Dr., İstanbul Üni. Edebiyat Fak.

Çizgi: Kemal Özyurt

Türkçe şarkın anlatma kültürüne yaslanan büyük bir edebî dildir. Asırlar boyu bu geleneğin ürettiği metinlerle işlenmiş, büyük şairler yetiştirmiş ve muazzam metinlere sahip olmuştur. Kerem ile Aslı, Âşık Garib, Tahir ile Zöhre gibi aşk konulu veya Köroğlu, Hz. Ali Cenkleri, Battal-name gibi kahramanlık konulu halk hikâyeleri ile toplumda ortak duygu ve hassasiyetlerin oluşması sağlanmış, böylece Türkçe bütün toplum kesimlerinde büyük bir dil hâlinde gelişerek yaygınlaşmıştır. Söz konusu anlatma kültürü, dinin millî bir davranış ve duygu birliği oluşturmasını sağlamıştır. Bahse konu büyük metinlerin yaygın eğitim kurumlarının üstlendiği işlevi gördüğü bilinmektedir. Bilhassa Hz. Ali cenkleri, Hamza-name, Battal-name, Yusuf ile Züleyha gibi metinlerle ahlak, fazilet, fedakârlık gibi değerlerin yerleşmesi, ibadet ve taatte devamlılığın sağlanması söz konusu anlatma kültürünün toplumsal işlevi olarak kaydedilmelidir. 20. asra kadar Anadolu’nun değişik bölgelerinde büyük anlatıların sözlü geleneğe uygun şekilde icra edilmesi Türkçenin nesiller boyu büyük bir dil olarak tevarüs edilmesini sağlamıştır. Sezai Karakoç’un Türk düşünce ve edebiyat dünyasında sahip olduğu yeri, bu tür eserlerle yaşanmış bir çocuklukla ilişkilendirmek hatta o geleneği çağdaş dile ve edebiyata taşıdığını, kurduğu büyük metinlerin Hz. Ali Cenklerinin devamı sayılabileceğini söylemek mümkündür. Eserlerinin dili, ruhu ve anlatma tarzı dikkate alındığında böyle bir çıkarımın çok aykırı bir durum oluşturmadığı görülecektir.

 Sezai Karakoç’un Gün Doğmadan adıyla bütün şiirlerini topladığı eseri, dokuz farklı şiir kitabının birleştirilmiş şeklidir. Bunlar arasında yer alan Leyla ile Mecnun, Şark’ın anlatma geleneğinin 20. asırdaki temsilcisidir. Zaten eserin adına ve işlediği konuya bakıldığında çağdaş bir mesnevi olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu kitapta toplanan diğer eserler, yekpare bir şiir olarak düşünülebileceğinden onlar da mesnevi sınıfına dahil edilebilir. Kendi içindeki bölümlenmeleri şiirin yekpareliğine bir halel getirmez. Bu manada şairin söz konusu türdeki şiirlerini modern mesnevi şeklinde tavsif etmek mümkündür. Leyla ile Mecnun, Hızır’la Kırk Saat gibi eserleri zaten böyle bir düşünceyi desteklemeye hazır metinlerdir. Bahsi geçen kitaplar dışında kalan Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine, Fecir Devleti, Masal, Ateş Dansı, Alın Yazısı Saati gibi kimisi müstakil kitap kimisi kitapları içinde müstakil şiirler hâlinde okura ulaşan eserlerin de modern mesneviler kabul edilmesi mümkündür.

Gül Muştusu, 1969 yılında müstakil kitap olarak daha sonraki neşirlerinde ise Taha’nın Kitabı ile birlikte, önceleri Şiirler II daha sonra Şiirler IV alt başlığı altında birleştirilmiş ve şairin vefatına kadar on iki baskıya ulaşmıştır. Kitapların baskı sayıları, ulaştıkları okur kitlesi hakkında zihinlerde tahminî bir bilgi oluşturmaya yarayacak veri olmasından dolayı mühimdir. Yaklaşık elli senelik bir zaman diliminde on iki baskı Sezai Karakoç gibi güçlü bir şair için olması gereken bir okur kitlesi seviyesinde kabul edilmese de Türkiye’deki okur-yazarlığın ve şiir okurluğunun çok düşük seviyelerde kaldığı dikkate alındığında söz konusu eserin ciddi bir okur sayısına sahip olduğu kabul edilmelidir.

Yukarıda zikredilen ve her biri mesnevi türüyle anılmaya hak kazanmış uzun soluklu şiirlerinde Sezai Karakoç Şark’ın anlatma geleneğinden olabildiğince faydalanmış bir dil işçisidir. Gül Muştusu; insana, yakın zamana kadar dilimizde var olan ve farklı boyutta bizimle komşu olarak yaşamaya devam eden perili-büyülü hayatın tülleri arasından yaşama levhaları sunar. İnsanın yaşadığı gerçek hayatla şiirin kurmacasında yeniden şekillenen diğer hayat arasındaki geçişkenlik bulutların arasında kaybolan kuşların varlığı veya yokluğu -başka bir deyişle bir görünüp bir kaybolmaları- kadar tabiidir. Gül Muştusu’nun farklı bölümlerindeki birçok mısrada bazen peş peşe bazen bir anda beliriveren gök kapıları okuru karşılar.

Daha önce herhangi bir dergide çıkmadan müstakil kitap olarak neşrolunan Taha’nın Kitabı ve Gül Muştusu’nun sonraki baskılarında beraber basılmalarının bir sebebi olmalıdır. Bu iki kitabın birbiriyle ilintili olduğu için birlikte basıldığı konusunda şairin herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymamasından meseleyi okurun takdirine, daha doğrusu ferasetine, bırakmış olduğu neticesine ulaşılabilir. Kanaatimizce söz konusu iki kitabın birlikte basılıyor olması her iki eserin birbirini tamamlayıcı nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır. Taha’nın Kitabı, İslami yeniden doğuşu yani dirilişi anlatır. Gül Muştusu da insanımızı o dirilişe ulaştıracak yol haritasını ve reçeteyi sunar.

Hem şiire hem de (aynı zamanda) kitaba isim olan “Gül Muştusu” tamlaması, İslami edebiyat geleneğinde gül adlı çiçek etrafında oluşan ve Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’i (SAS) temsil etmesinden dinî iklimi yansıtan bir ifadedir. Böyle bir tamlamayı kullanması onun İslami edebiyat geleneğindeki söz sanatlarıyla, yorum ve yaklaşımlarla beslendiğini ve bütün bu zengin birikimi tevarüs ettiğini göstermektedir:

“Gül gelecek

Kıyamet demek gülün gelişi demek

Gül peygamber muştusu peygamber sesi

Doğunun açılan alınyazısı

Yırtılan kalbimin çile çiçeği” 87. s.

Böylesine güçlü ve zengin bir birikimin dikkate alınmadığı durumda gül ile muştu arasında kurulacak bir terkibin oluşturacağı anlam, zayıf hatta güdük kalmaya mahkumdur. Muştu; tahmin edilen, gelmekte olan bir iyiliğin, güzelliğin, tahakkuk eden müspet bir hadisenin, doğum, hastalıktan kurtuluş veya askerlik benzeri ağır ve mübarek bir vazifenin muvaffakıyetle tamamlanışı gibi sevinçli haberler için kullanılan bir iyi haber duyurusudur. Bahşişlerle karşılanır muştuyu getiren, minnetle, dua ile uğurlanır. Şairin böyle bir kullanım alanına sahip olan kelimeyi gül ile bir terkibe sokması güle yüklenilen derin mananın ve edebiyat tarihindeki şiir birikiminin farkında olarak kullandığını göstermektedir. Gül Muştusu diriliş erlerinin kuracağı bir medeniyetin tüller içinde oluşan görüntüsünü anlatır ve gelmesi umulan adalet, barış, huzur çağının, gül medeniyetinin habercisidir.

Gül Muştusu çok naif bir şiir iklimine sahiptir. Sıcak, masum, temiz, saf, sıradan… Böyle bir iklime “Bahar dediğin de ne” sorusu ile gireriz. Sorunun zihinlerde uyandırdığı mana, bahar hakkında biraz menfi çağrışımlara sebep olsa da bu, cevap bekleyen bir sorgulama değildir. Aslında cevabı, sual edende olan bir sorudur. Birden fazla cevap birkaç mısrada okura söyleniverir:

“Bulutun içinde kaybolan kuş

Cihetsiz serçe sesleri

Duman ve buğu

Atardamarda bir kitap

Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül”

Görüldüğü gibi şair baharı, beş mısrada beş farklı unsurla birleştirir. Baharın ilk üç temsilcisi, habercisi veya göstergesi olan bulutlar, kuş cıvıltıları, duman ve buğu Karakoç’un şiir dilinin yaslandığı Şark’ın anlatma tarzının parçasıdır. Bulutlar, tüller, hayal meyal görüntüler… Var olanla hayal edilen arasındaki geçişkenliği işaret eden bu tür ifade şekilleri geleneksel anlatma metinlerinin tamamında karşımıza çıkar. Bunlar, masallardan halk hikâyelerine, destanlardan peygamber ve evliya menkıbelerine, Hz. Ali cenklerine kadar sinmiştir. Biraz irfanla, biraz kerametle, sihirle, büyü ile harmanlanmış bir dildir bu. Sezai Karakoç, keramet sahibi evliyanın yeşil renkler arasında tüllenen tekkeleri ile perilerin, devlerin ülkesini andıran bir iklimi yaşatır okura ve bu iklimlerin hâkim olduğu coğrafya, âdeta geçişken boyutlar hâlinde Şark metinlerinin ikinci mekânları olarak karşımıza çıkar. Gül Muştusu’nun üçüncü mısraı olan “Cihetsiz serçe sesleri”, fiziken olmayan bahse konu mekânların temsilcisi gibidir. “Bulutta kaybolan kuş” mısraı ise gerçekliğin nasıl fizikötesine taşınıverdiğinin çok güzel ve çok basit bir örneğidir. Bulutlu bir gökyüzünde kuşların bir anda bulutların arasında kaybolması her insanın şahit olabileceği bir hadisedir. Karakoç bu sıradan durumu bir mekânın inşasındaki ilk tuğlalara dönüştürebilmektedir. Okur açısından bakıldığında bu anlık kayboluş, görüntünün hızlı değişimi, insan algısında büyülü bir hava yaratır. Şiirin ilk mısraındaki “de” edatı, baharla başlayan ve metin boyunca bahar güzellemelerinin olacağı beklenen şiirde hiç olmaması gereken bir hafifsemeyi öne çıkarmakta, mısrada oluşan bahara dönük önemsenmez bakışı kuvvetlendirici bir tesir yüklenmektedir. Böyle sersemletici bir ifadenin ağır bastığı bir mısradan sonra bulut ve kuş kelimelerinin gelmesi büyülü havanın okur zihninde hemencecik kuruluvermesini sağlıyor. Böylece ikinci mısra, okuru iğreti çağrışım ortamından çekip “büyülü, buğulu, bulutlu” bir iklime yükseltiyor, bir hayal âlemine taşıyor: “Bulutun içinde kaybolan kuş” mısraındaki anlam, bulutun içinde kaybolmak, bulutların üzerine çıkmak, bulutların üzerinde uçmak gibi ifadelerle birleşir. Bahsi geçen deyimler, Türkçe konuşurlarının saadetle, dertlerden uzaklaşmakla, rüya âleminde yaşıyormuş gibi hissetmekle özdeşleştirdikleri duygu durumlarını ifade eder. Bulut insan için birkaç farklı yönden ulaşılmak istenen nesne olmuştur. Rengi ve hafifliğiyle pamuğa benzetilir; pamuktaki beyazlık saflığın, lekesiz kalabilmenin, dolayısıyla masumiyetin göstergesidir, hafiflik ve yumuşaklık ise şefkatin. Yükseklerdeki beyazlık ve yumuşaklık ise kirin, pasın, pisliğin ulaşamayacağı bir temizliğin ifadesidir. İnsan mutluluğu için zirvenin bulutların üstü olarak kabul görmesi bulutun sahip olduğu bütün bu anlam yükleriyle birlikte düşünülmelidir. Şair, okuru, bulutlarda kuşun kaybolması ve kuşta mevcut olan masumiyet ve günahsızlığın ilave edilmesi ile ileride gül etrafında oluşacak anlam ve yoğun duygu birikimine hazırlamaktadır.

Türü belirsiz “Bulutta kaybolan kuş”un ardından gelen “Cihetsiz serçe sesleri”nde yine bir kuş çıkar okurun karşısına. Lakin sesi ile fark edilen, sevilen, fiziki varlığı genelde pek fark edilmeyen bu mini mini kuşların sesleri bütün sevimliliğiyle “Duman ve buğu”nun belirginleşen bu masalsı iklime fon oluşturur. Ardından gelen “Atardamarda bir kitap” mısraı ise okuru bir anda gerçekliğin en keskinine fırlatır, damara yani hayatın, diriliğin, diri olmanın en temel nesnesi olan kanın mekânına… Damardaki kitap elbette insana “Şah damarından daha yakın olan Rabb”ini işaret etmekte, hatırlatmaktadır. Kitabın atardamardaki mevcudiyeti de elbette Allah kelamı Kur’an-ı Kerim’i işaret eder. Kur’an-ı Kerim’in her daim gül medeniyetinin bir ferdi olan diriliş erinin yaşayışındaki vazgeçilmezliğini vurgular. Diriliğin, diri olmanın göstergesi Allah’ı bilmekle doğru orantılıdır. Nihayet baharın son göstereni, aşk ve insan arasındaki ilişkinin sağlamlığını gösteren tutkunun vazgeçilmezliğidir. Aşk, aşk uğruna yaralanmak ve bu yara ile şairin kucağına yıkılmak… Bir Yeşilçam filminin son sahnesi gibi canlanan hadisenin karşılığı şairin dilinde “gül”e tekabül etmektedir. Gül Muştusu’nun ilk şiirinin birinci bendinde yüklü olan hafiflik, yumuşaklık ve masumiyet duygularının oluşturduğu müşfik söyleyiş, şiir boyunca azalıp çoğaldığı yerler olsa da, hiçbir zaman kaybolmaz.

Gül Muştusu, şairin inanç dünyasını, doğuşundan itibaren coğrafi mekânlar üzerinden takip edilmeye el verecek yer adlarıyla bezenmiştir. Bu mekânlar, şairin veladet mahallinden (Karacadağ) başlar. Gül, edebiyat geleneğimizde çok farklı kullanımlara sahiptir. Ağırlıklı olarak insanın naiflik, incelik, tertemizlik arayışının remzi kabul edilir. Sezai Karakoç, gülün bütün mahsulatıyla -suyu, buğusu, rayihası, yaprağı, budağı, şarabı ve renkleri- sahip olduğu güzelliklerini İslam’ın güzide beldeleriyle eşleştirir; tabiri caizse imbikten geçirir ve dizelerine yayar. Şiiri güle gark eder. Gül, Gül Muştusu’nun daha başlangıcında çiçek olmaktan uzak bir gösterge olarak şiire dâhil edilir. Sonraki kullanımlarda açılış şekilleri, rayihası, renkleri, dikimi ile çiçek hâlinde belirir. Lakin ilerledikçe İslami edebiyatın ve bedii anlayışın bütün birikimini, geleneğini ve çağrışımlarını yüklenmiş olarak okurun karşısına çıkar. Bu kullanımlar şiiri -bir yağmurun yağışına benzetilecek olunursa- bazen serpinti bazen sağanak bazen de bardaktan boşanırcasına mısralara dökülen gül yağmurları hâlinde muhteşem bir duygu zenginliğine ulaştırır. Mesela 90. sayfa, “Gül doğar ay gibi bir gecede” mısraıyla başlar. Dört mısra sonrası tam bir gül tufanıdır:

“Gül yaprağından kubbe

Gül fidanından çatı

Gül kokusundan anne

Gül şurubundan aşk sanatı”

Yine 92. sayfada şiirin dokuzuncu bölümü,

“Gül şarabından içtik sabahları

Namazın ta kendisi gül şarabı”

mısralarıyla başlar. Bu dizeler, insanı inanmışlığın en bariz göstergesi olan sabah namazını manevi sarhoşluk tahayyülüyle yakalar. Toplumda yaygın olan ve asıl sarhoşluğun göstergesi sayılan “sabahın köründe içmeye başlama” biçiminde tabir edilen alkol içiciliğini adeta ters yüz edecek bir ifade şekliyle okuru şaşırtır, manevi bir iklime davet eder, davetten öte onu yanlış iklimlerden çeker alır! Şiir boyunca yer yer görülen gül yağmurunun damlaları 93. sayfanın sonunda başlayan bölümde artar ve şiddeti artan bir yağışa döner. Çisentiden serpintiye, giderek sağanağa dönüşür. 94. sayfanın sonunda sel hâline gelen bir gül yağmuru örneği görmek mümkündür:

“Bir destan bir çağ ister

Destan şarabını yıllarca

Gül bardaklarından yudumlamakla

Gül şarabı şişesini

Gül açılmış bahçelerde

Güllerin açılma vakti

Güllerin açılma vakti

Gül şarabının uygarlığı

Gül kokusundan mest olup

…”

Özel adlar şairler için uzun vadede tuzaktır. Temeli dile dayanan bütün sanat türleri için benzer bir tehlikeden az veya çok bahsetmek mümkün gözükse de şiir gibi gücünü, tesirini anlam ve çağrışıma dayanarak devşiren bir sanat türünde özel ad kullanımı şair için tehlikelidir denilebilir. Bir özel ad etrafında gelişen anlam ve duygu birikimleri adı tanıma imkânı bulamayan okur için anlamsız kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Çünkü özel adı tanıyan okura göre çok düşük duygu ve anlam değerinin oluşmasına sebep olur. Belki de hiç oluşmamasına…

Gül Muştusu, Sezai Karakoç’un özel adları yoğun olarak kullandığı şiirlerinden biridir dense mübalağa edilmiş sayılmaz. Özel adların kullanımında da İslam medeniyetinin kutbu olmuş şehirler öne çıkar, şiir boyunca tarihteki bütün ışıltılarıyla belirir. Bu mekânlar adeta geniş bir atlas kumaş üzerine mekikle işlenmiş parlak nakışlar gibi mısralar arasında durur. “Dicle ve Fırat”,  “Üzeyir deresi”, “Zülküfül tepesi”, “Karacadağ” gibi İslam coğrafyasına ait özel adların ilmek gibi kullanıldığı ve şiirin adeta renkli desenlerle kurulduğuna şahit olunur. Medeniyetimizin remzi olan şehirlere ilave olarak kişi ve yer adları gibi başka özel adların varlığı da dikkat çekmektedir. Bu durum şiirin bir medeniyet atlası şeklinde de okunmasını sağlar. Bu atlas sanki İslam tarihini dönem dönem anlatıyor izlenimi uyandırır.

“Dicle ile Fırat arasında” mısraları yeryüzündeki bir kara parçasını değil azametli iki ağacın dallarında kurulmuş bir salıncağı hatırlatır. Aralarda okura gözüken peygamber ve melek adları, İslam tarihinin Hz. Adem’den başlayarak takip edilecek bir kılavuz gibi görülmesi, kabul edilmesi gerektiğinin ikazı gibidir. Peygamber isimlerinde Sezai Karakoç’un doğduğu coğrafyada makamları veya kabirleri olan şahsiyetlerin seçilmesi, şairin duygu dünyasındaki yeri göstermesi bakımından mühimdir. Burada Üzeyir, Zülküfül (as) gibi peygamber adlarındaki seslerin şiire kattığı ahengi de zikretmek gerekir. Özel ad kullanımında Kur’an-ı Kerim’in verdiği bilgiler haricinde mahallî anlatıların da şairin anlamlar dünyasına katkılarının olduğu inkâr edilemez. Şiirde özel ad kullanımında şairin birikim ve tercihlerinin önemli olduğu muhakkaktır. Şairin şiirini kurduğu dil, özel adlardaki anlam ve duygu varlığını ahenkle de birleştirmektedir. Sezai Karakoç, bu iki peygamber adını şiirine dahil ederek özel ad kullanımının söyleyişi kuvvetlendirebileceğini, şiiriyeti kesifleştirebileceğini Gül Muştusu’nda göstermektedir.

Şairlerin kullandığı dil sıradan insanın diliyle aynı malzemeye sahiptir. Öyle olmasa şiirleri muhatap bulamazdı. Ancak onlar aynı dilin malzemesi ile farklı bir dil kuruluşu elde ederler. Şairin dilinde insanların günlük dilde kullandığı kelimeler, yeni ve çok değişik anlam ilişkileriyle farklı yönlere akar, çarpıcı çağrışımlar oluşturur. Böylece okuyanın zihin dünyasında hayaller zenginleşir, anlamlar derinleşir. Sıradan insan yaşadığı bu okuma sürecinden sonra içinde bulunduğu muhtelif duyguları, kendi kullandığı dille kolay kolay oluşturamayacağını fark eder. Şairin diğer insanlarla aynı dilin malzemesini kullansa da farklı bir dil yetisine sahip olduğunu anlar. Sezai Karakoç’un da anladığımız, zihnimizin değişik kavrayışlara ulaştığını gördüğümüz mısraları ve zaman zaman sadece hissettiğimiz, adeta hava gibi içimize çektiğimiz hoş duyguları yaşatan ifadeleri çok fazladır. Onun dilinde kelimeler yan yana geldiğinde ortaya çıkan hoşluk insana sihirli bir dünyanın kapısını açar. Eşya kendi varlık özellikleriyle yetinmeyip yeni birtakım hususiyetlere sahip olur. Artık onun mısralarında nehirler, ırmaklar, dereler bildiğimiz akarsu olmaktan çıkar, o kimlikten uzaklaşır denilemez elbette. Ancak eski alanlarında da kalmazlar. Bu unsurlar artık kimliği bir zemin gibi kullanarak yeni anlamlarla yükselir, genişler, derinleşir.

Mesela Gül Muştusu’nda coğrafyamızın büyük akarsuları olan Fırat ve Dicle zihinlerimizde cennet sularını çağrıştıran hayal ırmakları şeklinde çağıldar:

Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği üç farklı mısra kümesine bakıldığında adı geçen akarsuların gösterge olarak taşıdıkları işlev, Türkiye’nin doğusundan çıkıp Bağdad yakınlarında birleşen ve İran Körfezine dökülen iki nehri karşılayan addır. İlk olarak,

“Dicle’yle Fırat arasında

Bir eski şehir cennet titremesi” (80 s.)

mısralarında bu işlev kaybolmaz ama şairin yüklediği anlam genişler, nehirlerin adı ile birlikte zikredilen “cennet titremesi” ibaresi bambaşka anlamların oluşmasını sağlar. Söz konusu ibare yapı olarak belirtisiz isim tamlamasıdır. Burada herhangi bir sorun gözükmüyor ancak “cennet titremesi”nin nasıl bir şey olduğu cenneti bilmeyenler yani biz faniler için meçhuldür. Bundan dolayı cennet titremesi hem şairin zihninde hem okunduktan sonra okurun zihninde dinî kaynakların inşa ettiği bilgi ve duygulara yaslanır. İnanç dünyasında oluşan anlamlar zihinlerde cenneti cezbedici mekânlar inşa eder. Bu mekânlar, dinî kaynakların haber verdiği umutlu vaadlerin, sınırsız ve rahat yaşama imkânının müjdeleridir. Türkçeyi kullanan insanlar olarak biz şiir okurları, yabancısı olduğumuz bir ifade şekli olan “cennet titremesi” terkibinin anlamını, dinî kaynakların ve oralardan beslenen geleneksel anlatıların zihinlerimizde inşa ettiği mağfiret ve rahmet iklimini düşünerek hayalimizde canlandırabiliriz. İnsan korkudan veya soğuktan titrer ancak vaad edilen cennette her ikisi de yaşanmayacağına göre buradaki titreme yaşanacak veya elan önceki hak edenlerin yaşamakta oldukları keyifleri aklımıza getiren bir titreme olmalıdır. Dicle ve Fırat’ın bereketli sularının zihin dünyamızda var olan veya şairin söyleyişiyle yeni oluşan manaları, cennetteki ikramları hatırlatan rengarenk anlamlarla ve heyecanlı, umutlu duygularla sarıp sarmalıyor insanı. Aynı şiirin devamında bahsi geçen iki nehir ve arası tekrarlanmaktadır:

“Dicle’yle Fırat arasında

İpekten sedirlerinde Kur’an okunan

Açık pencerelerinden gül dolan”

Burada iki nehrin arasına mahşeri bir kalabalığın oturacağı şekilde inşa edilmiş ipekten sedirler ve bunlara oturup Kur’an okuyan birtakım gül yüzlü insanlar akla gelir veya tahayyül gücü zorlandığında böyle bir manzara çok rahat okuyanın zihninde canlanabilir. Böylece gerçek hayata ait iki ırmak masalsı bir eşyaya ev sahipliği eder.

Aynı sayfada bahis mevzuu iki akarsuyumuz başka bir hayalle okurun karşısına çıkar: “Batısına Fırat’ı alıp

Doğusuna Dicle’yi

Bir diriliş sûru gibi saklayarak geleceklere (81-82 s.)

Yukarıdaki mısralarda “alıp” zarffiilinin faili meçhuldür. İki nehrimizi iki yanına alarak “Bir diriliş sûru gibi saklaya”cak bu mevhum şahıs elbette o devasa “İpekten sedirlerde Kur’an okuyan” diriliş erlerinden olmalıdır. Öyle kudretli ve azametli biridir ki doğusuna ve batısına her iki nehrimizi alacak ve saklayacaktır. Buradaki saklamak fiili korumak manasında düşünülse bile “alıp” zarffiilinin nasıl icra olunabileceğini fehmetmek zorlaşmaktadır. Ancak kelimeleri böyle devasa görüntüleri oluşturacak şekilde kullanan şairin dilinin, doğup büyüdüğü coğrafyadaki tarihî anlatılara yaslandığını söylemek hiç de yanlış olmasa gerek. Yukarıda temas edildiği gibi masallar, halk hikâyeleri, destanlar Şark’ın zengin anlatma geleneğinin inşa ettiği metinlerdir. İşte bu zengin söyleyiş tarzı şair tarafından yeniden üretilerek, şahsi zevklerin, temayüllerin, anlayış ve üslubun süzgecinden geçirilerek devam ettirilmektedir. Zaman zaman zihnimizin canlandırmakta zorlandığı büyük görüntüler ve teşbih, istiare, mecazlarla veya basit ifade şekilleri ve çok rahat söyleyişlerle kurulan mısralar, Sezai Karakoç’un şiir diline sinen büyülü anlatım tarzının göstergeleridir.

Hemen peşinden gelen mısralar şöyledir:

“Bir kutlu yaprak gibi

Doğuda sallayarak

Zülküfül tepesini” 82. s.

Mısralar, “Zülküfül tepesi”nin bir yaprak gibi sallanabileceğini zihnimize yerleştirir. Bu üç mısradan hareketle “yaprak” adını veya “sallayarak” zarffiilini merkeze alarak zihinlerde görüntü oluşturulabilir. Yaprak üzerinden düşünülürse akla bitkilerin, ekseriyetle de ağaçların yaprakları gelir. Zülküfül tepesinin benzetildiği nesne için ağaç yaprağını düşünmek çok münasip düşmez ancak şairin “Bir kutlu yaprak” ifadesinden uzaklaşamayacağımıza göre bu noktada bayrak gibi sallanabilecek devasa bir ağaç yaprağını hayal etmek mümkün olacaktır. Başka bir anlama çabasına ihtiyaç duyulursa mesela, “sallayarak” zarffiilinin nesnesinin ne olabileceği konusunda akıl yürütmek gerekecektir. Nihayetinde Zülküfül tepesinin “kutlu yaprak” gibi sallanması söz konusudur. Kutlu kelimesiyle birlikte düşünüldüğünde yaprağı bir bayrak farz etmek mümkündür. Böylece Zülküfül tepesini “kutlu yaprağı” sözüne de uygun olarak dirilişin remzi bir bayrak şeklinde tahayyül edebiliriz.

Gül Muştusu, şiir olarak girişte de ifade edildiği gibi modern mesnevi şeklinde adlandırılabilecek bir metindir. Eser, gül etrafında oluşturulan bir anlamlar dünyasıyla dinî duyguların yumuşak ve şefkatli çağrışımlarla harmanlandığı bir şiiriyet iklimi sunar. Uzun bir gül şiiridir Gül Muştusu. Gül çiçeği; görüntüsüyle, köken ve türleriyle, tomurcuk, gonca, açık gibi merhaleleriyle, rengi ve kokusuyla, bahçedeki çardaklarda kümeler hâlinde kullanılmasıyla, dikiminden çiçeklenmesine, budanmasına kadar birçok yönden anlatımdaki ihtiyaca göre şiirde farklı şekillerde ele alınmıştır. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (SAS) remzi olarak kullanılmıştır. Gül ve bülbülün aşkını konu edinen anlatılarda, birçok farklı mazmunlarla yer aldığı şiirlerde, çok zengin kullanımlara sahiptir[1]. Bütün bu kullanımlar, güle edebiyat tarihimizin büyük şiirlerinden oluşan sarayların başköşesine oturmuş bir kahraman olma ayrıcalığı sunmaktadır.  Bu manada Türk edebiyatı tarihindeki bütün devirlerde gül, muhtelif bağlamlarda kullanılarak Türk şiir dilinin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. Sezai Karakoç da İslami edebiyat ve özelde Türk edebiyatı geleneğinde yoğun dinî anlamlar yüklenerek kullanılan gülü, şiirinin ve düşüncesinin vazgeçilmez güzeli kılmıştır. Bütün zengin edebî birikimi ile yeni çağrışımlar, anlamlar, yeni kavramlar, yeni terkiplerle zengin bir gül dili oluşturmuştur.

Mübalağalı kabul edilecek yukarıdaki ifadelere mesnet teşkil etmesi bakımından çok teknik ayrıntıya girmeden Gül Muştusu’yla ilgili birkaç rakamsal verinin zikredilmesi elzem olmuştur.

Gülün şiirde ilk kullanıldığı mısra, “Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül”dür. Gülün zikredildiği yerdeki imla, âşık bir insanın aşkı uğruna ölümü göze almasının simgesi olduğunu anlatacak şekildedir. Mısrada “yıkılış” etrafında biriken anlam, farklı sebeplerle kaçınılmaz olan mağlubiyete rağmen oluşan bir takdiri, yiğitliğe duyulan örtük hayranlığı içinde barındırır. Yıkılış; bilinen bir ayakta kalışı, direnişi, kahramanlığı, yaşanan bir zaman derinliğini hissettirir.

Gül Muştusu’ndaki gül kullanımlarının şiirdeki durumunu tartışmak takdir edilmelidir ki böyle bir yazının sınırlarını aşar. Bundan ötürü şiirdeki ikinci kullanıma da temas edip gülle kurulan terkiplere geçilmesi uygun olacaktır. Şiirdeki ikinci gül, ikinci bendin ilk mısraındadır:

“Güllerin içine yağdığı

Bahar aydınlıklarının

Şeyhe yaklaşan bir mürit gibi

Doluşu bahçemize” 71. s.

Sezai Karakoç’u Gül Muştusu özelinde farklı kılan birçok şey söylenebilir ancak onu biricik kılan gülü bir kelime gibi değil müzisyenin elindeki bir enstrüman gibi kullanmasıdır. Şairler dilleri için kelime virtüözü kabul edilebilirler. Sezai Karakoç kelimeden öte gül virtüözü gibidir. Yukarıdaki mısralarda çizilen tablo, zihnimizde yağmur veya kar yağışına benzer yeni bir yağış türünü yani gül yağışını canlandırır. Bahar aydınlıkları ise güllerin yağışını sağlayan iklimi işaret ettiği kadar gül yağışını da görünür kılmaktadır. Bahar aydınlıkları sadece güneş, ay gibi temel ışık kaynaklarını işaret etmez. Bu temel aydınlıkların yanında baharın habercisi, hayatın yeniden başladığının, dirilişin müjdecisi (muştucu!) olan ve yeniden canlanan tabiat da ışıltılarıyla bahar aydınlıklarına kaynaklık eder. Yaprakların yeşermesi, çiçeklerin tomurcuklanması ve akabinde açılması, kuş cıvıltıları, yavrulayan diğer hayvanların sesleri, tabiatı bir koro hâline dönüştüren böcü börtü sesleriyle fark ettiğimiz canlılık aydınlığın habercisidir. Çünkü bizatihi hayat canlılıktır. Canlı, ışıltı sahibi olandır, aydınlıktır. Güllerin içine yağdığı bahar aydınlıkları ışıl ışıl bir bahar coğrafyasıdır. Şair, bahar aydınlıklarıyla gelen gül yağmurunu şeyhine yaklaşan mürit teşbihiyle anlatır. Hürmet, teslimiyet, bağlılık, mağfiret iklimine ulaşma ümidi…

Gül Muştusu’nda gül kelimesi 103 defa kullanılmıştır. Toplamda yaklaşık üç bin kelime ile yazılmış bir metinde bu kadar çok tekrar aslında şiiri bıktırıcı, kulak tırmalayıcı bir söz yığınına dönüştürme tehlikesini akla getirmektedir. Ancak Gül Muştusu’nda öylesine farklı bir şiir mekânı kurulmakta, öyle değişik bir çatı çatılmaktadır ki okur, güllerin bu kesafetinin farkına bile varamaz. Bilhassa kurulan yeni terkipler, bıktırıcı olmaktan ziyade şaşırtıcıdır, gül sarhoşluğu bile yaşayabilir şiirin muhatabı. Sezai Karakoç’a has gül terkiplerinden bazı örneklerle yazıya son vermek isabetli olacaktır:

“Gül lambasına” 72. s., “Güneşte yanmış bir gül sesi” 73. s., “Gül saçarım düşmanıma bile” 78. s., “Bahar yağmurları böyle güllere gebe”, “Hastalara gül şurubundan ilaç”, “Gül bir yeni yıl gibi” 80. s., “Baharın salavatı güller”, 81. s., “Gül suyu içilen çay bardaklarında” 85. s., “İpek örtüler bürülü kelimelerle/Salavatlarla gül derer”, 93. s., “Gül dağıtır”, ” Gül satarlar”, 97. s. “Gül şarabından içtik sabahları/Namazın ta kendisi gül şarabı”, “Gül şarabının uygarlığı” 102. s., “Ve dudaklarında gül türküleri”


[1] Ayrıntılı bilgi için gülün edebiyat tarihimizdeki yeri bütün tafsilatıyla ele alındığı Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki “Gül” maddesine bakılabilir.