Biz neden bir milletin bilinçaltı demek olan ve hemen bütün kültürünün en zengin hazinesi olan bu ürünleri derlemede, yayınlamada, önemini fark etmede bu kadar ihmalkâr davrandık? Kâh önemini anlamadığımızdan, kâh ciddiye almadığımızdan, kâh etkisini fark edemediğimizden.
Dursun Ali TOKEL
Doç. Dr., FSMVÜ, Edebiyat Fak.

Sezai Karakoç’un masal, efsane, mit vb. halk anlatıları üzerine yaptığı etütleri; bu anlatıların insanlık, milletler ve kültürler için fevkalade önemi üzerine dikkatimizi çektiği yazıları, bunlar olmaksızın kökleri derinlerde bir milli bilinç oluşturulamayacağına dair tespitleri, bizleri, çok ihmal ettiğimiz ve halen de ihmal etmeye devam ettiğimiz halk anlatılarının önemi üzerinde daha ciddi düşünmelere davet ediyor. Onun olağanüstü dikkatleri halk anlatılarını sıradan bir hikâye ve fantastik bir metin olmaktan çıkarıyor ve insanlığın en önemli kader ortaklarından biri haline getiriyor.
Ona göre dünya savaşlarının temelinde efsanelerin karşı konulmaz korkunç gücü vardı ama insanoğlu bu gücü hiç ciddiye almadı, onun yıkıp yok edici yüzüyle karşılaştıklarında da çoktan iş işten geçmişti. Karakoç’un, insanların modern zamanlarda halk anlatılarına karşı duyduğu bu korkunç meylin sebepleri üzerine de son derece dikkat çekici izahları, cevapları var. Bence bizim de bu cevapları dikkatle incelemeye ihtiyacımız var. Sadece şunu söyleyeyim: Bugün hemen bütün dünya gençliğinin en fazla izlediği ve hasılat rekorları kıran filmler hep fantastik filmler; efsanelerden ve mitlerden yararlanan filmler. Peki bunun sebebi nedir? Sezai Karakoç’un buna dair mühim tespitleri var.
İnsanoğlu masalların bir hurafe değil, milletlerin kültür, inanç, dünya görüşü, çocuk eğitimi açısından ne büyük bir hazine olduğunu keşfedeli çok değil, yaklaşık iki yüz yıllık bir süre geçti. Batı’da bu konuda yapılan araştırmalar o kadar hızlı, yoğun, dikkatli ve görkemli oldu ki Batılı milletler kendi halk anlatılarını derleme, toplama, yayınlama ve incelemeyi daha 19. yüzyılın sonunda bitirdi ve hemen sair milletlerin anlatılarını derlemeye, toplamaya, yayınlamaya başladı.
19. yüzyılın sonunda Türkiye’ye gelip bin bir meşakkat içinde, yıllar süren masal, efsane, ninni, halk hikayeleri, ortaoyunu, Karagöz ve Hacivat derlemeleri yapan ve bunları ciltlerle yayınlayan İgnacz Kunos, 1880’lerde halk anlatıları derlemek için bulunduğu Türkiye’de bu alanda hiçbir şey yapılmadığını fark edince şaşkınlıkla diyor ki: “Halbuki Avrupa’daki bütün milletlerin folkloru çoktan toplanmış, yazılmış ve yayınlanmıştı.”[1]
Kunos’un, bize ait olan Karagöz ve Hacivat yayınları Batı’da büyük akisler uyandırmış, bu yayınlar yayınlanır yayınlanmaz hemen Almanca’ya, Rusça’ya, Fransızca’ya çevrilmiş. Bilhassa Almanya’da ciltlerce eserler yayınlamış: Diyor ki Kunos: “Bu alanda en fazla Almanlar çalışıyorlardı. Bilhassa Almanya’nın en büyük şarkiyatçısı sayılan Profesör Jakop, bu mesele hakkında birkaç cilt eser çıkarmıştı.”[2]“ Peki, bu hususta biz ne yapıyorduk o sırada: “Türkler Karagöz ve Hacivat’ı ihmal etiler…. Saçma Fransız komedilerine bakacaklarına, Karagöz oyunlarına dikkat etmiş olsa idiler, milli bir Türk komedisi daha doğru yer bulacaktı.”[3]
Biz neden bir milletin bilinçaltı demek olan ve hemen bütün kültürünün en zengin hazinesi olan bu ürünleri derlemede, yayınlamada, önemini fark etmede bu kadar ihmalkâr davrandık? Kâh önemini anlamadığımızdan, kâh ciddiye almadığımızdan, kâh etkisini fark edemediğimizden.
Oysa daha Batılılar halk anlatılarının önemini anlamadan ve bunun için canhıraşane toplama, derleme ve yayınlama cehdine girişmeden yüz yıllar önce Hz. Mevlâna masalın o eşsiz kıymeti için demişti ki: “Hani çocuklar masal söylerler ya, fakat masallarda nice sırlar nice öğütler vardır. Görünüşte saçma sapan şerler söylerler ama sen onları masal sanma sakın… Viranelerde define aramaya koyul!”[4] Masal ve efsaneleri bir hazine olarak niteleyen Hz. Mevlâna, Kelile ve Dimne’deki bir masalla ilgili de şunları söylüyor: “Kelile’deki o hikâye de yalan, saçma, düzme. Fakat o saçma hikâyenin ne demek olduğunu, o hikâyenin maksadını anlamadın ki!..”[5]Keşke Hz. Mevlana’ya kulak verseydik!
Hadi ona kulak vermedik, bari bu konudaki önem çağrısı hiç de Hz. Mevlânâ’dan aşağı kalmayan Sezai Karakoç merhuma kulak verseydik!
Efsanelerin Korkunç Gücü
Sezai Karakoç’un halk anlatıları üzerine olan dikkati meselenin atomik detaylarına inecek kadar ayrıntılı ve bir o kadar da önemli. O, bu metinleri bir medeniyet inşa etmenin basamaklarından biri olarak görmüş, sadece bir medeniyet değil, o medeniyeti inşa edecek ve taşıyacak olan insanı da inşa etmenin çok önemli detaylarından biri. Hatta bu anlatıların insanın bilimsel çalışmaları için de bir kaynak olduğunu belirtiyor. Yani insanoğlu halk anlatılarından sadece bir kurmaca metin özelliğiyle ve bir hikâye oluşuyla değil, bilimsel amaçla bile yararlanabilir. Tabii ki onu örten giysileri soymak ve mecazın ardındaki hakikati çıkarmak şartıyla:
“Şiirse, bilimden çok efsaneye, mite kapı açmaya eğilimlidir. Ancak efsaneleri, mitleri de yabana atmamalıyız. Onlar birçok karanlık tarih olaylarının sembolik özleridir. Bilim, ondan yararlanabilir. Benzetimleri, istiareleri, kinayeleri, masal giysilerini soymak ve efsanenin uçan mantığını sıyırarak, ayaklarını yer değdirmek şartıyla.”[6]
Karakoç’a göre efsanelerin insanların anlayamadığı ve hiç de dikkate almadığı kadar korkunç, dehşet verici ve bir o kadar yıkıcı gücü var. Tarihin, milletin, geçmişin karanlık bir özeti olan bu efsaneler ne kadar güçlü olabilirler? Karakoç’a göre bir dünya savaşı çıkaracak kadar. Ona göre, Mussolini, eski Roma’yı diriltmek, Hitler ise Alman efsanelerine dayanan üstün ırk düşüncesinden hareket ettiler ve dünya savaşına sebep oldular.[7] Sadece bu mu? Değil elbette. “Megali İdea” hevesiyle Ege’yi, Akdeniz’i ve Anadolu’yu kan gölüne çevirmekten çekinmeyecek olan Yunanlılar, muharref Tevrat’a dayanarak Ortadoğu’yu kan ve ateş cehennemine döndüren Yahudiler hep bir efsaneyi diriltme peşindeler. Dünyayı kan ve gözyaşı seline boğan bu felaketlerin sorumlusu efsaneler mi peki? Karakoç’un buna itirazı var. Elbette bu felaketlerin sebebi efsaneler değil, onları kullananlar. Ama bu gücü inkâr etmemeliyiz.
Nedir efsaneler? “Efsaneler, halkların folklorunda zaruri olarak yer alan unsurlardır. Çocukların eğitiminde halk zihninin kullandığı öğeler olarak masallar ve efsaneler, iç içe insan akıl ve mantığının olgunlaşma sürecinde dolgu ve besleyici madde ve kontrpuanlardır. Ama tüm aklı eleştirisiz ve denetimsiz egemenliğine aldığı anda, bir halk, bütünüyle bir sabit fikrin saplantısında çılgınca bir girişimle son aşamaya kadar giderse, beklenecek bir tek son vardır: O da şüphesiz, trajik bir sondur.”[8]
Sezai Karakoç’un cevabını aradığı bir soru daha var ki hepimizi yakından ilgilendiriyor: “Efsaneler, neden yüzyılımızda birden bu güce erişip büyük insan topluluklarını etkisi altına aldı?” Karakoç’un bu soruya bulduğu cevap aslında yüzyılımızda ve hatta günümüzde insanoğlunun fantastiğe, olağanüstüye, gerçekdışıya, gerçek üstü kahraman filmlerine neden bu kadar ilgi gösterdiğini de açıklamış oluyor: “Yüzyılımızda dinden kopan insan ruhu ve zekâsı, yaratılışımızda var olan fizikötesi ihtiyacını, olağanüstüye olan tutkunluğunu efsanelerle gidermek yoluna saptı. Ütopyalar, milli rüyalar, toplum malihulyaları, ta uzak ve karanlık geçmişe uzanarak oradan kozmik enerjiler kapmak istedi.”[9]
Efsaneler Masumdur
Şimdi biz efsanelerin bu dehşetli gücünü hesaba kattığımızda onu yok mu edelim, yok mu sayalım? Elbette hayır, suç efsanelerde değil, onu, şerrine ve egosunu tatmine alet eden insanda:
“Bize kalırsa efsaneler masumdur. Geçmiş kültürümüzün zengin hazinelerinin süsleridir. Onlar, garip sisin içinden çıkıp gelmediler yüzyılımıza. Gelip de canavarlaşmadılar. Onları çağıran biz olduk. Biz insanlar. Onları çağırdık ve canavarlar ve ifritler gibi güçlendirdik ve birbirimizin üstüne saldırtmak istedik.”[10]
Biz, onları küçümseyerek eğitimde, hayatta, çocuk yetiştirmede efsaneleri mitleri kullanmayalım, yok sayalım. Fakat birileri böyle demiyor ve onun dehşetli gücüyle çocuklarımızı ve nesillerimizi elimizden alıyor. Sonucun felaket olacağını bile bile: “Mitleri, efsaneleri ve hele hele dini menkıbeleri, bugünün siyasi ve ekonomik hegemonya hayallerinin dayanağı yapmak, insanın kendi kendini aldatmasından başka bir sonuç doğurmaz. Efsaneleri rahat bırakalım. O devi uyandırmayalım. Çünkü o devi bir kere uyandırıp sırtına binenler, kısa zamanda aldandıklarını anlayacaklardır… Efsaneler, yanlış yerde kullanılmalarının intikamını alacaklardır. ”[11]
Efsanelerin, masalların, mitlerin bu gücü nereden geliyor da bu kadar tahrip edici olabiliyorlar? Sezai Karakoç’un buna müthiş etkileyici bir cevabı var: Bütün bu anlatılar aslında hakikatlerin üzerini örten mecazlardır. Yani bu anlatılar aslında birer metafordur, alegoridir, temsili anlatımdır. Bunların üzerindeki mecaz elbisesini çıkarırsak, altlarındaki hakikati göreceğiz. Eğer böyle yapmaz da birer mecaz olan bu anlatıları hakikat yerine koyarsak işte o zaman her türlü felakete hazır olalım:
“Efsaneler ve hakikatler ancak kendi dünyalarında etkindirler. Efsaneleri hakikatin yerine yerleştirmeye kalkarsanız o vakit görülmemiş bir şey olur. Hakikat, bir efsane kahramanı gibi çıkagelir ve bütün işleri alt üst eden insan aklına gereken dersi verir.”[12]
Sonuç olarak; Sezai Karakoç halk anlatılarının ne derece önemli olduğunu en keskin örneklerle gösterdi. Ağustos Böceği Bir Meşaledir şiiri ile bize dünyaca ünlü bu masalı yeni bir perspektiften okumaya davet etti. İnsanların karıncayı tutup ağustos böceğine haksızlık yaptığını, karınca nasıl yaratılışının gereğini yerine getiriyorsa ağustos böceğinin de kendisine ilahi taksimde verilen rolü en mükemmel şekilde oynadığını ve bu haliyle bir mucize olduğunu bütün dünyaya haykırdı:
Ey masalcı adam iftira ettin sen
Bu harikalar harikası böceğe
Onu suçladın tembellikle
En çalışkan onu görüyorum ben
Hiçbir karşılık beklemeden
Yazı ağustosu çamı çınarı
Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı
…[13]
Ağlayan Ayva Gülen Nar masalı üzerine yaptığı çözümlemeyle kendi öz masallarıyla büyümeyen nesillerin, kendi öz sembollerini de asla kavrayamayacağını ve o millete aitlik hisleri taşıyamayacağını ibret verici örneklerle gösterdi. Ona göre masal sadece bir masaldan ibaret değildi ve millet hayatında çok daha derin fonksiyonları vardı: “Masal, derinliğinde bir hedef taşımaktadır. Bu da çocuğun yetişmesi, yarın büyüyünce, belki de uğrunda canını bile esirgemeyeceği millet ülküsüne ilk alışması, o ülküyle ilk karşılaşmasıdır.”[14]Bu ilk karşılaşma o kadar önemlidir ki, sonraki bütün büyük semboller buradan doğar ve beslenir: “Sonra çocuk büyüyecek, ülküyü doğrudan doğruya kavramaya başlayacaktır. Bu sefer, masal sembollerinin yerini din ve devlet sembolleri alacaktır. Semboller, masal uçuculuğunu kaybedecek, düşüncede, edebiyatta, aksiyonda kök salan bir görünüş, bir bakış açısının toplanma noktaları olacaktır.”[15]
İlkin masallarla başlayan, sonra din ve devlet sembollerine dönüşen ve onlar olmaksızın millet ülküsünün de olmayacağı bu toparlayış sembollerinin başında hangileri geliyor? Sezai Karakoç’a göre şunlar: Sancak-ı Şerif, Kâbe, Hacer-i Esved ve ardından milli sembollerimizin en derin ve kuşatıcılarından biri olan Kızıl Elma…
Sezai Karakoç masalın fevkalade önemini anlattığı bu yazısında, kendi masallarımızı kaybettiğimizden beri, Batılılaşma ile beraber, kendi sembollerimizi de yitirdiğimizi ve artık neredeyse sembolsüz bir millet haline getirildiğimizi oysa böyle yaşanamayacağını haykırıyor: “Sembolsüz bir millet yaşayamaz.”[16]
Şimdi biz, masal deyince, efsane, mitler deyince bunları saçma sapan hikayeler sanan ve üstelik bir de istihza ile “Bırak bu masalları”, “Bana masal anlatma”, “Efsane bunlar”, “Bana edebiyat parçalama” diye burun kıvıran bigânelere bunu nasıl anlatacağız?
[1] İgnacz Kunoş, Türk Halk Edebiyatı, (Haz: Tuncer Gülensoy), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s. 32-33.
[2] İgnacz Kunoş, Türk Halk Edebiyatı, s. 66.
[3] İgnacz Kunoş, Türk Halk Edebiyatı, s. 67.
[4] Mevlâna, Mesnevî, C: III, MEB. Yay., İstanbul 1991, s. 211
[5] Mevlâna, Mesnevî, C: III, s. 228.
[6] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 13
[7] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 23.
[8] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 24
[9] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 25.
[10] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 27.
[11] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 27.
[12] Sezai Karakoç, Düşünceler-Kavramlar I, Diriliş Yay., İstanbul , s. 28.
[13] Sezai Karakoç’un bu şiirini altı farklı açıdan ele alıp inceleyen bir çalışma için bkz: Ağustos Böceği Bir Meşaledir: Sezai Karakoç’un Bir Şiirinin Altı Yorumu, Büyüyenay Yay. İstanbul 2020.
[14] Sezai Karakoç, Sütun II, Diriliş Yay., İstanbul 1999, s. 40
[15] Sezai Karakoç, Sütun II, s. 40-41.
[16] Sezai Karakoç, Sütun II, s. 41