Sezai Karakoç’un Mevlânâ’sı[1]

Karakoç’a göre Mevlânâ, Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî ile birlikte İslam medeniyetinin sacayağından biridir. Gazzâlî, İslam medeniyetinin Yunan düşüncesiyle karşılaşması sonucunda ortaya çıkan kaostan çıkış için ilahi bir lütuftur ve Müslüman dünyanın entelektüel istikametini belirlemiştir.

Ali ÖZTÜRK

Prof. Dr., Trakya Üni. İlahiyat Fak.

 “Ölümü düğün gecesi (Şeb-i Arûs) olarak anlayan insana tesir edecek güç var mıdır?” diye sorarak başlar Sezai Karakoç, Mevlânâ ile ilgili ilk yazısına. Sahabenin Mâverâünnehir’e taşıdığı ve zamanla hazine hâline gelen yükü, Doğu ile Batı’nın karşı karşıya gelip durakladığı, kaderlerinin düğümlendiği, altında sakladıklarının üstünde barındırdıklarından fazla olan medeniyetler tarihinin beşiğini Anadolu’ya taşıyan erenler kervanına bir çocuk olarak katılmıştır Mevlânâ: “Göklerin yükünü omzunda taşıyan bir çocuk.”

Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in Belh’ten kalkarak il il dolaştıktan sonra Konya’ya gelip karar kılması, görünen sebepler bir yana aslında oğlu Mevlânâ’nın görevini yerine getireceği yeri bulmasıdır, Karakoç’a göre. Horasan’dan gelenler, bu serhad ülkesine gaza için gelmekteydiler. Bahaeddin Veled ve çevresindekiler ise Haçlılara karşı savaşan bu mücahitlerin yanında bulunmak, onları gazalarında yalnız bırakmamak için uzak diyarlardan gelmişlerdi. Günlük siyasi çatışmaların gölgesinde gönüllerin kirlenmesi söz konusu idi. Oysaki serhad ülkesi önemliydi, zira “imanın kılıç ucunda olduğu” bu yerde şehitler, gaziler vardı. Buranın yöneticileri her ne kadar günlük işlere dalsalar da küfrün karşısında iman silahı ile durdukları için diğer yöneticilerden farklıydılar.

Ne Haçlı katliamları ne Moğol’un yakıp yıkması Anadolu’da yeşeren hakikat medeniyetini yok etmeye yetmemiştir. Batı ve Doğu’dan gelen saldırılara karşı direnen Anadolu için yeniden diriliş vakti idi ve bu diriliş sürecinde Mevlânâ’yı eşsiz rol beklemekteydi. Mevlana’yı, Anadolu’nun iki büyük felaketi olan Haçlı seferleri ve Moğol istilaları kıskacında yorgun düşmüş Selçukluları yine manevi ve psikolojik çöküşün eşiğindeki Anadolu Müslümanları için bir rehber, bir manevi destek, uyarıcı ve hatta 20. yüzyılın başlarına kadar devam edecek Osmanlı devletinin alt yapısını hazırlayan bir manevi güç olarak değerlendirir. Mevlânâ’nın eğitimini, görevlerini, mürşidliğini, siyasi duruşunu, hep bu minvalde yorumlar Karakoç.

Mevlânâ öğrencilerinin de kendisi gibi klasik medrese eğitiminin yanı sıra manevi eğitimle donanmasını sağlamış ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerine göndererek buralardaki kalkınmanın öncüsü olmuştur. Mevlânâ’nın Moğol egemenliğindeki dönemin yöneticileri ile ilişkisi hep tartışma konusu olmuştur. Karakoç da bu tartışmalara ilgisiz kalmaz ve maddi-manevi Amerika, Avrupa ve Ruslarla iş tuttukları hâlde, gazetelerdeki dizi yazılarında Mevlânâ’yı Moğol işbirlikçisi gibi gösterenleri sert sözlerle eleştirir. Ona göre Mevlânâ ve arkadaşlarının ilişkisi birkaç katlıdır. Her şeyden önce güç durumda olmalarına rağmen iyi niyetli bu yöneticilere yardımcı olmak bir görevdi. Mevlânâ ve arkadaşları bu kritik zamanda sorumlu mevkide olanlara maneviyat kaynağı oldu. Halk da Mevlânâ ve çevresindekilerin bu diyaloğundan memnundular. Mevlânâ bu ilişkisi sayesinde Anadolu’nun manen imarı için pek çok öğrencisini muhtelif şehirlere gönderebilmişti. Moğollarla başka türlü baş etmek de mümkün görünmüyordu. İleride Moğolların da Müslüman olacağını sezen Mevlânâ’nın bu uygulamaları aynı zamanda görevinin bir parçasıydı.

Karakoç, Mevlânâ’nın hayatında birdenbire meydana gelen değişimi deprem ve gül metaforlarıyla açıklar. Deprem bir anda meydana gelir; gül bir anda açar. Yerin altında meydana gelen nice fizikî ve kimyevi olayların bir sonucu olarak meydana gelir deprem. Gül de öyle, nice kımıldanışların, canlanışların sonucunda bir anda açar. Mevlânâ da önce resmî eğitimini ve ledünnî ilim denilen manevi eğitimini tamamlamıştır. Ardından medresede ders vermeye başlamıştır. Medrese hayatı, gündüzü, resmî ve objektif yüzü, yani zahiri; ibadet ve çile hayatı ise geceyi, gayri resmî ve sübjektif yüzü, yani bâtını temsil eder. Medrese talebesi eğer zahirî ilimlerin yanı sıra bir de bunların iç yüzünü öğrenme istidadında ise hoca ona bu sefer gece yüzüyle, aslında gerçek yüzüyle görünecektir. Burada medresedeki resmiyet, tekellüf, ceza yoktur; daha büyük çileler ve mahrumiyetler söz konusudur. Sınavlar medrese sınavlarına göre daha çetindir. Manevi olgunluk için bu şarttır. Mevlânâ bütün bu eğitimleri almış olmakla birlikte babası ve babasının halifeleri hayatta iken ortaya çıkmamış, kolay olan medrese hocalığı ile yetinmiştir.

Karakoç’a göre Mevlânâ, Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî ile birlikte İslam medeniyetinin sacayağından biridir. Gazzâlî, İslam medeniyetinin Yunan düşüncesiyle karşılaşması sonucunda ortaya çıkan kaostan çıkış için ilahi bir lütuftur ve Müslüman dünyanın entelektüel istikametini belirlemiştir. Ondan yüz yıl sonra gelen İbnü’l-Arabî ruhun sırlarına eğilerek metafiziğin kapısını araladı. Ruhun asıl, maddenin gölge olduğunu ortaya çıkardı. İslam’ın soyut cephesini soyut bir dille anlattı. Kur’ân-ı Kerîm’i ruh açısından yorumlayarak insanlığa hediye etti. Karakoç’a göre Gazzâlî, kafa dünyasının sembol hocası; İbnü’l-Arabî de ruh dünyasının baş piridir. Mevlânâ ise Anadolu’nun maddi-manevi ıstırap yaşadığı bir zaman diliminde tarih sahnesine çıkarak halkın önderi oldu. İdrakin aciz kaldığı, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti ve hakikati kalbin saf aynasında buldu. Saf ve temiz gönülden hareket ederek ruha ve düşünceye ulaşılabilir. Ruhun duygulara açılan kapısı olan kalp, tevazuya götürecektir. Tevazu ise ahlâkın temelidir. Kalp sevginin yuvasıdır. Tanrı sevgisinin yuvası. Kalp böylece ruhun, aklın ve ahlâkın merkez noktasını oluşturmuş olur. İşte Karakoç’a göre Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî’nin getirdikleri ile Mevlânâ’nın kalbi merkeze alan yorumu birleşince İslam medeniyetinin büyük üçgeni ya da sacayağı meydana gelmektedir.

Mevlânâ’nın şiir, musiki ve sema ile iştigali görev anlayışı ile ilgilidir. Eğer Belh’te kalmış olsaydı medresede hocalık ile iktifa edecekti. Ancak Anadolu’da ders okutmayı yeterli görmeyip şiirden, musikiden, eğlenceden hoşlanan halkı, putperestlerin ve Hristiyanların tesirinden kurtarmak için onların hoşlanacağı araçları kullanmanın gereğine inanır. Şiir de musiki de bir araçtır onun için. Karakoç onun bu anlayışını, velilik vasfına, yani gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işlemeye bağlar.

Bir gönül gözü, daha yükseğe bakabilmesi için başka bir gönle ihtiyaç duyar ve o gönül üzerinden daha yukarı bakabilir. Karakoç, Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî buluşmasını bu kaideye bağlar. İlâhî ışık ve şimşeğin yakıp kavurmasından, sevginin ateşiyle yanıp kül olmaktan koruyacak olan güvenli bir yoldur bu. Bir çekingenlik, korkaklık değildir. Gönül, gönle bakarak kir ve paslardan arınıp arınmadığını anlayacak ve ilâhî tecelliye layık olup olmadığını fark edecektir. Karakoç, Mevlânâ-Şems ilişkisine dair birçok benzetmeye başvurur: Şems’in Konya’ya gelişini, fünyenin ateş almasıyla sıkışan bombanın infilakına benzetir. Böylece maneviyat dünyası “Konya Okulu”nu kazanmıştır. Bir diğer çarpıcı benzetme de yüksek fırın metaforudur: “Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş almıştır.” Demiri eritecek kadar yüksek ısı ile çalışan bu fırınlar geç ateş alır, geç ısınır; bir ısındı mı da kolay kolay soğumaz.

Şems’in gelişiyle Mevlânâ kendini bulmuştur. Mevlânâ ile Şems arasında geçen her şey aslında Mevlânâ’nın çileli yolculuğu için bir ders niteliğindedir. Şems sadece yolu açmaktadır. O yolu yürüyecek ve hedefe gidecek olan Mevlânâ’dır. Karakoç’a göre ormanda baltasıyla yol açma görevi Şems’e verilmiştir. Ama ormanın içinde kulübe yapma ve avı yönetme işi Mevlânâ’nındır. Karakoç daha ileri bir yorumla nasıl hareket etmesi gerektiğini Şems’in kulağına fısıldayanın da belki Mevlânâ olabileceğini belirtir. Büyük altüstleri yaşatarak rahatları kaçıran bir sima olarak Şems, sonunda şehirden kovulmuştur. Mevlânâ oğlunu görevlendirerek onu tekrar Konya’ya getirtmiş, meydana gelen tatsızlıklar sonucu Şems yine gözden kaybolmuştur.  Ancak şehrin üzerinde gönüllerde ve hafızalarda silinmez izler bırakmıştır. Aslında Şems’in görevi bitmiştir. Ders bitmiş, şahsi tecrübe dönemi başlamıştır. Ney dinleme zamanı bitmiş, ney üfleme zamanı gelmiştir. O ney ki üflerken hatırımıza gelen ve içimizi yakan hatalarımızın alevli dilidir.

Mevlânâ, İslam ahlâkını içselleştirmiş bir sûfidir. Karakoç, onun kendisine eğilerek selam veren bir papaza aynı şekilde mukabelede bulunmasına karşılık papazın tekrar eğilmesi ve Mevlânâ’nın tekrar mukabelede bulunması ve bunun birkaç defa tekrar etmesi sonucunda çaresiz kalan papazın Müslüman olmasıyla sonuçlanan hadiseye ilişkin menkıbeyi içselleştirilmiş bir İslam ahlâkının yansıması olarak değerlendirir. Mevlânâ’nın selama karşılık vermesini diyaloğun bir sembolü olarak görür. Bu tavır, sahte bir alçakgönüllülüğe karşı, gönlün ve ruhun derinliklerinden gelen bir tevazudur aynı zamanda. Ve tevazu bir tebliğdir, hatta cihaddır. Gösterişe karşı içtenliği temsil eden Mevlânâ’nın galibiyetiyle sonuçlanan karşılıklı telkin ve tebliğ savaşı. Menkıbe ayrıca Müslümanların maddeten güçlü olmaları ve psikolojik üstünlüğü korumaları mesajını veriyor yazara göre.

Karakoç, onuncu makaleden itibaren ağırlıklı olarak Mevlânâ’nın eserleri üzerine yoğunlaşmıştır. X. makalede Mecâlis-i Seb’a’yı, XII-XV. makalelerde Mesnevî ve diğer eserleri karşılaştırmalı olarak ele alır. XI.  yazı ise âdeta Mevlânâ ile özdeşleşmiş olan “Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergâhı değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel.” sözünün yorumu mahiyetindedir. Karakoç, İslam karşıtları tarafından Mevlânâ’nın kesinlikle kastetmeyeceği ve kastetmesinin de asla mümkün olmadığı bir anlama çekmeye çalıştıkları bu sözün, bazı araştırmacılara göre Mevlânâ’ya ait olmayıp İranlı bir şaire [Ebû Saîd Fazlullāh b. Ebi’l-Hayr (ö.1049)] ait olma ihtimali bulunmakla beraber Mevlânâ’nın düşüncesini ve yolunu yansıtmakta olduğuna dikkat çeker.

İlk eseri olan Mecâlis-i Seb’a Karakoç’a göre Mevlânâ külliyatının ve düşüncesinin bir fihristi, bir özeti, bir fragman demetidir. Büyük senfoniye başlayış ya da âyin-i şerife giriş taksimidir. Mecâlis-i Seb’a, yani yedi toplantı (toplanış/toplayış) bazı Kur’an ayetleri ve kırk hadis ışığında insanoğlunun tarihi yolculuğunu anlatır.

Mesnevî ise Karakoç’a göre üstün bir ilhamın içinde somutlaştığı bir kitaptır. Vahiy değildir ama ondan öte ilham da yoktur. Molla Camî’nin Mevlânâ için “Peygamber değildir ama kitabı vardır.” sözündeki kitabı, “görevli” bir kitap olarak anlamlandırır. Kur’ân-ı Kerîm nasıl ki her an yeniden nâzil olmuş gibi terütaze ise Mesnevî de yorum cihetinden âdeta böyle bir keramete nail olan bir eserdir. Mevlânâ da diriliş rüzgârı estiren bir kişidir. Ahkâm getirmek peygamberlerin görevidir; ancak zamanla bunalıma düşen Müslümanları en umutsuz günlerinde karanlıklardan aydınlığa çıkarmak bu maneviyat önderlerine düşmektedir. Mevlânâ ve Yunus Emre’nin insanı hiçbir şairin varamayacağı bir maneviyat âlemine yükseltebilmesini, hususiyetle bu işle görevli olduklarına yorar Karakoç.

Karakoç, Mevlânâ’nın kişiliğindeki farklı dışa vurumları dağlardan vadilere doğru coşkun biçimde akan ve düzlüğe inince sakinleşen ve ufuk çizgisinde ummanlaşan bir nehre benzetir. Dîvân-ı Kebîr’deki gazel ve kasideler bu coşkunluğun bir yansımasıdır. Fîhi Mâ Fîh bir göl manzarası ile fikirler dünyasında sakince dolaştırır. Mesnevî ise uzun bir Nil’e benzetilir ki Firavunları yutmuş, Musaları selametle denize kadar üzerinde taşımıştır. Mesnevî, evet, kendisi denize ulaşır; her an kaybolabilecek bir damlayı andıran insan ruhunu da birlik denizine ulaştırır.

Dîvân-ı Kebîr, mevsimlerden, özellikle bahardan beslenen yoğun duygu ile yazılmış gazel, kaside ve rubailerden; Mesnevî ise meseller, hikâyeler ve düşüncelerden müteşekkildir. Dîvân-ı Kebîr’i öznelliği yansıtan şarkılar, türküler gibi, Mesnevî’yi ise nesnelliğin bir tezahürü olarak insanlık senfonisi ya da ayin-i şerif gibi görür. Divan şiirinde tasavvufun gölgesi olduğu tespitini yapar Karakoç. Mevlânâ’nın saf gönül sesi hüviyetinde olan şiirleri ise bizatihi tasavvufun kendisidir.

Mesnevî’yi, Kur’an öğretisini, Kur’an ahlâkını insanlara anlatmak, onları bilinçlendirmek için Kur’an yorumu olarak değerlendirir yazar. Mevlânâ’nın bütün çabası Kur’an hakikatlerini anlatmaktır. Kur’an hikmetleri, Mesnevî’de damıtılmış bir şekilde hikâyelerle anlatılmaktadır.

Özetle söylemek gerekirse, Mesnevî, Anadolu ruhunu yoğurmuş bir eserdir Karakoç’a göre. Bu hamurun yoğruluşu Mevlânâ’nın kutlu elleriyle olmuştur. Osmanlı Mesnevî’yi bir eğitim kitabı olarak görmüş ve bunun bir sonucu olarak yüce ruhlu, ahlâklı, zarif bir aydın kitlesi meydana getirmiştir. Büyük bir kadirbilirlikle Mesnevî-i Şerif tamlamasını benimsemiştir. Batı hayranlığının zirveye ulaştığı ve eskiye dair ne varsa yok sayıldığı fetret dönemlerinde dahi Mevlânâ ve eserlerine olan ilgi kaybolmamıştır. Bu sefer de onu İslam’dan, şeriattan koparmaya çalışarak çarpık aynadan yansıtmak istediler. Ancak muvaffak olamadılar. Zira Mevlânâ’nın varlık sebebi zaten bu değerlerdi.  Son sözü merhum üstada bırakalım:

“Mevlânâ, bir İslam ereni, bir İslam önderi, bir İslam düşünürü, bir İslam şairidir.”


[1] Karakoç’un “Mevlâna” kitabı, 19 Aralık 1988-27 Mart 1989 tarihleri arasında haftalık Diriliş Dergisi’nde yayımlanmış 15 makaleden meydana gelmiştir. Üçüncü baskıdan itibaren Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinin çevirisi (İslâmın Şiir Anıtlarından’dan) ve 1967-68 yıllarında yazdığı üç makale (Bâbıâli’de Sabah-Sütun’dan) eklenmiştir.