Yetimhaneye ziyarete gidiyoruz. Zaten akşamdan bu yana hazırlıklıyız bu ziyaret için. Ne ile karşılaşacağımızı az çok tahmin ediyorduk ama hiç bu kadar duygusal bir ortamda olacağımızı düşünememiştik.
Şakir KURTULMUŞ

TÜRDEB Genel Sekreteri ve Suriye Seyahati Program Koordinatörü İsmail Mansur Özdemir’den gelen telefonla aldım daveti. Hiç tereddüt etmeden heyecanla katılmak istediğimi bildirdim. Savaştan önce Suriye’ye giden arkadaşlarımızdan Suriye’nin gezilen yerlerinin çok güzel olduğunu, Halep’te ve başka kentlerde kütüphane, camiler, türbeler, tarihi eserlerin bulunduğunu duyuyorduk. Buraları mutlaka görmelisiniz, diyorlardı. Şimdi Mansur Özdemir’den aldığımız davet üzerinde durup yeniden düşünmeye başladım. Savaşın başından bu yana bize dostlarımızın mutlaka görmelisiniz dediği ziyaret yerlerinden, tarihi eserlerden hiçbir şey kalmamıştı ülkede. Bize yapılan davetle görmemiz gereken başka özelliklere dikkat çekiliyor, savaşın ortasında yaşamaya mahkûm olan Suriyeli vatandaşların bulundukları çadır kentlerde, barınaklarda nasıl bir hayat sürdüklerini görmek için gitmemiz gerektiği söyleniyordu. Harap olan şehirlerden geriye ne kalmış, bundan sonra oralarda nasıl bir hayat idame ettiriliyor, sosyal yaşam nasıl, çarşı pazar hareketli mi, insanlar nasıl geçiniyor, bunlar üzerinde durmalıydık. Okullar ne âlemde, eğitime devam edebiliyor mu öğrenciler, ediyorlarsa nasıl devam ediyorlar? Bu soruları yerinde görüp düşünmeye çağırıyordu bu davet. En önemlisi de savaşın kötü ve kaçınılmaz sonucu olan binlerce ölümden geriye kalan yetim çocuklar ne haldeydiler. Nasıl bir yaşam sürüyorlardı, ne gibi zorluklar içindeydiler? Bunları yakından görmek üzere seyahate davet edilmiştik. Bu konular hareket saatine kadar zihnimde dolanıp durdu. Nasıl bir manzara ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk ama her şeye hazırlıklıydık. Gideceğimiz bölgelerde çatışma olmadığı ama yine de tedbirli olmak gerektiği söylenmişti.
5-6 Mart 2022 günlerinde gerçekleşecek seyahat öncesinde zihnimde Suriye ile ilgili bütün bilgileri bir araya getirip değerlendirmeler yapmaya çalışıyorum. Heyecanımı ötelemeye çalışsam da bunu başaramadığımı görüyordum. Cumayı cumartesiye bağlayan gece uyku tutmadı, biraz da gece Sabiha Gökçen Havalimanı’na gitmek için çok erken bir saatte evden çıkacağımız için temkinli davranmak istiyordum. Sabah 03.45’te hareket edecek olan otobüsü kaçırdığım için bir sonraki otobüsü beklemek durumunda kaldım. 04.45’te Kadıköy’den kalkış yapan otobüs, 06.00 gibi havalimanına vardı ve kısa sürede içeriye giriş yaptık. Görevli arkadaşımız Muhammed Zahiroğlu ile buluşup diğer arkadaşların gelişini bekledik.
Uçağımız İstanbul semalarında havalanırken birkaç yıl önce gittiğimiz Kilis’te, sınıra yakın yerlerde kurulu çadır kent ziyaretlerini hatırladım. Oradaki Suriyeli vatandaşların kamp hayatlarını yakından görmüş, üzülmüştük. Açık cezaevi şartlarında yaşadıklarını düşünüyorlardı. Kendileri ile konuşmamıza da izin verilmemişti. Bir iki kişiyle kısa birkaç cümlelik bir konuşma gerçekleştirebilmiş, ancak o kadar bilgi alabilmiştik. Uçağımız hızla Gaziantep’e doğru ilerlerken bir yandan İdlib’te bizi nelerin beklediğini düşünmeye çalışıyor, diğer yandan varacağımız, ziyaret edeceğimiz yerlerde çatışmaların olup olmadığı sorusuna cevap bulmaya çalışıyorduk.
Bu düşüncelerle elimdeki kitabı okumaya çalışsam da okuyamıyordum. Nihayet uçağımız iniş yaptı. Bizi bekleyen küçük otobüse geçtik. Burada İstanbul havalimanından kalkan uçakla gelen grubumuzun diğer üyeleri ile buluşup Reyhanlı’ya doğru yola çıktık. İki saatlik bir yolculuktan sonra Reyhanlı’da İHH’nın Eğitim Kampüsü’ne vardık, odalarımıza girip eşyalarımızı bıraktıktan sonra salonda buluştuk. Bütün grup bir aradaydık. Tanışma faslından sonra İsmail Mansur Özdemir gezinin amacı ve planlanması hakkında bilgi verdi. İçişleri Bakanlığı’ndan alınacak izinlerin cuma günü öğleden sonra onaylandığını, bu saatten sonra çok kısa bir sürede tüm misafirlerin bilet işlemlerinin tamamlandığını ve seyahatin gerçekleştiğini söyledi. TÜRDEB Başkanı Fatih Bayhan da gezinin düzenlenmesi, düşüncenin oluşumu ve bundan sonraki projeler konusunda bilgiler verdi. İHH’nın Suriye çalışmalarını koordine eden Selim Tosun da iki gün boyunca neler yapacağımızı, nerelere gideceğimizi, hangi ziyaretleri gerçekleştireceğimizi ayrıntıları ile anlattı.
Değerlendirme toplantısının ardından sınıra doğru yola çıktık. İçişleri Bakanlığı’ndan alınan izinler için gerekli yazışmalar önceden tamamlanınca sorunsuz bir şekilde sınırda işlemlerimiz yapıldı ve sınır ötesine doğru yol almaya başladık. Türkiye’den çıkarken sınıra kadar 3 km boyunca yolun kenarına park etmiş tırlar gördük. Suriye’nin ticari faaliyetlerini yürütebildiği tek açık olan sınır kapısı burası. Dolayısıyla giriş çıkış için çok fazla ticari tır geliyor, mesai saatlerinde işlemler yetişmediği için sırayla gelip işlemlerini yaptırıyorlardı. İki ülkenin sınır kapıları arasında tampon bölge diye nitelenen bir alanda her iki ülkenin tırları gelip araçlarındaki malları Suriye’den gelen tırlara taşıyorlar. Bu işte çalışan çok sayıda Suriyeli işçi de bu alanda görev yapıyor. Türkiye tarafından gelen bir tır, tampon bölgeye geçince getirdiği mal ve eşya Suriye tarafından gelen tıra boşaltılıyor. Türkiye’den gelen tır işini tamamlandıktan sonra tekrar geri dönüp ülkeye giriş yapıyor.
Suriye’nin Babul Hava sınır kapısından geçer geçmez ilk durağımız, buraya çok yakın bir alanda kurulu olan koordinasyon merkezi oldu. Geniş bir alana kurulu olan merkez, Suriyeli personelin kontrolünde ve sınır ötesi yardımların koordine edildiği bir yer. Çalışmalar hızlı ve seri bir şekilde tamamlanıp ihtiyaç sahibi ailelerin bulunduğu kamplara gerekli olan malzemeler sevk ediliyor.
Maar Billi Kampı
Öğleden sonra kurumun koordinasyon merkezini ziyaretimizden sonra Killi bölgesinde Maar Billi kampına geçtik. Burada barınan sivillerin tamamı Cebel-i Zaviye bölgesindeki Maar Billi köyünden 2020 yılında göç etmiş ailelerden oluşuyor ve 109 aile kalıyor. O yıllarda hatırlanacağı üzere İdlib’in güneyindeki çizgide kalan bütün köyler, yerleşim alanları, Esed rejimi ve Rusya tarafından bombalanıyor, yoğun saldırılara maruz kalıyordu. Bu saldırılardan kurtulmaya çalışan sivil halk en yakınlarındaki kamp alanlarına kaçıp sığınıyor, saldırılardan korunmaya çalışıyordu. Selim Tosun’dan aldığımız bilgiye göre İdlib ve çevresinde 1300 civarında kamp var ve buralarda yaklaşık 1 milyon 300 bin kişi barınıyor. Ziyaret ettiğimiz Billi Kampı buraya göç eden ailelerin kendi imkânları ile kurduğu yüzlerce kamptan birisi. Dağlık bir alanda kurulu. Hava yağışlı olduğu için yerler su birikintisi ile dolu. Bastığımız yerler, toprak zemin olduğu için her yer çamur. Çadırlar derme çatma bir şekilde gelişi güzel kurulmuş. Üzerleri naylonlarla kaplanmış, su geçirmesini önlemek için bulabilen birkaç kat naylon döşemiş, bazı çadırların soğuktan korunmak için yan yüzlerini battaniyelerle kaplamışlar. O kadar çok soğuk ki ısınamadıkları için korunmak amacıyla çadırların üzerine kat kat örtüler, naylonlar, battaniye ve yorganlar serilmiş. Çadırlarda genellikle odun sobası kullanılıyor. Dışarıda gördüğümüz evlerin küçük sakinleri ellerinde küçük odun parçacıkları ile dönüyorlar evlerine. Bu kampta yaşayanlar aynı köyde yaşayan bir aşiret üyeleriymiş, buraya topluca gelmişler. Göç ettikleri köyün bir bölümü bombalarla yıkılmış, enkaz haldeymiş. Savaşın ağır şartları giderek artınca köylerini terk ederek aileler sırayla gelip buraya yerleşmişler.
Söz konusu vakıf bu kamplarda yaşayan sivillerin ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli çalışıyor. Her kampın bir sorumlusu var, kendi aralarında seçtikleri. “Muhtar” diyorlar ona. Muhtar bütün kampın ne ihtiyacı oluyorsa bunları İHH lojistik merkezine bildiriyor, orada görevli arkadaşlar da gerekli araştırma ve hazırlıkları yaptıktan sonra kampın isteklerini bir araçla kamp mahalline sevk edip dağıtımını gerçekleştiriyor. Kampların ihtiyaçları karşılanıyor fakat kış ayları, şartlar nedeniyle zor geçiyor. Havalar soğuk, kamp alanları toprak zemin olduğu için her taraf çamur, çok yağış alıyor, dolayısıyla çamurla kaplı bir zeminde yürümek de o kadar güçleşiyor.
Kampın girişinden içeriye doğru araçlarımız yol alırken bir hareketlilik dikkatimiz çekti. Bizim araçlarımızın kampın içine girdiğini gören çocuklar araçların arkasından koşarken, çadırların içinden aralarından çıkan başka çocuklar da birden toplanıp bir kalabalık oluşturdular. Araçları park edip indiğimizde hemen etrafımızı sardı çocuklar. Nasıl bir heyecan, nasıl bir coşku, etrafımızda dönüyorlar. Çadırların aralarından, kenarlardan uzanan başlardan hanımların da araçların geldiğini fark edip, izlediğini gözlemlerken çok az sayıda erkek de yanımıza geldi. Kampta kalan ailelerin çoğunun erkekleri savaş sırasında şehit olmuş, diğerleri burada aileleriyle kalıyor. Kadınlar çoğunlukta, çadırlarda çocukları ile birlikte yaşam mücadelesi veriyorlar.
Çocukların arasında kayboluyoruz. Hepimiz etrafa dağılıyor ve çocuklarla sohbet etmeye çalışıyoruz. Üzerlerinde gömlek veya süveter dediğimiz türde bir giysi, ya da kazak var çoğunda. Bazılarının üzerinde kaban olduğunu görüyoruz. Etrafımızdaki çocukların ayakları dikkatimizi çekiyor önce. Büyük bir kısmı çorapsız ve terlikle dolaşıyor. Ayakkabıları yok. Bunu gideceğimiz diğer kamplarda da görecektik, çoğu çorap giymemiş ve terlikle çamurlu yollarda yürüyor, koşuyorlardı. Yanımızda getirdiğimiz şekerleme, bisküvi, çikolata gibi yiyecekleri verirken çocuklarla da konuşmaya gayret ediyorduk. Sınırlı sayıdaki erkekler de çocuklarla konuşurken yanımıza geliyor, aralarında Türkçe bilenler anlaşmamıza yardımcı olmaya çalışıyordu. Çocuklara ne düşünüyorsunuz, hayalleriniz ne, ilerde ne yapmak istiyorsunuz, diye sorduğumuzda hepsinden hemen hemen aynı cevabı alıyorduk: “ARTIK EVİMİZE DÖNMEK İSTİYORUZ”. Bunu söylerken yüzlerinde nasıl bir özlem birikmiş, nasıl yansıyordu, nasıl bir hayal kurup yaşadıkları yerlere geri dönmek istiyorlardı, görmeliydiniz. Yürekleri buruktu, söyledikleri de. İçimizi çok acıttı. Hemen yanı başımızda duran çocuklarla konuşurken bize tercümanlık yapan bir erkeğe sorduk aynı soruyu. Burada ne yapıyorsunuz, sıkıntılarınız var mı, ne umuyorsunuz, neler hayal ediyorsunuz, şeklinde sorduğumuz soruya, “ekmek yok, su yok, kaldığımız yerleri gördünüz, okullar küçük, çocuklarımız okula gidemiyor, küçücük sınıflarda çok kalabalık eğitim görüyorlar, çantaları yok, çoğunun kitapları, defterleri yok. Fakat bizim bu ihtiyaçlarımızı imkânlar ölçüsünde gören kardeşlerimiz var, İHH sağ olsun bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılıyor.” şeklinde yüreklere su serpen bir cevap verdi.
Çocuklarla konuşmalarımız, erkeklerden aldığımız cevaplar bizi sarsmıştı. Savaşın acı gerçekleri bunlardı. Evlerini terk etmek durumunda kalan ve burada oluşturdukları derme çatma çadırlarda, yolu olmayan çamur içindeki toprak zeminlerde yaşamaya mahkûm olmuşlar, çetin şartlarda yaşam mücadelesi veriyorlardı. Savaş sırasında bombalardan ve silahlardan kaçıp kurtularak bu kamplarda yaşamaya mecbur bırakılmışlardı. Bu taraflarda silah sesleri, bombalar pek duyulmuyordu eskisi gibi, ama artık savaşın zorluklarından kurtulmak ve normal hayata geçmek istiyorlar, köylerine, evlerine dönmek istiyorlardı.
İdlib Şehir Merkezi
Şehrin mimari yapısı bizim güney doğu illerimizin yapısına benziyor. Savaştan önce nüfusu 200 bin civarında imiş. Savaş sonrası güvenli bölge olarak öne çıktığı için, Halep ve Hama sınırından itibaren bölgenin nüfusunun 8 milyon olduğu tahmin ediliyor. Daha önce şehir merkezi birçok kez bombalandığı için halk Türkiye sınırına doğru yerleşmiş. Savaş sonrası birçok kamp da sınıra yakın bölgelerde kurulmuş. Şehir merkezine doğru ilerlerken bazı bölgelerin çok hasar gördüğünü, pek çok binanın yıkıldığını, hatta bazılarının yıkık binalarda yaşamaya devam ettiklerini gördük. Şehirde normal hayat devam ediyor. Otomobilden çok motosiklet var ve yol kenarlarında varillerde, bidonlarda benzin ve mazot satıldığına da şahit olduk.
Şehrin tam merkezinde büyükçe bir anıt görüyoruz. Üzerinde Özgür Suriye’nin temsil edildiği bir bayrak, kalem ve kılıç var. En üstte de “sevra” yazıyor, sevra devrim anlamına geliyor. Bu devasa anıtın ortaya koymaya çalıştığı gerçek, savaşın, mücadelenin, devrimin kalbi olarak gösteriliyor. Anıtın hemen karşısında bulunan İdlib Şehir Müzesi’ni de gezdik. Müzenin dışarıdan bir cephesi bombalar isabet ettiği için hasar görmüş ve aynen o şekliyle duruyor. Böyle hasarlı binalara şehrin değişik bölgelerinde de rastlıyoruz. Savaşın en canlı göstergesi, savaşı her an hatırlatan önemli birer gösterge bu yarı yıkılmış, hasarlı binalar. Ve savaş her yerde aynı sonuçlar bırakıyor. Yıkılmış, yakılmış şehirler, binlerce ölü, yaralı, parçalanmış aileler, yetim ve öksüz çocuklar… Suriye sınır kapısından içeriye girdikten sonra İdlib’e kadar geçtiğimiz yolun her iki yanında irili ufaklı yüzlerce kamp gördük. Yağışlı havanın da etkisi ile bastığımız her yer çamurdu. Kampların içi ve çadırların olduğu yerlerde normal yol, düzgün asfalt yol görmek mümkün değil. Gözümüzün alabildiği yerlerde gördüğümüz binlerce çadır ve bu çadırlarda yaşam mücadelesi veren Suriye halkı barınıyor. Savaş buydu işte. Asıl savaş, geride kalan çadırlarda yaşamaya mahkûm olan, aileleri parçalanmış, binlerce evsiz ailenin soğuk hava şartlarında yaşam mücadeleleriydi.
İlk günün gecesi misafirhanede başımı yastığa koyduğumda, gezdiğimiz yerlerde gördüğümüz manzaralar, yıkılmış, hasarlı binalar, kamplarda kalanlar, çamurlu toprak zeminler, sulara bata çıka koşturan ayakları çıplak çocuklar, gülümsemeleri ile mahcup tavırları ile yanımıza sokulan çocuklar yanımdaydı sürekli. Uyku tutmadı, öğleden sonra yarım günde gezdiğimiz yerlerde gördüklerimiz, başka bir yerde göremeyeceğimiz şeylerdi. Savaşın acı gerçekliğini görmüştük. Yarım günde dolaşmıştık ama sanki bize birkaç gün gezmişiz gibi geldi. Tekrar hafızamızda canlanıyor, yeniden yaşıyorduk gün içerisinde gördüklerimizi.
İkinci Gün Kerame Kampı
2011 yılında Suriye savaşı başladıktan hemen sonra savaş bölgelerinden kaçıp Türkiye sınırına yakın yerlere gelip çadır kuranların oluşturduğu bir bölge Kerame. Küçük küçük kamplar halinde başlayan barınma yerleri bugün devasa bir ilçe, hatta küçük bir şehir hüviyetine bürünmüş. Şimdilerde burada yaşayanların sayısı yaklaşık olarak 100 bin civarında. Bölge sulak arazi olduğu için toprak zeminde bulunan çadırlar hemen su alıyor. Bu sorunu çözmek için Kerame kampında briket evler çalışması başlatılmış. Suriye sınırları içinde yardım faaliyetlerinde bulunan pek çok sivil toplum kuruluşu briket evlerin inşasına başlamış, bir kısım bölgede yapılan evlerle kısmen çamurdan ve ıslak zeminden kurtarılmış. Daha sonra ekonomik gelişmeler sonucu evlerin maliyeti çok yükseldiği için şimdilerde bu çalışma yürütülemiyor.
Kerame bölgesine yerleşen savaş mağdurları, ihtiyaçları uzun bir süre sivil toplum kuruluşlarının yardımları ile karşılanmış fakat giderek yavaş yavaş kendi ihtiyaçlarını görür hale gelmeye başlamışlar. Bunda başta İHH’nın ve diğer kuruluşların üretime dönük faaliyetleri artırmalarının payının olduğunu söylemek mümkün. Bu kuruluşlardan İHH, Reyhanlı lojistik merkezinde açtığı terzihane ve fırın ile üretime dönük faaliyetleriyle savaş mağduru halkın hayata tutunmasına da öncülük etmektedir. Kadınlar terzihanede dikiş öğreniyor, öncelikle çocukların giysi ihtiyacı karşılanıyor. Aynı şekilde fırında üretilen ekmek hem yakın çevreye hem kamplara dağıtılarak halkın ekmek ihtiyacı da görülüyor. Bu üretim alanlarındaki giyecek ve ekmek üretimi ile sadece eksikleri, ihtiyaçları temin etmek olarak görmemeli. Bu üretim alanları ile Suriye halkı yeniden hayatın içinde olduklarını hissedip, bir değer katmanın mutluluğunu da yaşamaktadır.
İHH, bölgede savaş sonrası en iyi çalışma yapan kurumların başında zikredilebilir. Kamplarda yaşayanlara götürdüğü yiyecek, içecek, giysi ve barınma hizmetleri yanında asıl en büyük destek, eğitim alanında yaptıklarıdır. Pek çok yerde açtığı ve ihtiyaçlarını gördüğü okullar bulunmakta. Bunlardan önemli birisi de Kerame Kampında. Kampı gezerken buradaki okulda da incelemeler yaptık. Okulun küçük küçük sınıflarında pek çok öğrenci eğitim görüyor. Müdür odasında mazotla çalışan bir ısıtıcı soba var ve öğretmenler orada ısınıyor teneffüslerde. Öğretmenlerin çoğu gönüllü katılıyor eğitime. Maaş almasalar da kurum onların evlerine gıda yardımı yaparak ihtiyaçlarına destek olmaya gayret ediyor. Aynı zamanda buradaki ve civar illerde, kamplardaki okulların her türlü ihtiyacı da yine kurum tarafından karşılanıyor. Yapılan yardımlar, okullara verilen destekler dışarıdan bakıldığında kolay görülebilir, nihayetinde bir sivil toplum kuruluşu yardım organizasyonu yapıyor ve ilgili yerlere dağıtıyor, denebilir. Fakat asıl sahaya inildiğinde yapılan bu çalışmaların ne kadar zor ve kıymetli çalışmalar olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Önemli Ziyaretimiz: Şam Yetimhanesi
Yağışlı bir gün… Yetimhaneye ziyarete gidiyoruz. Zaten akşamdan bu yana hazırlıklıyız bu ziyaret için. Ne ile karşılaşacağımızı az çok tahmin ediyorduk ama hiç bu kadar duygusal bir ortamda olacağımızı düşünememiştik. Şam Yetimhanesi’nin dışında daha araçlardan iner inmez yanımıza koşup gelmeye başladı çocuklar.
Nasıl bir özleyiştir o! Nasıl bir sıcaklık yayılıyor etrafa! Çocuklar heyecanla birimizin elinden tutmaya koşuyor. Ellerinden tutup konuşmaya çalışıyoruz. Gözleri ile konuşuyorlar daha çok. Gözleri anlatıyor her şeyi. Gözlerimizle konuşuyoruz karşılıklı. İçimizden konuşuyoruz ama anlaşıyoruz.
Çok duygusal bir karşılaşma yaşıyoruz. Onların ayakları ıslanmış, bizimse yüreklerimiz. Önümüzdeki, yanımızdaki çocuklarla tanış oluyoruz, konuşuyoruz, yanımızda getirdiğimiz ikramlardan veriyoruz. Seviniyorlar. Hemen biraz geride duran, mahzun bakışlarıyla dikkatimizi çeken başka çocuklar görüyoruz, onların yanına gidiyoruz. Aynı duygularla içimizden konuşuyoruz. Gözlerimiz konuşuyor ama anlaşıyoruz.
Yetimhanenin girişindeki bölümde küçük küçük sınıflar var, çocukları öğretmen anneleri nezaretinde o sınıflara aldılar. Böylece o sınıflarda daha düzenli bir ziyaret gerçekleştirme imkânı doğdu. Çocukların hemen hepsini ayrı sınıflarda görme, temas etme, konuşma imkânımız oldu. Sınıflardan birisinde yaşları 6-7 olmalı bir grup kız çocuğu ile karşılaştık. Yanımızda getirdiğimiz şeker kutusunun kapağını açıp ikram ediyorum şeker alın diye. Çocuklar bir tane alıyor, elimle gösteriyorum böyle avuçla alın, hepinize yeter, daha çok var, diyorum bu sefer yine bir adet alıyor, diğer çocuğa gidiyorum o da önce bir tane alıyor, işaret ediyorum göstererek, böyle avuçla al diyorum, o da bir tane daha alıyor. Bu nasıl bir hassasiyet, nasıl bir incelik. Öğretmen anne ile göz göze geliyoruz, çocukların bu tutumundan memnun bir tavırla hafifçe gülümsüyor, bense başımı yere eğiyorum, dilim tutuluyor, konuşamıyorum, boğazım düğümleniyor…
Aman Allah’ım nasıl bir yere geldik biz, kimse çıkmak istemiyor, herkes şaşkın bir vaziyette. Yaşadıklarımızı, duyduklarımızı, gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Yüreklerimizin ıslandığını biz gördük, onlar göremedi ama en sonunda dayanamadık, gözlerimizdeki yaşları gizleyemedik. Gördüler, baktılar, gözleri ile konuştular, gülümsediler, gülümsedik…
Yetimhanenin evlerinin olduğu sokağa doğru ilerliyoruz. Büyük ablalar var evlerin kapısında duruyorlar, kimisi sadece başını örtünün kenarından uzatıp bakıyor, kimisi kapının önüne çıkmış, ellerini göğsüne bağlamış, üzerlerinde bir şey yok, üşüdükleri her hallerinden belli masum bakışlarla süzüyorlar olup biteni. Ellerinden tutup yürüdüğümüz çocuklarla hem konuşuyoruz hem halleşiyoruz, ellerimizi sımsıkı tutuyorlar, hiç bırakmak istemiyorlar. Kimisi evlerinin önünden geçerken işaret edip kaldıkları evlerini gösteriyor. Evlerde 5-6 ya da 7 kişi kalıyor, ailenin annesi sağ ise anneleri de aynı evde birlikte kalıyor. Anne yoksa teyze, babaanne veya anneanne varsa onlar başlarında kalıyor, aileden hiç kimse yoksa bir öğretmen annenin nezaretinde kalıyorlar.
Evlerinin köşesinde duvara yaslanmış, ayakları çorapsız, terliklerle duran çocuklar…
Oradan oraya koşarak bizim gruptan herkesle görüşmeye çalışan, sulara bata çıka çıplak ayakları ile koşan çocuklar…
Yalnız olduğumuzu gördükleri anda koşarak kolunu belimize atıp sarılan sevimli çocuklar…
Yetim kelimesinin nasıl ağır bir kelime olduğunu gördük. Aynı zamanda çok da güzel bir kelime olduğunu…
Veda saati gelmişti ama yine hiçbirimiz ayrılmak istemiyorduk. Etrafımızdaki arkadaşlara bakıyorum, hepsi yanlarındaki çocuklarla hemhal olmuş, kimse bir başkasını görmüyordu. İçinde bulunduğumuz hali, yaşadıklarımızı, karşılaştıklarımızı en iyi mihmandarlarımız anlamıştı. Kenardan, köşeden sessizce bizi izliyorlar her şeyi zamana bırakmışlar, hadi gidelim, diyemiyorlardı.
Ayaklarımız geri geri giderek, istemeye istemeye bindik araçlara. Kimsenin konuşacak takati yoktu. Pencere kenarında oturmuş, yetimhaneden ayrılıncaya kadar gözlerimi yetimhaneye çevirmiş, görebildiğim son karelere bakmaya çalışıyordum. Çocukların bir kısmı arabaların etrafında giderken bizlere el sallamaya çalışıyordu. Yetimhaneyi geride bırakıp yolda ilerlemeye başladığımızda pencereye vuran yağmur damlalarına duygularımızı ortak ederek, uzaklara bakarak içinde bulunduğumuz ruh halini anlamaya çalışmak… Asıl zor olanı şimdi yaşıyorduk.
Allah’ım sana şükürler olsun. Bize burada gariplerin diyarında savaş gerçekliğini canlı olarak yaşayan bu mahzun topluluk arasındaki yetimlerle buluşmayı nasip ettiğin için binlerce şükür…