Konuya doğrudan girmeden önce Sezai Karakoç’un Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde olduğuna bakalım. Bunun temelinde olağanüstü denebilecek nitelikte bir ihtiram vardır. Hâtıralar’da kendisinden bahsederken kullandığı Necip Fazıl Bey, N. Fazıl Bey, Üstad N. Fazıl, Üstad Necip Fazıl Bey gibi ifadeler bunu çok iyi gösterir. Çok ender N. Fazıl, Necip Fazıl demiştir. Bunlar sanırım yazının bağlamından ileri gelmiştir.
Mustafa ÖZEL
Prof. Dr., FSMVÜ İslami İlimler Fak.

Tarihte ve günümüzde insanın birçok tanımı yapılmıştır. Herkes kendi zaviyesinden, bulunduğu, baktığı yerden tanımlamıştır onu. İnsan tabiatı gereği çevresinden, sosyal ve doğal çevresinden etkilenen bir varlıktır. Anne karnında başlayan bu etkilenme, ölünceye kadar devam eder. Etkilenilen kişiler, olaylar, yerler değişse de kendisi asla değişmez. Erken yaşlarda gerçekleşen etkilenişler, insan üzerinde daha uzun, daha derin, daha kalıcı etkiler bırakır.
Etkilenme bir nâkısa değildir; asla öyle görülmemelidir. İnsanın her türlü gelişiminde olumlu tesiri vardır onun. Mühim olan, etkilenme gerçekleşirken insanın kendi kişiliğini, kimliğini, duruşunu, bakışını bulmasıdır. Kendisine itibar edilen herkes mutlaka birisinden, birilerinden az veya çok etkilenmiştir. Etkilenme, insan kadar eskidir. Kardeşi Habil’i öldüren Kabil’i hatırlayalım; onu nasıl gömeceğini bir kargadan öğrenmişti.
Bu yazıda son dönemin önemli bir ismini, yine başka bir önemli ismin gözünden anlatmaya çalışacağız. Bunu yaparken etkilenme de tabii olarak ortaya çıkmış olacaktır.
Sezai Karakoç, bir Anadolu çocuğudur. Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelmiştir. Sosyo-kültürel çevresi bellidir. İlkokuldan sonra ortaokulu okumak için Maraş’a gider. İşte bu gidiş, onun Üstad Necip Fazıl ile tanışmasına yol açacak, uzun bir süre onun yanında yöresinde bulunacak, çıkardığı Büyük Doğu’da kendisine yardımcı olacak, sonraki yıllarda kendisi hakkında özgün ve geniş oylumlu yazılar kaleme alacaktır.
***
Karakoç’un Necip Fazıl’ı tanıyışı, Büyük Doğu dergisi üzerinden olmuştur. Bu, bir tesadüf eseridir. Maraş’ta ortaokulda iken bir cumartesi günü çarşıda gezerken duvarlardaki ilanlarda “Yakında Büyük Doğu’nun “Bir nar-ı beyza” gibi çıkacağı” müjdesini görür. Bu ilan, onun için yeni bir başlangıç olur. Dergi çıkar. Bir bayie gelmektedir. Bazen de kalmamaktadır. Birkaç sayı sonra “Sultan Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” isimli şiirin yayınlanması gerekçe gösterilerek kapatılır. O günlerde Serdengeçti dergisiyle de tanışır. Bir iki arkadaşıyla her iki dergiyi de okurlar. Müdür, onların bunları okumasını istemez, ellerindeki dergiyi alır. Bir gün bir arkadaşı, dayısında bulunan Büyük Doğu ciltlerini getirir. Onları da gözden geçirir. O günkü his ve düşüncelerini şöyle anlatır: “O güne kadar, İslâm, içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açılamıyorduk. Yasak, mazlum ve mağdur bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte, görmüştük, İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş üslupla savunan bir kalem vardı. İslâmın yükselen yeni, canlı sesiydi bu. Bu, benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü; bir umut doğmuştu. Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim.”[1]
Okuyucu düzeyinde başlayan ilişki, zamanla ilerler. Bir gün okuyucu köşesine “Sabır” başlıklı bir şiir gönderir. Şiir, “Dergiye gelen üç yüz şiirin arasından seçilerek yayınlanmıştır.”[2] notuyla yayınlanır. Karakoç liseyi, Antep’te okur. Dergi ile alakasını sürdürür, bayie gidip alır okur. Hatta derginin paketlerinin açılmasını bekler. Maraş’ta lise olmadığından Antep’e okumaya gelen arkadaşlarına, hemşehrilerinin çıkardığı dergi olan Büyük Doğu’yu okumalarını telkin eder. Dergi hakkındaki düşüncesi şöyledir: “Büyük Doğu benim gözümde İslâm’a dayanan yeni bir ideolojinin organıydı. Ona hepimiz bağlanmalıydık.”[3] Başka bir yerde şiirlerini yayınlatacağı bir yer bulamadığını anlatırken “Onu daha çok davamızın gazetesi olarak düşünüyordum.” der. (Büyük Doğu o günlerde gazete olarak çıkmaktadır.)[4]
Yazarın nasıl bir Büyük Doğu okuru olduğunu göstermesi bakımından şu anekdotu aktarmak isterim. Bir gün felsefe hocası akşam mütalaada gelir, yanına oturur. “Sezai, sende Büyük Doğular var mı?” diye sorar. Kendisinde, o sıralar dört sayfalık küçük gazete biçiminde çıkan Büyük Doğu cildi vardır. Hocasının dergiyi merak ettiğini sanır, onu kazanmak umuduyla, “Var. Niçin istiyorsunuz?” diye sorar. Hoca cevaben “Orada bir konferans varmış. Bakanlık onu toplatmamızı istiyor” der. Karakoç, “Hocam, benden alamazsınız. Dergi, kapatılmamış, toplatılmamış, buna hakkınız yok.” karşılığını verir. Blöf olsun diye de “Ben, N. Fazıl’a yazar, sizin dergiyi toplattığınızı bildiririm.” diye ilave eder. Hocanın çıkışı sert olur: “Sen, Necip Fazıl’ın casusu musun?” O, “Hayır.” der. “Ben bir okurum. Casus, gizli işler çeviren bakanlık ve sizsiniz. Kanun dışı davranışlarınızı bildirirsem, o da durumunu bilir, haklarını savunur.” Yazarın bu sözü etkili olur, hoca aldığı cildi bir iki gün sonra geri getirir.[5]
Bu konuda başka anekdotlar da vardır Hâtıralar’da.
***
Konuya doğrudan girmeden önce Sezai Karakoç’un Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde olduğuna bakalım. Bunun temelinde olağanüstü denebilecek nitelikte bir ihtiram vardır. Hâtıralar’da kendisinden bahsederken kullandığı Necip Fazıl Bey, N. Fazıl Bey, Üstad N. Fazıl, Üstad Necip Fazıl Bey gibi ifadeler bunu çok iyi gösterir. Çok ender N. Fazıl, Necip Fazıl demiştir. Bunlar sanırım yazının bağlamından ileri gelmiştir.
Şu ifadelerini olduğu gibi almak isterim: “N. Fazıl Üstadımızın sohbetlerinde genellikle, ben konuşmaz, soru sormaz, dinlerdim. Bütün eserlerini ve Büyük Doğuları ve hakkında yazılmış hemen hemen her yazıyı okumuş bulunmakla beraber, bunları hiç söylemez ve belirtmezdim. Şiir yazdığımı, hatta bir şiirimin Büyük Doğu’da çıktığını da söylemezdim. Ancak çok zaruri hallerde, bir konuda bir ismin akla gelmemesi hallerinde gereken kelimeyi hatırlatırdım.”[6]
***
Sezai Bey’in eline, Ergani’de tesadüfen bir gazete geçer. Yukarıda bir şiirden dolayı derginin kapatılmasından söz etmiştik. Aynı zamanda Üstad da hapse atılmıştır o zaman. Gazete, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından çıkarılan genel aftan yararlanan Üstad Necip Fazıl’ın hapisten çıktığını yazmaktadır. Bu haber tanışıklığa giden yolda bir göstergedir, Üstad daima Karakoç’un ilgi alanındadır. Görüşmeye, tanışmaya az kalmıştır.
Lise bitmiştir. Ergani’ye dönerken Malatya’ya uğrar. Çünkü orada Büyük Doğu Cemiyeti’nin şubesi açılmıştır. Amaç onlarla tanışmaktır. Orada Sait Çekmegil ve Musa Çağıl ile tanışır. Düğün vardır. Davet edilirler. Yemekten sonra gece yarısına doğru cemiyet binasına geçerler. Serdengeçti’den şiirler okunur. Karakoç da Üstad’ın o sıralar yeni çıkmış olan “Davetiye” şiirini okur.[7]
Evet, lise bitmiştir. Ama üniversitede okuma imkânı yoktur. Yine de şansını denemek istemektedir. Babası İlahiyat okumasını istemektedir. Anlaşmışlardır. Ama neyle okuyacaktır? Orası olmazsa ikinci sırada Siyasal vardır. Çünkü orada kırk öğrenciye burs verilmektedir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumak istememektedir. Adı geçen iki fakülte de Ankara’dadır. O günlerdeki halini şöyle anlatır: “Bense İstanbul’a gitmek, bir er gibi idealim doğrultusunda çalışmak istiyordum. O zaman da içinde olacağım hareket Büyük Doğu Hareketi idi. Ülke için tek çıkar yol onu görüyordum. İstikbalim bile önemli değildi benim için o yaşta.”[8]
Eylül ayında İstanbul’a gelir. SBF’nin imtihanlarına gönülsüz olarak girer. İmtihanlar bittikten sonra Büyük Doğu idarehanesine gider. Yeri zar zor bulur. İçeride beş altı genç çalışmaktadır. Üstad yoktur. Ankara’ya gitmiştir. Oturur, çalışmalara yardım eder. Böylece birkaç gün geçer. Bir gün çalışırken Üstad gelir. Oldukça coşkuludur. Sezai Bey’i görür, o da kendini tanıtır. Onlarla kısa bir süre sohbet eder. Gençleri pazar günü evine davet eder. Pazar günü gelir, davet gerçekleşir.
Ekim sonunda bir gece yarısı sonuçlar radyoda açıklanır. Karakoç, on üçüncü sırada kazanmıştır SBF’yi. Arkadaşlarından aldığı borçla Ankara’nın yolunu tutar. Necip Fazıl Ankara’ya geldiğinde ziyaretine gider. Üstad Ankara’ya geleceği tarihi, o zamanlar haftalık çıkmakta olan Büyük Doğu’da yazarmış. Veya geldiğinde bir daha ne zaman geleceğini söylermiş. Buluşma ve görüşme mekânı, İstanbul Kıraathanesi (Pastahanesi) veya Havuzlu Kahve olurmuş.
Yıl 1951. Karakoç, kendisinin de üye olduğu Büyük Doğu Cemiyeti idarecilerini, önde gelenlerini anlatırken Cevat Rıfat Atilhan ve Abdurrahim Zapsu’yu Necip Fazıl’la mukayese eder ve Üstad’ın farkını şöyle ifade eder: “Üstad, İslâm’ı temel alan çağdaş bir devlet kurmak için inkılap yapmak amacındaydı ve bunun için Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurmuştu.”[9]
Aynı yıl yazarın ifadesiyle “bizim için oldukça nahoş olan, önemli olumsuz sonuçlar doğuran, büyük çalkantılara sebep olan “kumar hadisesi” patlak” verir. Beyoğlu’nda bir kumarhane basılmış, birçok tüccar arasında Necip Fazıl da yakalanmıştır. Karakoç’un ilk andaki tepkisi şöyledir: “Ben, ilk anda, inanmadım. Bu bir komploydu. Gelişen Büyük Doğu Cemiyeti’ni dağıtmak ve oluşan itibarı yok etmek için basın, karanlık güçler ve hatta hükûmet el ele vermiş, Üstadı kumarhanede yakaladıklarını ilan etmişlerdi diye düşünüyordum.”[10] Sezai Bey, Üstad’ın daha önce dergilerde, geçmişte kumarla ilişkisi olduğunu yazdığını bilmektedir. Yine de buna ihtimal vermez. Hadiseden dergi çevresindeki gençlerden etkilenenler olur. Şu cümle yazarındır: “O yıl değilse de birkaç yıl içinde, daha önce Büyük Doğucu dediğim birkaç arkadaşım da nurcu oldu.” Neticede Büyük Doğu Cemiyeti kapanır.
Bu hadise, Sezai Karakoç’a göre, Müslümanların büyük bir zaafını ortaya koymuştur. Şunları söyler: “Demek ki, liderleri için, karşı tarafça yazılacak her şeye inanmak gibi bir zaafla maluldü insanlarımız. Olay gerçekti ya da değildi, önemli olan gazetelerin yazdığına inanmamak ve kendi liderlerinin etrafında sımsıkı kenetlenmek ve karşı tarafa, bu tür komplolarla çözülemeyeceğini isbat etmekti. Olay doğruysa, Üstad, bir anlık bu zaafına karşın milletin gösterdiği sâfiyet ve masumiyetten mahcup olur, bir daha bu tür zaaflardan kaçınırdı. Zaten kim günahlardan tam arınmış ve mahfuz olduğunu iddia edebilir? Her zaman bu tür komplolar yapılabilir ve sağlanmış ilerlemeler bir anda yok edilebilir.”[11]
Kendisine niçin böyle nahoş şeyleri yazdığını soracaklara da şu cevabı verir: “Hâtıralarımız hep tatlı, hoş olaylardan oluşsa ne güzel olurdu! Ancak, ne yazık ki, acı hâtıralarımız, tatlı hâtıralarımızdan daha az değil. Eğer hâtıralarımızı yazacaksak, mümkün olduğu ölçüde gerçeği yansıtmalıyız. Gerçekten korkmamalı ve ondan kaçmamalıyız. Onun üstüne yürümeliyiz. Kaçarsak, o bizi kovalar ve yakalar. Geçmişte kurulmuş ilk İslâm amaçlı partinin ne gibi sebeplerle kapandığını belirtmek, bilhassa gençliğe karşı ödevimizdir. Duygusal olmak, bir çözüm getirmez. Gereğinde bağrımıza taş basarak, gerçeği, yalnız gerçeği göz önünde tutmalıyız. Hiç kimsenin bilmediği bir olay ya da zaafı yazmamak olabilir. Ama gazetelerin yazmış olduğu, orta ve daha yukarı yaşta olanların bildiği, partinin kapanması ve akımın yaygınlaşmamasında son derece etkili bir olayı gizlemek, devekuşu politikası olurdu.”
Sezai Karakoç birinci sınıfı bitirmiş, memleketi Ergani’ye gitmiştir. Büyük Doğu, Ergani’ye gelmekte, o da okumaktadır. Üstadın, az önce bahsettiğimiz olayın şokundan kurtulduğu görülmektedir. Sonbahara doğru dergide günlük gazeteye geçeceği haberi verilir.
Bir süre sonra, N. Fazıl’ın 101 Hadis isimli eserinin, imzalı olarak o gün için biraz yüksek bir fiyatla alınması ve böylece günlük gazeteye geçileceği yazılır. 101 Hadis’te hem hadislerin aslı hem de Necip Fazıl’ın manzum tercümeleri yer almaktadır. Sonbaharda Büyük Doğu ilk kez günlük olarak çıkar. İlk günkü manşet şöyledir: “Müslümanlar! İşte şimdi sizin de bir gazeteniz var!”[12]
Mevsim kıştır. Üstad, ara ara Ankara’ya gelmektedir. Gelince de gençler toplanır, kendisini ya kahvede ya da Osman Yüksel’in yazıhanesinde dinlerler. Bir keresinde üç gece üst üste milliyetçilik konusunu konuşur. Konuşmalarının özü şu cümledir: “Milliyetçilik bir psikolojidir, bir ideoloji olamaz.”
Bir tüccar Büyük Doğu’ya sermaye koyar. Bir zaman sonra Necip Fazıl’la anlaşamayınca gazete tümüyle o tüccara devredilir. Üstad çekilince gazetenin tirajı büsbütün düşer. Mayıs ayında Necip Fazıl, bu kez Yeni Büyük Doğu isminde çıkarır gazeteyi. Ancak bu defa Menderes’in desteği vardır ardında.[13]
1952. Malatya Hadisesi. Vatan gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman, Başbakan Menderes’i izlemek için gittiği Malatya’da vurulur. Yalman’a altı el silah sıkılır, bunlardan ikisi isabet eder. Olay ülkede bomba etkisi yaratır. Gazeteler olayın failinin Büyük Doğucular olduğunu yazarlar. İlk başta Üstad’ın adı telaffuz edilmez. Sonraları onu itham etmeye başlarlar. Sebep, Necip Fazıl’ın Yalman’a o günlerde sert hücumlarda bulunmasıdır. Bu hücumların nedeni ise Yalman’ın o yıl Türkiye’de ilk kez güzellik kraliçeliği yarışması düzenlemesidir. Büyük tepki gören yarışmaya Büyük Doğu da katılmış, “Lanet” başlığı altında bir sütun açmış, buradan her gün Vatan’ı ateş yağmuruna tutmuştur. Bunun sonucunda gazetenin satışı 40.000’den 4.000’e düşmüştür. Hadisenin Büyük Doğu ile ilişkilendirilmesi bundandır. İstiklal gazetesi, Necip Fazıl’a bunlara cevap verme imkânı tanır. Bu durum gazetenin satışını olumlu etkiler. Olayın dördüncü günü Osman Yüksel de, Necip Fazıl da tutuklanırlar. Bütün Türkiye’de devlet terörü estirilir. İslami dergiler kapatılır. Menderes, Müslümanlar aleyhine tavır alır. Tevkif edilenlerin tümü, Malatya’ya götürülür. Bu hadiseyle ilgili şu değerlendirmede bulunur Sezai Bey: “Malatya Hadisesi, Türkiye için, demokrasimiz için, Menderes için ve İslâmî hareket için, bir dönüm noktasıymışçasına önemli etkisi olan bir olay sonucunu doğurdu.”[14]
Malatya davası 1953 Şubat’ında görülmeye başlanır, bir yıl kadar sürer. Savcı olayı rejim meselesine dönüştürmüştür. Üstad Necip Fazıl, altı celse boyunca, tahliyesini ister. Her celse uzun konuşmalar yapar, durumun acıklı manzarasını en etkili bir dil ve üslupla çizer. Bir seferinde, öyle konuşur ki çıt çıkmayan salonda teessür havası âdeta elle tutulur bir hâl alır. Birden bir zabıt kâtibesi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. O zaman mahkeme reisi, “Necip Fazıl Bey,” der, “o kudretli kaleminizle bizi müteessir ediyorsunuz. Sabırlı olunuz, hak yerini bulur.”[15]
İlk hapishane ziyareti. Malatyalı sanıkların akraba ve hemşehrileri kalabalık bir şekilde yakınlarını ziyarete gelirler. Gelenler genellikle gençlerdir. Üstad bunların kendisini ziyarete geldiklerini sanır. Bunu da Cinnet Müstatili’nde anlatır. Oysa kendisini ziyarete sadece Karakoç gelmiştir. Ziyaretçilerle hapishanedekiler arasında tel örgülü bir duvar vardır. Bu yüzden herkes bağıra bağıra konuşur. Üstad ile Karakoç birbirlerinin konuşmalarını zor anlarlar. Bir yıl kadar Ankara hapishanesinde kalan Üstad’ı çok az kişi ziyarete gider. Bu büyük dava adamını toplum sahipsiz bırakmıştır. Sezai Bey o korku ortamı hakkında şöyle der: “O zamanlar, hapishane ziyareti bile bir cesaret işiydi.” Kendisi her çarşamba ve pazar ziyarete gider. Bazen görüşme yapamadan döner. Çünkü “Ziyaret yok.” denir. Necip Fazıl’ı, Karakoç’un dışında bir de Ankara’da bulunan dayısının oğlu sürekli ziyaret eder. Savcı, duruşmada 60 sayfalık bir iddianameyle, başta Üstad olmak üzere, birkaç sanığın idamını, diğerlerinin de çok ağır cezalara çarptırılmasını ister. İdam dışında sanıklara istenen ceza tutarı, yazarın aklında yanlış kalmamışsa üç yüz yılı bulmaktadır.
İdamının istenmesinden sonra hapishanede ziyaretine gittiğinde Üstad, nasılsa müdürden izin almış, tel örgü arkasından değil de müdür odasının bir penceresinden görüşme mümkün olmuştur. Üstad belli etmemeye çalışır ama çok müteessirdir. İdamı istendiği bu davada, ülkede, kimseden bir ses çıkmaması, ister istemez kendisinde bir hayal kırıklığı ve ümitsizlik doğurmuştur. Karakoç’a der ki: “Bak, Sezai, belki mahkeme, idam kararı vermez ama 20-25 yıla mahkûm edebilir beni. Bu da hayatımın hapishanede geçmesi, hayatımın sönmesi demektir. Bu durumda da zannetme ki, imanıma bir halel gelmiştir. Sen şahit ol ki, bizim için hiç bir ümidin kalmadığı bu anda, ben yine ayni sağlam imanın sahibiyim ve tereddüdün zerresi bile imanıma yaklaşmamıştır.”[16] Kelimesi kelimesine olmasa da aşağı yukarı söylediği budur. Sezai Bey, üzüntüsünden teselli edici bir söz bile söyleyemez. Bunu aktarmasının nedeni şudur: “36 yıldır aramızda bir sır gibi kalmış olup kimseye söylememiş olduğum bu beyanı, bugün hâtıralarımda açıklamayı bir vicdan borcu biliyorum.”
Sezai Bey, bir gün Ankara’da bulunan kardeşiyle birlikte hapishaneye Üstad’ı ziyarete gider. Ellerindeki torbada meyve vardır. İçeri alınmayı beklerlerken hapishanenin ana kapısı açılır, Üstad ve birkaç kişi dışarı çıkar. Karakoç, Necip Fazıl’ın kendilerini karşılamaya geldiğini düşünür. O da onların kendilerini karşılamaya geldiğini düşünür. Oysa tahliye edilmiştir. Gelen taksiye hep birlikte binerler, Ulus’a giderler. Üstad kendine yeni bir elbise alıp giyer. Ardından Cumhuriyet Yıldız Lokantası’nda yemek yerler. İşin aslı şudur: Üstad, hapishaneden Menderes’e mektuplar yazmış, uzun süre hiçbir alaka gösterilmemiş bu mektuplara. O son tahliye isteğinden önce, bir gün, birden Emniyet Genel Müdürü hapishaneye gelmiş. Müdür odasında N. Fazıl Bey’le görüşmüş. Menderes’in selamını getirmiş. Üstad’ın tabiriyle, o sırada, idamını isteyen savcı, genel müdüre ve kendisine kahveyi eliyle taşımış. Hapishanede birden hava değişmiş. Üstad, o son tahliyesini isterken tahliye edileceğini biliyormuş. Nitekim sonra mahkeme heyeti gıyapta, tahliyesine karar vermiş.[17]
(Devam edecek)
[1] Diriliş, “Hâtıralar XXX – Maraş-” Cilt: 7, Sayı: 30, 13 Şubat 1989, syf. 9.
[2] Diriliş, “Hâtıralar XXXIX – Gaziantep” Cilt: 7, Sayı: 39, 14 Nisan 1989, syf. 10.
[3] Diriliş, “Hâtıralar XXXIV – Gaziantep” Cilt: 7, Sayı: 34, 13 Mart 1989, syf. 7.
[4] Diriliş, “Hâtıralar XLIX – Ankara – S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 49, 23 Haziran 1989, syf. 7.
[5] Diriliş, “Hâtıralar XXXVIII – Gaziantep- (Ergani)” Cilt: 7, Sayı: 38, 7 Nisan 1989, syf. 11.
[6] Diriliş, “Hâtıralar LII – Ankara – S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 52, 14 Temmuz 1989, syf. 8.
[7] Diriliş, “Hâtıralar XLI – Malatya- Ergani – İstanbul” Cilt: 7, Sayı: 41, 28 Nisan 1989, syf. 7.
[8] Diriliş, “Hâtıralar XLI – Malatya- Ergani – İstanbul” Cilt: 7, Sayı: 41, 28 Nisan 1989, syf. 8.
[9] Diriliş, “Hâtıralar XLIV – Ankara” Cilt: 7, Sayı: 44, 19 Mayıs 1989, syf. 7.
[10] Diriliş, “Hâtıralar XLVI – Ankara” Cilt: 7, Sayı: 46, 2 Haziran 1989, syf. 7.
[11] Diriliş, “Hâtıralar XLVI – Ankara” Cilt: 7, Sayı: 46, 2 Haziran 1989, syf. 8, 16.
[12] Diriliş, “Hâtıralar XLVII – Ankara- S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 47, 9 Haziran 1989, syf. 8.
[13] Diriliş, “Hâtıralar XLIX – Ankara – S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 49, 23 Haziran 1989, syf. 7.
[14] Diriliş, “Hâtıralar LII – Ankara – S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 52, 14 Temmuz 1989, syf. 11.
[15] Diriliş, “Hâtıralar LIII – Ankara-S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 53, 21 Temmuz 1989, syf. 6.
[16] Diriliş, “Hâtıralar LIII – Ankara-S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 53, 21 Temmuz 1989, syf. 8.
[17] Diriliş, “Hâtıralar LVI – Ankara – S.B.F. Yılları” Cilt: 7, Sayı: 56, 11 Ağustos 1989, syf. 12.