Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye nisbet edilen ve: “Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel” diye başlayan meşhur rubâî de aslında Mevlânâ’dan iki asır önce yaşayan Ebû Sa‘îd-i Ebü’l-Hayr’ın şiirleri arasında yer almaktadır.
Necdet TOSUN
Prof. Dr., Marmara Üni. İlahiyat Fak.

Orta Asya’da İslâmiyet’in yayılmaya başlamasıyla birlikte, hicrî II. (mîlâdî VIII.) asırdan itibaren bölgede zâhid ve sûfîler de görülmeye başlamıştır. Orta Asya’nın ilk dönem sûfîlerinden bazıları şunlardır: Abdullah b. Mubârek, Ebû Turâb Nahşebî, Hakîm Tirmizî, Ebû Bekir Kelâbâzî ve Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr. Önceleri küçük tasavvufî grupların bulunduğu Orta Asya’da hicrî VI. (XII.) asırdan sonra köklü tarikatlar oluşmuştur. Bunların en etkili ve uzun ömürlü olanları Yesevîlik, Hâcegân (sonraki adıyla Nakşbendîlik) ve Kübrevîlik’tir.
Hicrî VII. (XIII.) asrın başındaki Moğol İstilası sebebiyle sosyal ve psikolojik bir sıkıntı içine düşen Orta Asya halkı için tasavvuf kurumları bir sığınak ve rehabilitasyon merkezi gibi hizmet etmiş olmalıdırlar. Ayrıca bölgenin uzun bir süreye yayılan İslamlaşma sürecinde sûfîlerin önemli katkıları olduğu bilinmektedir. Şeyh Seyfeddin Bâharzî’nin Berke Han’ı, Şeyh Sadreddin İbrahim’in Gazan Han’ı, Arşüddin Velî’nin Tuğluk Timur Han’ı, Sadr Ata’nın Özbek Han’ı, Hoca İshâk Dehbîdî’nin de çok sayıda Kırgız’ı Müslüman ettiği nakledilir.
Orta Asya’daki tasavvuf ekollerine mensup dervişler tarafından Türkçe, Arapça ve Farsça çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bu eserler hem İslâmiyet’in ahlak ve tasavvuf boyutunu geniş kitlelere taşımış hem de Türkçe olarak yazılanları Çağatay Türkçesi denen Doğu Türk yazı dilinin gelişmesine katkı sağlamışlardır. Dîvân-ı Hikmet, Bakırgan Kitabı, Hakîm Ata Risâlesi, Hadîkatü’l-ârifîn, Nesâyimü’l-mahabbe, Mebde-i Nûr, Sebâtü’l-âcizîn, Dîvân-ı Hüveydâ, Kıssa-i Şâh Meşreb, Dîvân-ı Meczûb-i Nemengânî bu Türkçe eserlerden sadece bazılarıdır.
Tekke âdâbını tespit eden ve düzenlediği semâ meclislerinde okuduğu âşıkâne şiirlerle tanınan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr (ö. 440/1049) bugün Türkmenistan’da bulunan Meyhene’de yaşamış ve orada vefat etmiştir. Türkmen halkı arasında “Mene Baba” lakabıyla anılır. Hayatı, menkıbeleri ve sözleri Muhammed b. Münevver’in Esrârü’t-tevhîd fî makâmâti’ş-Şeyh Ebî Sa’îd isimli Farsça eserleriyle günümüze ulaşmıştır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye nisbet edilen ve: “Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel” diye başlayan meşhur rubâî de aslında Mevlânâ’dan iki asır önce yaşayan Ebû Sa‘îd-i Ebü’l-Hayr’ın şiirleri arasında yer almaktadır.
Aslen Hemedanlı olup Türkmenistan’ın Merv şehrinde tekke kuran Yûsuf Hemedâni’nin (ö. 535/1140) ise Orta Asya tasavvuf tarihinde ayrı bir önemi vardır. Onun iki önemli müridi Hoca Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik Gucdüvânî sonraları Orta Asya’nın en yaygın tarikatları olan Yeseviyye ve Hâcegân (Nakşbendiyye) isimli tasavvuf ekollerinin kurucusu olmuşlardır. Yûsuf Hemedânî’nin kaleme aldığı bazı tasavvufî eserler günümüze ulaşmıştır. Bunlardan en meşhuru Rutbetü’l-hayat isimli Farsça eserdir.
Yeseviyye:
Yeseviyye, Hoca Ahmed Yesevî’ye (ö. 562/1166) nisbet edilen ve Orta Asya’da etkin olan bir tarikattır. Ahmed Yesevî bugün Kazakistan sınırları içinde bulunan Sayram’da doğmuş, eski adı Yesi, yeni adı Türkistan olan şehirde vefat etmiştir. Dînî ve tasavvufî konuları, Türkçe sâde şiirler şeklinde anlatan Yesevî’nin Hikmet adı verilen bu şiirleri zamanla derlenmiş ve Dîvân-ı Hikmet mecmuaları meydana gelmiştir.
Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend, Otrâr şehri civarında halkı irşâd ile meşgul olmuş, şeyhi Ahmed Yesevî’nin ve diğer bazı sûfîlerin tasavvufî görüşlerini Mir’âtü’l-Kulûb isimli Türkçe eserinde toplamıştır.
Ahmed Yesevî’nin en meşhur müridi ve halifesi, Hakîm Ata’dır (ö. 582/1186). Asıl adı Süleyman Bakırgânî olan bu zât, tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra Yesi’den ayrılıp Harezm bölgesine gitmiş ve orada halkı irşâd ile meşgul olmuştur. Hocası Ahmed Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen Hakîm Ata’nın bazı şiirleri Bakırgan Kitabı isimli mecmua içinde günümüze ulaşmıştır. “Barça yahşı biz yaman, barça buğday biz saman” yani “herkes iyi biz kötüyüz, herkes buğday (gibi değerli), biz samanız” ve “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi Kadir bil” gibi sözleri meşhurdur.
Hoca İshâk b. İsmail Ata’nın XIV. yüzyılda Çağatay Türkçesiyle yazdığı Hadîkatü’l-ârifîn isimli eserinde anlatıldığına göre, Yesevîlik yoluna bağlanma yani intisap merâsimi şöyle yapılırdı: Şeyh, mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tevbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek şu tevbe virdini üç kez okurdu: “Estağfirullâhe’llezî lâ ilâhe illâ Hû el-Hayye’l-Kayyûm ve es’elühü’t-tevbe”. Sonra eline bir makas alır ve: “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhâ” (et-Tahrîm, 66/8) âyetini okuyup müridin saçından, önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan iki üçer adet kıl keserdi. Bu saç kesme olayı, sembolik olarak müridin dünya ve dünyevî şeylerin sevgisini kalbinden kesip atması ve mâneviyata yönelmesi gerektiğini ifade ederdi. Bunun peşinden şeyh, müride nâfile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye ederdi.
Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icrâ edilen zikre, zikr-i erre adı verilirdi. Zikr-i erre, Farsça’da testere zikri demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sâdece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için bu şekilde isimlendirilmiştir. XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlarında yaşadığı anlaşılan Yesevî şeyhi İsmâil Ata’nın zikir konusunda şöyle dediği nakledilir: “Demirci demiri ateşte ısıtıp çekiçle dövdüğü gibi, mürid de kalbini Hû zikrinin çekici ile dövüp temizlemelidir”. İsmâil Ata bir müridine zikir telkîn ettikten sonra şöyle derdi: “Ey derviş! Tarîkat kardeşi olduk. Benden bir nasîhat kabul et: Bu dünyâyı yeşil bir kubbe olarak düşün, farz et ki âlemde sâdece sen varsın, bir de Hak Teâlâ var. O kadar zikret ki, tevhîdin galebesi ile sâdece Hak Teâlâ kalsın, sen aradan çık!”. Hoca İshak b. İsmail Ata, her şeyhin ve mürşidin zikir için Allah’ın isimlerinden birini tercih ettiğini, Hoca Ahmed Yesevî’nin “Allah” ve “Hû” şeklinde iki ismi müridlere telkîn ettiğini, İsmâil Ata’nın ise “Hû” zikrini tercih ettiğini söyler.
Dervişlerin ibâdet ve tefekkür için bir süre yalnız kalmalarına halvet denir. Yesevîlik’te tasavvufî eğitimin önemli unsurlarından biri de halvettir. Yeseviyye tarîkatında halvetin geleneksel bir âdâb ve merâsimi vardır. Hazînî’nin Cevâhiru’l-ebrâr’da verdiği bilgiye göre, genel teâmülden farklı olarak Yeseviyye’de halvet grup hâlinde yapılır. Halvete girecek olan müridler, mürşidin muvâfakatıyla birgün önceden oruç tutmaya başlarlar. Halvetten bir gün önce sabah namazından sonra müridler zikir ve tekbîrlerini çoğaltırlar. Aynı gün ikindi namazından sonra halvethânenin kapı, baca, tüm delikleri kapatılır ve müridler güneş batıncaya dek tevbe ve zikirle meşgul olurlar. Akşam namazından sonra iftar için sıcak su getirilir, müridler bununla orucunu açar ve bundan sonra su verilmez. Ardından kara darıdan halvet çorbası verilir. Tüm halvet ehli bu çorbayı içtikten sonra harâreti teskîn için küçük bir karpuz ya da ayran verilebilir. Yemekten sonra Kur’ân-ı Kerîm’den bir sûre ya da birkaç âyet okunur. Ayakta saf tutup üç kere tekbîr getirilir, sonra oturulup gece yarısına kadar zikrullâh ile meşgul olunur. Bu esnâda “hikmet” adı verilen ilâhîler okunur. Ardından başlar tıraş edilir ve halvethânenin dört yönüne doğru tekbîr getirilir. Bundan sonra zikirle meşgul olunur. Kandil sönünce birkaç saat istirâhat edilir ve görülen rüyâlar şeyhe tâbîr ettirilir.
Halvet, gece gündüz bu şekilde kırk gün devam eder. Kırk günün sonunda mutfak görevlileri diğerlerinden daha önce halvethâneden çıkar ve kurban keserler. Bu kurbanların kanlarını ve kemiklerini gömerek saklamak âdettir. Kesilen kurbanların boğazları kebap yapılarak soğuk su veya ayranla halvet ehline verilir. O gece sûfîler evlerinde istirâhat eder ve ertesi gün sabah namazında duâ ve zikirlerle halvetin tam olarak bittiği îlân edilmiş olur.
Tasavvufî eğitimini tamamlayan derviş, halkı irşâd etme yetkisi yani hilâfet (icâzet) alır ve halife olurdu. Yesevîlik’te icâzet ve hilâfetin sembolü olarak bu kişiye şeyh tarafından bir asâ hediye edilirdi. Çobanın koyunları asâ ile güttüğü ve kurtlardan koruduğu gibi, halife olan kişinin de mânevî terbiyesiyle meşgul olduğu kişileri eğitmesi ve nefsin tuzaklarından koruması beklenirdi. Tasavvufî eğitim mertebelerini tamamlamayan müride hilâfet verilmesi uygun görülmezdi. Bu makamları aştıktan sonra da içinde kibir duygusunun kalıp kalmadığını anlamak için bazen boynuna bir sepet asılır ve bir süre dilencilik yapması istenirdi. Hilâfet asâsı alan kişinin yüksek ahlâka sâhip olması ve Yesevîliğin pîri Hoca Ahmed Yesevî’yi duâdan unutmaması gerekirdi.
Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfî Muhammed Dânişmend’in Mir’âtü’l-Kulûb isimli eserinde Yesevî’den naklettiği “âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği” şeklindeki rivâyetler, Yesevîler’in şer’î ve sünnî çizgide olduklarını göstermektedir.
Hâcegân ve Nakşbendiyye:
Yûsuf Hemedânî’nin mürid ve halifelerinden biri olan Ahmed Yesevî ile Yeseviyye tarikatı devam ederken, Hemedânî’nin diğer müridi Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî ile de Hâcegân tarikatı devam etmiştir. Abdülhâlik Gucdüvânî Buhara yakınlarındaki Gucdüvan (bugünkü telaffuzu Gicduvan) kasabasında yaşayıp o bölgede tarikatını yaymıştır. Gucdüvânî ve takipçilerinin “Hâce” lakabına nisbetle “Hâcegân” (hocalar, efendiler) adıyla anılan bu tarikat, medreseleri ve âlimleriyle meşhur olan Buhara bölgesinde, yüksek sesle icrâ edilen (cehrî) zikri bid’at sayan ulemâya muhâlif bir konumda durmamak için olsa gerek, sessiz (hafî) zikre yönelmiş ve bunu tarikatın esası yapmıştır. Diğer tarikatların aksine Hâcegân tarikatında silsilenin Hz. Ali’den değil, Hz. Ebû Bekir’den geldiğinin kabul edilmesi de, Ebû Bekir’i sahâbenin en üstünü olarak kabul eden Ehl-i Sünnet anlayışının o dönemde Orta Asya ve özellikle Buhara civarında güçlü bir şekilde temsil edilmesiyle izah edilebilir. Hâcegân tarikatının karakterini belirleyen bu özellikler, takriben iki asır sonra bu silsileden gelen Bahâeddin Nakşbend’e (ö. 791/1389) miras bırakılmış ve Nakşbendiyye tarikatının temel özelliklerinden olmuştur.
Hicrî 575 (1179) veya 615 (1218) senesinde vefat ettiği kabul edilen Abdülhâlik Gucdüvânî’nin tavsiyelerini ihtivâ eden Vasâyâ isimli Farsça eserindeki şu cümleler, tarîkatın karakterini anlama konusunda önemli ipuçları vermektedir: “Oğlum, sana vasiyetim şudur ki, bütün hâllerinde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın. Selef-i sâlihînin eserlerini oku, izlerinden yürü. Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat çizgisinden ayrılma. Fıkıh ve hadis öğren, câhil sûfîlerden uzak dur… Şöhretten uzak dur, çünkü şöhret âfettir. Dergâh kurma ve dergâhlarda oturma. Semâ ve mûsikîye kapılma, çünkü onun fazlası kalbi öldürür… Dışını süslemeye çok önem verme, çünkü dışa fazla özen göstermek, için haraplığındandır. Dünya ve dünyacılara meyletme. Dâimâ elbisen sâde, yoldaşın derviş, sermayen fakr (dervişlik), evin mescid, dostun Allah Teâlâ olsun!”
Gençliğinde babasının mesleği olan nakışçılıkla meşgul olduğu için “Nakşbend” lakabını aldığı anlaşılan Hâce Bahâeddin Nakşbend müridlerine dînî kâidelere uymayı, takvâyı, ruhsatla değil azîmetle amel etmeyi ısrarla tavsiye eder ve velîlik derecelerine bu şekilde ulaşılabileceğini söylerdi. Tarîkatını, Hz. Peygamber’in sünnetine ve ashâbının sözlerine tâbi olmak diye özetlemekteydi. İlme ve âlimlere karşı son derece saygılı idi. Bu yüzden birçok âlim kendisine intisap etmişti. İyi bir hadis eğitimi gördüğü için sohbetlerinde bazen hadisleri izah eder, tasavvufî şerhler yapardı. Arapça, Türkçe ve Farsça bilirdi.
El emeği ile çalışıp kazanmaya çok önem verir, arpa, burçak ve kayısı yetiştirerek ziraatla geçimini temin ederdi. Onun prensibi dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken Hak Teâlâ’dan da gâfil olmamaktı. Hâce Bahâeddîn melâmet neş’esine sahip olduğu için muayyen bir kıyafete önem vermezdi. Belli bir kisvesi olmadığı gibi müridlerine de belli bir tarzda giyinmeyi emretmezdi. Sâdece keçeden bir takkesinin olduğu ve bunu da bir fakire verdiği bilinmektedir. Kerâmet konusunda şöyle dediği nakledilmektedir: “Bir kimse bir bahçeye girse ve her ağaç ile yaprağın ey Allah’ın velîsi diye seslendiğini duysa, zâhir ve bâtını o sese hiç iltifat etmemeli, aksine kulluktaki çabası artmalıdır”.
Hâce Bahâeddîn’in şu sözleri, müridlerinin tasavvufî eğitiminde izlediği yolu göstermesi açısından dikkat çekicidir: “Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülûk yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir. Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır. Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazifemiz tohum oluşturmaktır”.
3 Rabîulevvel 791 (1 Mart 1389) tarihinde vefat eden Bahâeddin Nakşbend, (bugün Özbekistan’da bir şehir olan) Buhara’nın Kasr-ı Ârifân köyüne defnedilmiştir. Kendisinden sonra Alâeddin Attâr ve Yakub Çerhî ile devam eden tasavvuf yolunda önemli simalardan biri de Çerhî’nin müridi olan Ubeydullah Ahrâr’dır.
XV. yüzyılda Taşkend’de doğup Semerkand’da vefat eden Ubeydullah Ahrâr Timurlular hanedanından bazı idarecilerle iyi ilişkiler kurmuş, Risâle-i Vâlidiyye, Fıkarât ve Şerh-i Havrâiyye gibi bazı Farsça eserler kaleme almış, ayrıca birçok mürid yetiştirmiştir. Gençliğinde Semerkand’da bazı hastalara bakıcılık yapmış, onlardaki bulaşıcı hastalık kendisine geçmesine rağmen hizmetten geri durmamıştır. Herat’a geldiği zaman halka hizmet etme düşüncesiyle bazı günler hamamda ücretsiz olarak insanları keseleyen Ahrâr, insanların sevgisini kazanıp gönüllerini hoş etmenin, nâfile ibâdetlerden, zikir ve murâkabeden daha üstün olduğunu düşünmekteydi. Hiç parasının olmadığı günlerde kendisinden yiyecek isteyen bir dilenciyi boş çevirmemek için sarığını lokantacıya uzatıp: “Al bunu, bulaşık bezi yaparsın, şu fakire yiyecek ver”, diyebilmişti. Hayatının sonraki safhalarında ekonomik yönden rahatlayan Ahrâr, halk yararına birçok vakıf eseri yapmış, ayrıca halkın vergi yükünü hafifletmek için kendisi gerekenden fazla vergi vererek cömert ve yardımsever bir insan olduğunu göstermişti.
XIX. yüzyılda Orta Asya’da yaşayan ve Dükçi Îşân lakabıyla anılan Nakşbendî şeyhi Muhammed Ali, 1898 yılında Andican’da Ruslara karşı başlatılan ayaklanmanın (millî mücâdelenin) önderliğini yapmıştır. Dükçi Îşân yanındakilerle birlikte Rus askerlerinin karargâhına baskınlar düzenledi, çatışmalar oldu, ancak teknolojik üstünlüğü olan Rus ordusunu yenemedi. Kâşgar’a giderken yolda yakalandı, muhâkeme edildi ve 12 Haziran 1898’de altı yakın taraftarıyla birlikte idam edildi.
Dükçi Îşân Çağatayca (Fergana lehçesiyle) İbretü’l-gâfilîn isminde bir eser kaleme almıştır. Bu eserde dînî kuralların ihmâl edilmeye başlandığı, bid‘atların çoğaldığı anlatılmış, ibâdet konularında özet bilgiler verilmiştir. İsmi bilinmeyen bir şahıs, Dükçi Îşân’ın hayatı, menkıbeleri ve tasavvufî sözlerini Menâkıb-ı Dükçi Îşân isimli Orta Asya Türkçesi ile yazılmış bir eserde toplamıştır. Yazma hâlinde olan eser, Arap harfli Türkçe metni ve Rusça tercümesiyle birlikte 2004’te yayınlanmıştır.
Kübreviyye:
Kübreviyye tarîkatı, Orta Asya’nın Harezm bölgesinde yaşayan ve kabri bugünkü Türkmenistan’ın Köhne Ürgenç şehrinde bulunan Necmeddin Kübrâ’nın (ö. 618/1221) kurduğu bir tasavvuf ekolüdür. Kübrâ, Orta Asya’daki Moğol istilası döneminde 618 (1221) yılında Moğollar’ın Harezm bölgesini işgali döneminde şehid edilmiştir.
Kübreviyye tarikatı mensuplarının tasavvufî eğitiminde uyguladıkları zikir, önceleri kelime-i tevhîdi iki aşamada icrâ etmekti. Bu zikirde sâlik (derviş), önce “Lâilâhe” deyip sağ tarafından nefes alır, sonra kalbin bulunduğu sol tarafa yönelerek “illallah” diye nefesini verirdi. Ahmed Cûrfânî iki aşamalı bu zikri dört aşamaya (zikr-i çehâr darb) çıkarmıştır. Sâlik bağdaş kurarak göbeğinden yukarı doğru nefesini çekerken “Lâ” der, “ilâhe” derken sağ tarafına doğru verir, “illa” derken nefes alır ve sol taraftaki kalbinin üzerine “Allah” diyerek vurur. Kübrevîlik’te cehrî (yüksek sesli) zikre olumlu bakılır ve özellikle tasavvufî eğitim başlarında uygulanırdı. Semâ ve halvet de Kübrevîlik’te olumlu bir metod olarak görülüp uygulanmıştır.
Tasavvuf geleneğinde dervişlerin giydiği cübbeye “hırka” adı verilir. Orta Asya tasavvuf kültüründe Kübreviyye tarikatı mensuplarının hırka giyme konusuna çok önem verdikleri anlaşılmaktadır. Kübrevîlik’te derviş, içinde bulunduğu tasavvufî hâle ve mânevî derecesine uygun bir renk ve modelde hırka giyerdi. Necmeddin Kübrâ bu konuda şöyle der:
“Eğer kişi nefsini terbiye etmiş, onu zühd kılıcı ile öldürmüş ve şimdi de onun ardından yas tutuyorsa siyah ve koyu bir renk (hırka) giymelidir. Allah’a muhâlefetten tevbe etmiş, gönlünü Allah’a yöneliş sabunu ile yıkamış ve kalp aynasını yabancı şeylerden temizlemişse beyaz giymelidir. Gayreti sâyesinde şahâdet âleminden yani bu âlemden gayb âlemine geçmişse, Allah’a yakın kullar seviyesine ulaşmışsa mavi giymelidir. Bütün mânevî makamlardan bir pay almış ve hâllerin ışıklarından nasip almışsa mülemma’ yani çok renkli giymelidir. Kendini yavaşça zayıflatıyorsa, manevî mücâdelenin binlerce darbesiyle yaralanmış, binlerce kadeh riyâzat (perhiz) zehiri içmiş, çâresizlik iğnesiyle kendine işkence edip çileler çekmiş ise o zaman hırka-i hezâr mîhî yani bin dikişli bir cübbe giymelidir”.
Hâcegân ve Nakşbendiyye mensupları ise melâmet neş’esinde oldukları ve özel kıyafete önem vermedikleri için hırka giyme konusuna Kübrevîler kadar önem vermemişler, hattâ “Bizim için önemli olan hırka değil, hırfadır” yani bir meslek sâhibi olup çalışmak ve üretmektir diyerek hırka konusuna fazla önem veren Kübreviyye mensuplarını eleştirmişlerdir.
Orta Asya tarihinde etkin ve yaygın olan tasavvuf ekollerinden Yesevîlik ve Kübrevîlik zamanla zayıflayıp gözden kaybolmuştur. Nakşbendîlik ise Sovyetler Birliği dönemindeki dine yönelik baskılar sebebiyle etkinliğini yitirmekle birlikte hâlen küçük gruplar hâlinde varlığını sürdürmektedir.