Meşhur eseri İhyâ kendi tecrübesi olan halvet hayatının ürünüdür. Mişkâtü’l-envâr, Mükâşefetü’l-kulûb, el-Maksadü’l-esnâ, Ravzatü’t-tâlibîn, er-Risâletü’l-ledünniyye, ed-Dürretü’l-fâḫire, Mîzânü’l-amel, Meʿâricü’l-kuds, Minhâcü’l-ârifîn, Miʿrâcü’s-sâlikîn, Minhâcü’l-âbidîn, Kimyâ-yı Saâdet ve el-Münkız mine’d-dalâl gibi eserleri hep bu döneme ait ve tasavvuf ağırlıklıdır.
Mülayim Sadık Kul

Daha önceki yazılarımızda Gazâlî’nin genel anlamda tasavvuf hakkında görüşlerine yer vermeye çalıştık. Özellikle de şeriat ilimleri ile tasavvuf arasındaki ilişkinin onun gözünde nereye oturduğunu anlama ve anlatma gayretinde olduk. Bu bağlamda bilinmesi gereken diğer önemli konunun da onun bu bağlamda kaleme aldığı eserler olduğu kanaatindeyiz. Hedefimiz detaylarda boğulmadan bu eserler hakkında bilinmesi gereken temel meselelere kısaca işaret etmektir.
Gazâlî’nin tasavvufî görüşleri ve din anlayışı bakımından en önemli eseri tartışmasız, “Dinî İlimlerin İhyâsı” anlamına gelen İhyâü ulûmuddîn adlı kitabıdır. Gazâlî diriliş projesini İslam düşünce geleneği paradigmasına uygun bütüncül bir dünya görüşü (Weltanschauung) olarak İhyâ adlı kitabında bayraklaştırır. İhyâ’nın en önemli hedefi, İslam ilim mirasının bir bütün olarak tasavvuf temelinde yeniden yorumlanmasıdır.
Altı çizilmesi gereken nokta, gerek sistematiği ve metodu, gerekse içerdiği konular ve bu konuları ele alış biçimiyle İhyâ, bu alanda yazılmış en önemli şaheser olma özelliğini bugün dahi korumaktadır. Dolayısıyla İhyâ sadece o günün şartları için geçerli çözüm önerilerine sahiplik eden bir kitap olmaktan öte bir öneme sahiptir.
Bununla birlikte bu bağlamda telif ettiği diğer eserlerin sadece bir tekrardan ibaret olduğunu düşünmek de doğru değildir. Konuları genel anlamda tasavvuf çerçevesinde olmasına rağmen her birinin yoğunlaştığı farklı bir ağırlık noktası vardır. Bunlar hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak, Gazâlî’nin tasavvufî görüşleri hakkında kuşatıcı bir yaklaşıma sahip olmak için gereklidir.
İhyâ, kuşatıcılığı ve sistematiği yanında vazettiği İslam düşünce paradigmasıyla da özgün İslam düşüncesini asırlar ötesine iletme ve ilan etme vasfını haiz, İslam ilim geleneği içerisinde üretilmiş ender ve vazgeçilmez eserlerden birisidir. İhyâ’da dünya ve ahiret mutluluğu için gerek itikad ve gerekse muâmelât açısından bir mümine lazım olan her şey açık ve ayrıntılı bir şekilde yer alır. Bu özelliği itibariyle İhyâ, dinî ilimleri yeniden İhyâ etmek için yazılmış bir tür İslâmi bilgiler ansiklopedisidir.
İhyâ’nın başta kardeşi Ahmed Gazâlî olmak üzere günümüze değin birçok âlim tarafından özetlenmiş olması, esere verilen değeri göstermesi açısından önemlidir. Bu eser üzerine bugüne kadar yapılmış en geniş çalışma, Seyyid Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî’ye ait olan İthâfü’s-sâdeti’l-müttakīn bi-şerhi esrâri İhyâʾi ʿulûmi’d-dîn adlı şerhtir.
Aslında Bağdad Nizâmiye medresesindeki görevinden ayrılarak irfan yolunu zevk mertebesinde tecrübe etme niyetiyle başladığı yolculuk, İmam Gazâlî’nin hayatında yeni bir dönemin de habercisidir. Bu dönemden sonra yazdığı tüm eserler, bu yeni irfanî tecrübenin bir şekilde izlerini taşır. Önceki yazdıklarını da belki sonradan telif ettiği bu eserler ışığında yeniden değerlendirmek, farklı yorumlara kapı aralayabilir. Bu mesele Gazâlî’nin hangi konuda ne düşündüğü sorusuna cevap bulmak isteyenler açısından önem arz etmektedir.
Gazâlî yaklaşık on bir yıl süren kendi iç dünyasında gerçekleştirdiği bu sûfî tecrübenin (sefer der vatan) ümmet için ne kadar kıymetli olduğunun farkındaydı. Bu sebeple tasavvuf yoluyla ilâhî hakikate (mârifetullah) ulaşma gayretinin neticelerini sadece kendisi müşahede etmekle kalmayıp bunların muâmele olarak isimlendirdiği kısmını önce İhyâ kitabıyla sonra da bu konuda yazdığı diğer eserlerle ölümsüzleştirdi.
Gazâlî İhyâ’nın başında tasavvuf ilmini, anlatılmasına müsaade edilen ve edilmeyen olarak ikiye ayırır. Birincisine muâmele ilmi ismini vererek kitabın içeriğinin de bu ilimle alakalı olduğunu söyler. Bu ilmin konusu sabır, şükür, ihlâs ve bunların zıtları olan riya gibi kalbin hallerine ilişkin meselelerdir.
Mükâşefe ilmi ise bunları tecrübe eden sûfînin anlatmaya mezûn olmadığı ilimdir.Bu ilim, arındırılan ve temizlenen kalpte bir nurun zuhur etmesi ile keşfen elde edilen ledünnî ilimdir. Diğer bir ifadeyle perdenin açılıp hak olanın apaçık müşâhede edilmesidir. Bu bilgi kitaplarda anlatılamaz. Zira keşfedilenin anlatılmasına izin yoktur. Bu ilmi bilenler ancak ehliyle bunu müzakere edebilirler, ötesine müsaade yoktur.
İrfan yolunun, riyâzât ile nefsi mâsivâdan arındırmak olduğunun altını çizen Gazâlî, zâhirî ilimlerin, özellikle fıkıhla kelâmın bu yolda nisbî bir değere sahip olduğunu ifade etmiştir. Meşhur eseri İhyâ kendi tecrübesi olan halvet hayatının ürünüdür. Mişkâtü’l-envâr, Mükâşefetü’l-kulûb, el-Maksadü’l-esnâ, Ravzatü’t-tâlibîn, er-Risâletü’l-ledünniyye, ed-Dürretü’l-fâḫire, Mîzânü’l-amel, Meʿâricü’l-kuds, Minhâcü’l-ârifîn, Miʿrâcü’s-sâlikîn, Minhâcü’l-âbidîn, Kimyâ-yıSaâdet ve el-Münkız mine’d-dalâl gibi eserleri hep bu döneme ait ve tasavvuf ağırlıklıdır.
Gerçi bu eserlerden bazılarının ona aidiyetinin tartışmalı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen Türkiye’de bu alanın tartışmasız en önde gelen âlimlerinden biri olan Süleyman Uludağ, ‘’tartışmalı olan bu eserlerin onun genel kanaatleriyle uyuşmayan herhangi bir unsur ihtiva etmediğini’’ tespit etmektedir.Buna ek olarak en sağlıklı yolun, ona ait olduğunda şüphe olmayan eserlerdeki fikirlerin esas alınarak diğer eserlerinin yorumlanması olduğu söylenebilir.
Gazâlî’nin İhyâ dışında tasavvuf konusunu işlediği kitaplara geçmeden önce bu baş eserinin özeti konumundaki iki esere işaret etmekte fayda mülahaza ediyorum. Bunlardan bir tanesi Kimyâ-yı Saâdet olarak isimlendirdiği, aslı Farsça olan kitaptır. Diğeri ise dilimize ‘’Cennete Doğru Abidler Yolu’’ olarak tercüme edebileceğimiz Minhâcü’l-âbidîn ilâ Cenneti Rabbi’l-Âlemîn adlı eseridir.
Her iki eser de Gazâlî’nin İhyâ ile vermek istediği temel mesaja yönelik özetlerdir. Bu yönüyle onun temel mesajını kısa yoldan derli toplu olarak öğrenmek isteyenler için büyük bir hazine niteliğindedir her iki kitap da. Bu bilgiler bir müminin İslâmî kimliğine uygun bir hayat tarzını ve kişiliğini belirleme gayesini gütmektedir. Bu nitelikteki bir kişi dünyayı tamamen ihmal veya terk etmeksizin rabbânî bir kul olarak yaşamayı öğrenir. Terkedilecek olanın dünyadaki helal kılınmış nimetler olmadığını fark eder. Asıl dikkat edilmesi gereken gerçek tehlikenin, o nimetlerin kendisiyle Rabbi arasında perde olma potansiyeli olduğunun şuuruna varır. Bu bilinçle kulluğun gerektirdiği hususları samimiyetle yerine getirmeye çabalayarak Hak Teâlâ’nın yakınlığını kazanmaya elindeki tüm imkânları seferber eder.
Bu anlayış nakşiliğin en önemli esaslarından biri olan “halk içinde Hak’la (c.c.) beraber olmak” anlamında halvet der encümen’e tekâbül eder. Anadolu irfanı bunu “El kârda gönül yârda” ile halkın da anlayabileceği bir ifadeyle Türkçeleştirmiştir. Daha yaygın olarak bilinen “Eli işte gözü oynaşta” tabiri de aslında aynı anlamda olmakla birlikte “oynaş” kelimesinin bugün ifade ettiği menfi anlam sebebiyle yanlış anlaşılmaya müsait olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kitapları özetleme vesilesi de dostlarının İhyâ’nın çok uzun olduğu için istifade edemedikleri yollu şikâyetleridir. Hüccetülislam kendisinden İhyâ’nın özetlenmesi yönündeki talepleri makul görerek, diriliş projesinin en önemli umde ve mesajlarını bu kitaplarında yeniden ele alır. Arapça bilmeyen kendi hemşehrileri için Kimyâ-yı Saâdet’i Farsça, Minhâcü’l-âbidîn’i ise Arapça olarak kaleme almıştır. Meşhur İhyâ şârihi Zebîdî, aslı Farsça olan Kimyâ-yı Saâdet adlı eserin, İhyâü ulûmiddîn’in bu dile adaptasyonu olduğunu bildirmektedir.
Kimyâ-yı Saâdet adlı eser, sistematiği ve konuları açısından neredeyse bire bir İhyâ’nın özetlenmesi şeklindedir. İhyâʾdaki planın aynıyla muhafaza edilerek sadece başlıkların değiştirildiği Kimyâ-yı Saâdet her biri on asıldan oluşan dört rükünden meydana gelmektedir. Bu rükünler sırasıyla; ibadetler, muâmelât âdâbı, muhlikât (helaka götürenler) ve münciyât (saadet ve kurtuluşa erdirenler) olarak aynen İhyâ’da olduğu gibi tertip edilmiştir. Gazâlî el-Münkız ve el-Müstasfâ adlı eserlerinde bu kitabından isim vererek bahsettiği için ona aidiyeti hususunda bir şüphe yoktur.
Minhâcü’l-âbidîn adlı kitap, müellifin son dönem çalışmalarından olduğu kabul edilen ve yazara nisbeti tartışmalı olan bir eserdir. Zebîdî ise kendi zamanında Minhâcü’l-ʿâbidîn’in Gazzâlî’nin son yazdığı eser olarak kabul edildiği bilgisini vererek bu eserin Gazâlî’ye ait olduğunu teyit etmektedir.
Gazâlî cennete giden yolun engellerle dolu olduğu uyarısıyla kitabına başlar. Temel olarak cennet ve ubudiyyet yolunda yedi engel olduğundan bahseder. Tek tek ele aldığı “ibadet/kulluk yolundaki sarp geçitler (avâiq)” olarak isimlendirdiği bu engeller sırasıyla şöyledir: İlim ve marifet geçidi, tevbe geçidi, engeller (dünya, insanlar, şeytan, nefis) geçidi, âfetler geçidi, sebepler geçidi, gizli tehlikeler geçidi ve son olarak da hamd ve şükür geçidi.
Bu engellerden kurtulma yolunun, takva ve ihlas yolu olduğuna işaret ederek beş duyu organımızın nasıl takva hasletini kazanacaklarını tafsilatlı olarak anlatır. Dolayısıyla Gazâlî birbirinden farklı fonksiyonları olan duyuların eğitiminin ve terbiyesinin de farklı olduğunu söyleyerek, eğitim alanında çok önemli bir ayrıntıya asırlar öncesinden işaret etmiştir. Daha sonra ahiret yolculuğunun mânevî bir yolculuk olduğunu ve bunun sonunda Allah’ın âbid kullarına yirmisi bu dünyada ve yirmisi ahirette olmak üzere kırk çeşit ihsanda bulunacağını müjdeleyerek kitabını sonlandırır.
Bu kitapla ilgili bir tecrübemi paylaşarak konuya devam edelim. Lisede okumakta olan oğlum, dini bilgilerini geliştirmek için bir kitap vermemi isteyince çok fazla düşünmeden ona Abidler Yolu’nu tavsiye etmiştim. Bir müddet sonra gelerek: “Baba! Bu kitabı anlamakta çok zorlanıyorum bana başka bir kitap ver” dediğinde önce şaşırmış ve biraz daha sabrederek okursa zevk alabileceğini söylemiştim. Daha sonra gün gelip ilâhiyat öğrencilerimle bu kitap üzerinden ders yapmaya başlayınca o zaman Ahmed’in neden bazı konuları anlamakta zorlandığını anlamış oldum. Demek istediğim, bu kitaplar her ne kadar ehli için kolay gibi gözükse de bu konularda ön birikimi olmayanlar için zor olabilir. Dolayısıyla bittecrübe kime neyi tavsiye ettiğimize dikkat etmek gerektiği aşikârdır.
Gazâlî uzmanlarının da teyit ettiği gibi İhyâ ve onun özeti mesabesinde olan bu iki eserden sonra “onun düşünce dünyasına ışık tutan en önemli eser hangisidir?” diye sorulsa, muhtemelen kendi hakikat sergüzeştini konu alan “el-Munkız mine’d-dalâl” diye cevap vermek doğru olurdu. Biz de onunla başlayalım.
el-Munkız mine’d-dalâl, müellifin kendi düşünce serüvenini özetlediği otobiyografik bir eserdir. Bu kitapta serdettiği fikirlerin bir kısmı, bazı âlimler tarafından takdir edilirken bazılarınca da eleştirilmiştir. Bu eser derûnî tasavvuf tecrübesinin safhalarını bildirmesi açısından ayrı bir değere sahiptir. Birçok dile tercüme edilen bu eser, Gazâlî’nin fikir dünyasına nüfûz etmek isteyenler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Geçenlerde bir vesileyle bir araya geldiğimiz Gazâlî uzmanı Frank Griffel de bu kitabın önemine vurgu yaparak dikkatli okunmadığında yanlış anlaşılabilecek bir eser olduğuna işaret etmişti.
Bu kitabında hakikat arayıcılarının başka hangi ilim ve metot aracılığıyla bu işi yapmak istediklerini kelamcılar, felsefeciler ve Bâtınîler üzerinden tartışarak, bunların hiç birisinin maksûda yani Marifetullah’a erişmek için yeterli olmadıklarını tespit eder. Zâhiri diye nitelendirdiği fıkıh, kelâm gibi ilimlerle ilm-i bâtın olarak nitelendirdiği tasavvuf arasında bir değerlendirme yaparak, farz-ı ayn ilimlerden saydığı tasavvuf ilminin hangi sebeple diğer ilimlere üstün olduğunu açıklar.
Bu kitaptaki diğer önemli bir tespiti de tasavvuf ilminin kâl değil hâl ilmi olduğuna yaptığı vurgudur. İsterseniz sözü kendisine bırakarak bu konuda yaptığı tespitleri bizatihi Gazâlî’nin kendi kaleminden öğrenelim.
Gazâlî diyor ki, “Bu yol özetle şudur: Nefsin öne koyduğu engelleri aşmak, onun kötü huylarından ve pis sıfatlarından arınmak, bu suretle Allah’tan başka her şeyden kalbi tahliye etmek ve onu Allah Teâlâ’nın zikriyle süslemektir.”
“İlim amelden daha kolay olduğundan tasavvuf yolunu anlamak için önce bu yolun bilgisini tahsil etmeye karar verdim. Ebu Tâlib Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’unu, Hâris el-Muhâsibî’nin eserlerini; Cüneyd, Şibli, Bâyezîd-i Bistâmî ve benzeri diğer meşayihe ait çeşitli cümle ve ifadeleri okudum, inceledim, böylece bilgi seviyesinde tasavvufun künhüne, sufîlerin maksatlarına tam olarak vâkıf oldum. Anladım ki sufîlerin en temel özelliği olan hususa ilim öğrenmekle değil ancak zevk, hal, sıfatları değiştirme suretiyle erişilebildiğini kavradım.”
“Tasavvufla ilgili bilgileri elde ettikten sonra şuna kanaat getirdim: Ahiret saadeti ancak takva ve nefsin isteklerine gem vurma ile elde edilir. Bunun başı da kalbin yalancı dünya ile ilgisini kesmek, ondan uzaklaşmak ve ahirete yönelmektir. Bu da ancak mal ve itibarı bir kenara bırakmak, meşguliyetlerden kaçmak ve engelleri aşmakla gerçekleşir.”
Bu sözler onun bir ömür ve özellikle de son on bir yıllık tecrübesinin özetidir. Bu kitabın önemi de bir ömür hakikati arayan büyük bir âlimin bu sergüzeştini ve bu meyanda elde ettiği zâhirî ve bâtınî tecrübesini bir bütün olarak kendinden sonraki nesillerin hizmet ve değerlendirmelerine sunabilmesidir.
Aslında içerik olarak belki de hakkında en çok tartışılan eserlerinden birisi de “Nurlar Fanusu” anlamına gelen Mişkâtü’l-envâr adlı kitabıdır. Şimdi ana hatlarıyla bu kitabı tanıtmaya gayret edelim.
Mişkâtü’l-envâr, Gazzâlî’nin son dönem eserlerinden olup felsefî muhtevasından dolayı eleştirilmiş ve Gazâlî’ye nisbeti hep tartışılagelmiştir. Gerek Gazzâlî’nin hayatından bahseden klasik kaynaklarda zikredilmesi, gerekse İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi düşünürler tarafından yapılan atıflar sebebiyle Gazâlî’ye aidiyeti kesinlik kazanmaktadır.
Bu eserinde özellikle Allah’ın gökyüzü ve yerin nuru olduğunu ifade eden nur ayeti etrafında geliştirdiği varlık ve bilgi felsefesiyle, kendinden sonra gelen İbn-i Arabi gibi mutasavvıfların da ilham kaynağı olmuştur. Bu ayetteki ifadelerden hareketle yaptığı yorumlarla her şeyin gerçek sahibinin hakiki nuru temsil eden Allah olduğunu ve diğer nurların varlıklarını bu nurdan aldıklarını söylemiştir. Buna bağlı olarak da Gazâlî’ye göre avamın tevhidi “lâ ilâhe illallah”, havassın tevhidi ise “lâ mevcûde illallah” veya “lâ ilâhe illâ hû” sözleridir.
Gazâlî’nin hem Munkiz hem de Mişkâtü’l-envâr’ını enfes bir tercümeyle Almancaya kazandırmış olan Abd-Elsamad Elschazli bu kitaba yazdığı önsözde felsefede “sudur teorisi” olarak bilinen yaratılışı açıklamaya matuf varlık felsefesini, bu kitabında nur anlayışı üzerinden İslami bir zemine taşıdığını iddia etmektedir. Bu kitap hem bu mesele hem de vahdet-i vücûd teorisini hatırlatan açıklamalar sebebiyle farklı yorum ve eleştirilere maruz kalmıştır.
Gazâlî’nin tasavvuf anlayışı, ruh hakkındaki görüşüyle yakından bağlantılıdır. Onun tasavvufî-felsefî düşüncesinin en son ürünlerinden olan Mişkât’a göre ruhlar hissî, hayalî, aklî, fikrî ve kutsî olmak üzere beş çeşittir. Bunların en mükemmeli olan nebî ve velî türler kutsî ruhlar olup, doğrudan Allah’tan vahiy ve ilham alma özelliğine sahiptirler. Ancak velîlerin ruhları Allah’tan feyiz alma konusunda peygamberlerin ruhlarına muhtaç oldukları için derece olarak bir mertebe aşağıdadır.
Gazâlî’nin, İhyâ başta olmak üzere eserlerinde sık sık ifade ettiği üzere ifşa edilmesi doğru olmayan “mükâşefe ilmi”nin sırlarını kendisine açıklamakta sakınca görmediği, “kalbi Allah’ın nuruna açılmış” bir dostuna yazdığı Mişkât,aynı zamanda düşünürün kendi ontoloji ve epistemolojisinin özeti sayılabilir. Bu anlayışa göre varlık “nur”, yokluk ise “zulmet” diye adlandırılabilir.
Gazâlî, “Allah’ın zâtından başka her şey fânidir” meâlindeki âyetin yorumundan hareketle, “Her şey O’nun nurudur; hatta her şey O’dur; çünkü O’ndan başkası ancak mecazi anlamda bir hüviyete sahiptir” tespitinde bulunur. Bu kitabındaki bu ve benzeri vahdet-i vücûdu hatırlatan açıklamaları, bazı araştırmacılar tarafından İbn-i Arabî, başkaları ise İbn Sînâ’nın “kendiliğinde mümkin” doktrini ile irtibatlandırmaları sonucunu doğurmuştur.
Mîzânü’l-amel adlı eserin Gazâlî’ye aidiyetinden bazı şarkiyatçılar şüphe etmişlerse de son zamanlarda yapılan çalışmalar bunun müellife ait olduğunu göstermiştir. Ahlâk ve tasavvuf ağırlıklı olan Mîzânü’l-amel’in dokuz kadar nüshası günümüze ulaşmıştır.
el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâʾillâhi’l-hüsnâ adlı eseri, kitabın isminden de anlaşılacağı üzere Allah’ın doksan dokuz isminin manasını açıklamak üzere kaleme alınmıştır. Özellikle Rahmân ve Rahîm isimleri özelinde ortaya koyduğu varlık tasavvuru, Allah’ın rahmet ve merhameti hakkında çok önemli bilgiler içermektedir.
Bidâyetü’l-hidâye isimli eserinde Gazâlî ilmin asıl amacının, sahibini doğru yola götürmek olduğunu, bunun da takvadan geçtiğini belirtir. Ağırlıklı olarak, takva hakkında açıklamaları içeren önemli bir kitaptır.
er-Risâletü’l-ledünniyye adlı eserin Gazzâlî’ye aidiyeti tartışmalıdır. Bu eser, ledünnî bilginin imkânı konusunu ele almaktadır. Gazâlî, bir kısım dostlarının kendisine bazı âlimlerin tasavvufî bilgiyi inkâr ettiklerini söylemeleri üzerine bu risâleyi kaleme aldığını belirtmektedir. İlimler, şer’î ve aklî olarak ikiye ayrıldığına göre bilgi edinme yolları da insanî öğretim ve rabbânî öğretim şeklinde iki kategoride ele alınır. Tasavvuf ilmi ise her iki ilim alanına da şamil bir ilim olarak tasvir edilir. Bu yönüyle diğer eserlerinde olmayan farklı bir tasnif yapılması, belki de bu eserin ayrıcalıklı özelliğidir.
Bu makalede hedefimizin Gazâlî’nin İhyâ başta olmak üzere tasavvufî tecrübesini anlattığı diğer eserleri hakkında genel bir çerçeve çizmek olduğunu bildirmiştik. Elbette her bir kitabı, pek çok ilmî ve akademik çalışmanın konusu olmuş bir alanın hakkını vermek iddiasında değiliz. Bizim yapmaya çalıştığımız, Gazâlî irfan bahçesinden bir demet derleyebilmektir. Daha doğrusu tattığımız ve anladığımız kadarını paylaşarak hem İslam düşünce mirasına hem de Gazâlî’ye olan vefa borcumuzu bir nebze yerine getirebilmiş olmaktır. Bunu yaparken de genç dimağlarda ve gönüllerde Gazâlî üzerinden manevî irfan neşvesinin diriliş ateşini biraz harlayabildiysek ne mutlu.