Biz, Tanzimat’tan sonra ortak kitaplarımızı kaybettik. Şu anda milletin okuduğu ortak kitabımız kalmadı. Kala kala elimizde bir Mevlit kaldı fakat Mevlit her ne kadar halen büyük bir teveccühle okunuyorsa da onu da yok etmek için el, gönül ve dil birliği etmiş güruhun taarruzlarının ardı arkası kesilmedi.
Dursun Ali TÖKEL
Prof. Dr., FSMVÜ Edebiyat Fak.

Kitaplar sadece okunmak için yazılmıyor. Öyle kitaplar vardır ki onlar bütün bir milletin ortaklaşa okuduğu kitaplardır; içinde yazılanlar milletin dünya ve ahiret görüşüdür, bu ortak kitaplar milleti birbirine bağlayan perçinlerdir. Atalarımızın İslam’ı kabulünden sonra bütün bir milletin hayatında rol oynamış; Mevlana’nın Mesnevi’si, Yazıcızade Muhammed’in Muhammediye’si, Yunus Emre’nin Divan’ı, Yazıcızade Ahmed’in Envaru’l-Âşıkîn’i, Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfûs’u, Kara Davud’un Delâilü’l-Hayrât Şerhi vb. gibi asırlar boyu evlerinden, ellerinden, dillerinden düşürmediği eserler vardı. Bu eserlerden biri de Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı eseri idi ki milletimiz onu yüz yıllardır Mevlit adını vererek dilinin virdi etmişti. Bu eserler millet mukadderatında çok önemli roller oynuyordu. Nasıl mı?
Millet olmanın pek çok tarifi var, pek çok özelliği var. Bunlar arasında ortak duygu, düşünce, inanç ve gelecek tasavvuruna sahip olmak çok önemli. Burada kullanılan “ortak” kelimesi, pek çok hakikatin kapısını açmak için var. Duyuşta ortaklık, düşünce ve inançta ortaklık, ortak şeylere sevinmek ve üzülmek, gelecek düşüncesinde ortak tasavvurlar, hayaller kurmak… Bunların her birisi milleti millet yapan sütunlar. Bunlardan biriyle bile oynansa varlık kubbesi çatırdamaya başlar, iki ve üçüyle oynansa o kubbenin milletin üzerine yıkılması an meselesidir. Bu yüzden milletler üzerinde karanlık emeller besleyen güçler, doğrudan bu ortak noktaları hedef alır, bunlara ateş ederler. Bir iki sütunu devirmekle kubbe yıkılacaksa neden onlarca hedefle boşuna zaman kaybetsinler ki!..
Milleti millet yapan ortak noktalardan biri de bütün bir milletin okuduğu ortak kitaplardır, kendisinden beslenilen ortak metinlerdir. Bunlar zemin metinlerdir, milletlerin kuruluş çağlarında “ortak düşünceler” etrafında toplanmalarına vesile olurlar, müşterek arzu ve kaygıların sözcüleri olurlar. Yediden yetmişe bütün millet bu metinlerden beslenir, bunlar yapıyı ayakta tutan sütunlar, perçinler gibidirler. İnsanlar bunların önemini sorgulamaya kalkmaz, sadece birleştirici gücünden bahseder, onlarsız bir toplumun darmadağın kalacağına dikkat çekerler.
En önemli ortak metinlerimizden biri olan ve asırlar boyu Müslüman Türklerin yaşadığı her coğrafyada dokuz bini aşkın beyit sayısıyla pek çok kişi tarafından ezbere okunan Yazıcızade Muhammed’in Muhammediye adlı eseri hakkında Yahya Kemal’in şu ifadeleri, ortak metinlerin ne anlama geldiğini çok iyi anlatıyor:
“Annem, Yazıcızâde’yi sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım halde, annemin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim Muhammediye’nin o mısraları bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem surette bütün milletimizin dünya ve ahiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklük’le İslamlık’ı yoğuran milli-İslamî harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.”[1]
Yahya Kemal’in dikkatleri ziyadesiyle önemlidir: Muhammediye sıradan bir şiir kitabı değildir, sıradan bir mesnevi değildir, bu kitap bizim öz maceramızdır, bütün milletimizin dünya ve ahiret macerasıdır. Yazıcızade bu eseriyle, Türklük ile İslamlığı yoğurmuş ve milli harsı göstermiştir. Sadece Yahya Kemal’in şahitliği değil elbette Muhammediye öyle bir eserdir ki, milletimizin itikadi görüşlerinin kaynağı bir araştırılsa adres olarak bu eser ortaya çıkacaktır:
“… Şöyle bir sanat ihtirâ etmişdür, gûyâ hemân avâmın itikadı anun üzerinedür.” Yani: “Muhammediye’de, Yazıcızade öyle bir eser ortaya koymuştur ki sanki milletin inancı bütünüyle ordan gelmektedir.”
Biz, bu eserleri bugün ne kadar tanıyoruz, bir zamanlar milletimizin zikri, fikri bu eserlerle yoğrulmuştu/yoğruluyordu. Bugün biz onlardan ne kadar istifade ediyoruz?
Milli Mutabakat Metinleri
Bu eserler aynı zamanda milli mutabakat metinleriydi. İçerikleri milletin iç dünyasının, gönül dünyasının yansımasıydı. Eğer öyle olmasa asırlar boyu yaşayamazlardı, o yüksek teveccühe mazhar olamazlardı. Bu metinler, milletin kendilerini kendilerinde bulduğu metinlerdi, bunlar millet aynalarıydı. Milli mutabakat metni demekle neyi kastettiğimizi bir örnekle açıklamak isterim.
Bugün biz Tekbir’i daha ziyade Kurban Bayramı namazında hatırlıyor ve okuyoruz. Oysa bir zamanlar Tekbir hayatın her alanında idi. Hatta Osmanlı’nın son döneminde Almanlarla yapılan bir toplantıda, Almanlar kendi milli marşlarını okumuşlar ve bizden de milli marşımızı okumamız istendiğinde heyetimiz milli marş yerine Tekbir’i okumuştu: “… Almanlar, Alman milli marşını okumaya başladılar ve bitirince Türklere dönüp ‘Şimdi sizi dinlemek istiyoruz’ dediler. Bizde milli marş olmadığını hatırlayan Abdülkadir Bey hemen vaziyete el koydu. Askerlere ‘Ordumuz etti yemin’i okuyabilir miyiz?’ diye sordu ama ‘Unuttuk’ cevabını aldı. ‘Kalkalım ey ehl-i vatan’ dedi, hatırlamadıklarını söylediler. Abdülkadir Bey, bunun üzerine ‘Arkadaşlar, haydi tekbir getirelim’ dedi ve subaylar ‘Allahü ekber Allahü ekber…’ diye başlayıp tekbiri bitirince salonda bir alkış koptu. Almanlar, Tekbir’deki basit melodinin verdiği ruhani hava içerisinde subaylarımızı dakikalarca alkışladılar.”[2]
Biz, Tanzimat’tan sonra ortak kitaplarımızı kaybettik. Şu anda milletin okuduğu ortak kitabımız kalmadı. Kala kala elimizde bir Mevlit kaldı fakat Mevlit her ne kadar halen büyük bir teveccühle okunuyorsa da onu da yok etmek için el, gönül ve dil birliği etmiş güruhun taarruzlarının ardı arkası kesilmedi.
Resulullah’tan Ziyade Habibullah
Mevlit’in zemininde, milletimizin Peygamber anlayışının özü ve esası yatmaktadır. Bizler, Araplar ve İranlılardan sonra Müslüman olan üçüncü büyük milletiz. Biz Müslüman olduğumuzda yeryüzünde artık sahabe de tabiin de kalmamıştı. İlk hocamız, Hâce-i Evvel’imiz Ahmet Yesevi’ye verdiğimiz önem ve değerden de anlaşılacağı gibi bizler Tekke’den Müslüman olduk; tasavvuftan, gönülden, aşktan Müslüman olduk.
Bu yüzden Müslümanlık anlayışımızın temelinde kelamın veya fıkhın değil daha ziyade tasavvufun yorumu vardır. Tasavvuf deyince de elbette baskın olarak Vahdet-i Vücut anlayışının. Vahdet-i Vücut düşüncesinin temelinde de Nûr-ı Muhammedî vardır. Ve onun da merkezinde Levlâke levlâke lemâ halaktü’l- eflâk (sen olmasan âlemi yaratmazdım) kutsi hadisi vardır. Yani âlem, Muhammed peygamberin nurundan yaratılmıştır. Bizim din düşüncemizin temelinde, fetvadan ziyade takva, fıkıhtan ziyade tasavvuf vardır, Peygamber Efendimiz vardır; bunu bütün edebi metinlerde görmek mümkündür.
Süleyman Çelebi’nin ana tarafından dedesi olan Şeyh Mahmut, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın ilk defa Rumeli’ye geçişini tebrik eden şiirinde şöyle diyor:
“Velâyet gösterip halka suya seccade salmışsın
Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile açmışsın.”
Dikkat edilirse, Süleyman Paşa, Rumeli’yi dest-i takvâ ile (takva eli) aldı diyor, dest-i kılıç ile, dest-i kahramanlık ile vb. değil.
Edib Ahmet Yüknekî, Türkçe’nin ilk yazılı eserlerinden olan Atabetü’l-Hakâyık’ta, “Fi na’ti’n-Nebîyyi aleyhisselam” başlıklı na’tında Peygamberimizden doğrudan Habîb diye bahseder.
“İşit imdi kaç beyt Habib fazlındın
Öküş huş yititip sözümni anga”[3]
(Şimdi Habîb faslından birkaç beyit dinle, aklını keskin tut, sözümü anla)
Mevlit’te de böyledir:
“Mustafa’yı kendüye kıldı Habîb
Cümle dertlere hem ol oldu tabîb”
Bu, biz Türklerin Peygamberimizin Habîb vasfını, onun Rasul vasfından daha öne aldığımız anlamına gelir. Yani bize göre Peygamberimiz, Rasulullâh sıfatından ziyade Habîbullâh’tır. Bunda da tasavvufî anlamda ön plana çıkan Peygamber düşüncemizin baskın rolü olduğu inkâr edilemez.
Mevlit bu anlamda bir milli mutabakat metni olarak yazılmasından hemen sonra imparatorluğun bütün coğrafyalarına hızla yayılmış, asırlar boyu milletimizin Peygamber sevgi ve ilgisinin temel zemin metni olmuştu. Bu temel ve zemin metnin vasfı, bu milletin Peygamber sevgisinin Mevlit’te kâmil anlamda ifade edişinden gelmektedir. Türk’ün Peygamber anlayışı, peygamber sevgisi ve ilgisi Vesîletü’n-Necât’ta en mükemmel haliyle işlenmiş, anlatılmıştır.
Türk, Peygamberini Anmadan İşine Başlamaz
Biz Müslüman Türkler her işimizde Hz. Peygamberimizi yanımızda görmek isteriz, her işimize onunla başlamak isteriz, onun adı anılmadan hiçbir işe girişmeyiz. (Bunun doğruluğu yanlışlığı başka bir çalışma konusudur.)
Bunun en güzel örneğini Dede Korkut’ta bariz bir şekilde görürüz. Dede Korkut’ta her mühim iş, Peygamberimizin adı anılarak başlar.
Birkaç örnek vermek isterim:
“Bıyığı kanlı Büğdüz Emen rüzgâr gibi gelmiş: “Muhammed aşkına ağam, çal kılıcını yetiştim!” demiş. Düşmanın altından girip üstünden çıkmış.”
“Arı sudan abdest almış. Ak alnını secdeye koyup iki rekât namaz kılmış. Allah’a el açıp dua etmiş. Adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. Kara dinli kâfirlere göz karartmış…”
“Kan Turalı, yere eğilip avucuna kum doldurmuş. Allah’a sığınıp adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş.”
“Adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. At binmiş. Kılıç kuşanmış. Yürümüş. Yel gibi esmiş. Sel gibi akmış. Kâfire karşı at koşturmuş.”
“Basat, Tepegöz’ün başucuna varıp adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş.”
Dede Korkut’ta hikâyeler şu cümle ile biter:
“Günahımızı adı güzel Muhammed’in yüzü suyu hürmetine bağışlasın. Hanım hey…”
Dede Korkut’ta “Muhammed yolu, Muhammed için” tabirleri, “Allah yolu, Allah için” ile aynı anlama gelir:
“Kara çelik kılıcını bana ver. Senin için baş keseyim. Ela gözlü üç yüz yiğidini bana ver. Senin için Muhammed yoluna cenk edeyim!” demiş.
“Muhammed’in dini aşkına kılıç vurdum.”
Milletimizin bu peygamber sevgisi ve onu her an yanında duyma isteği asırlar boyunca hiç eksilmeden devam etmiş ve bu şahitlik Mevlit ile doruğa çıkmıştır.
Bir millet neden; doğumda, sünnette, ölümde, nişanda, nikahta, evlilikte, askere giderken, askerden gelince, hacca giderken, hacdan gelince, ev veya araba gibi değerli bir nesne alınca vb. daha pek çok hayatının dönüm noktası anlarında bir şiiri okur? İşte bunun sebebi milletimizin her anında sevgili Peygamberini yanında görme isteği, onun kutlu adıyla törenini kutlama ve kutsama arzusudur.
Sadece bu değil tabi, çocuklarına verdiği isimler içinde birinci sırayı daima onun ve aile efradının isimleri alır. Bu da yetmez, milletimizin çocuklarına verdiği isimlerin pek çoğu Süleyman Çelebi’nin Mevlit’inden seçilmiş kelimelerden oluşur: “Âmine, Sadef, Dürdane, Abdullah, Habip, Nur, Güneş, Berk, Nagihan, Cihan, Melek, Huri/ye, Sündüs, Hava, Hayret, Dilber, Mahpeyker, Asiye, Meryem, Hatun, Nigar, Mustafa, Kadri/Kadir, Cemil, Celil, Devlet, Dildar, Sultan, Didar, Kani, İrfan, Şerif, Latif, Cennet, Müştak, Şadan, Can, Mübarek, Şaduman, Sırrı, Furkan, Derman, Cemal, Hurşit, Hüda, Haktan, Ümmet, Baki, Saki, Halil, Mahbub/e, Bedri, Münir, Hatem, Gülşen, Ruşen, Gülcemal, Kemal, İmdat, Didar, Necat, Nida, Derman”[4]
Sonuç itibariyle Mevlit’in pek çok yönünden bahsedilebilir, biz bu yazımızda onun millet aynası olan ortak kitap vasfından bahsetmeye çalıştık. İnsanların çoğu bugün mevlit olarak okunan beyitleri Süleyman Çelebi’nin yazdığı metin zannediyor. Halbuki asırlar boyu daha pek çok metin bu eserle karışmıştır, bugün mevlit olarak okunan eserin Süleyman Çelebi’nin eseriyle pek az bir irtibatı kalmıştır. Biz de zaten Süleyman Çelebi’nin eserinden ancak çok az bir kısmını biliyoruz. “Mevcut nüshaların büyük kısmının 150-200 beyitlik yahut 300 beyit civarında muhtasar kopyalar olduğu düşünülürse bu kısaltılmış nüshaların mevlid törenlerinde okunacak seçme bölümler hâlinde tertip edildiğine rahatlıkla hükmedilebilir.”[5] Yani aslında bizler Mevlit’in tam olarak neden ve nelerden bahsettiğini de bilmiyoruz. Mevlit sadece güzle seslerle okunan bir nağmeden ibaret değildir. Esasında o, insan-ı kâmil olma yolunda bir insanlık rehberidir ve nasıl ideal bir kul olunacağını anlatır; bazen eleştiriyle, bazen tavsiye ile, bazen kimi yaşanmışlıkları örnekleyerek, bazen kendi hayatından sahnelerle…
Bu açıdan da mevlit çok yanlış anlamalara kurban gitmiş bir eserdir. Mesela şu beyte bakalım:
Zirâ kim Din direği Muhammed’ün
Mevlididür biliniz ol Ahmed’ün[6]
Burada şair kısaca diyor ki: “Dinin direği, Muhammed’in Mevlididir…” Bunu okuyan kimi zevat da diyor ki: “Efendim bu fasit sözdür, bu ne kendini bilmezliktir. Mevlit nasıl dinin direği oluyormuş. Bu küfürdür. Dinin direği, Kur’an’dır…” Bunu diyen kişinin dilden de edebiyattan da ibareden de haberi olmadığı bellidir. Buradaki “mevlit”ten kasıt, eserin adı değildir elbette. Şair “mevlit” derken “doğumu” kastetmektedir (mevlit, doğum yeri ve zamanı demektir). Yani dinin direği, Hz. Peygamberin doğumudur. O doğmasa, dini yayan bir peygamber olmayacaktı. Her peygamber bir insan olarak doğmuş ve ardından kendisine vahyedilen dini tesis etmiştir, mesele budur.
Mevlit hakkında bilmediklerimizin bildiklerimizden kat kat ziyade olduğunu bildiğimiz zaman mevlidi bilmeye başlıyor olacağız.
[1] Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal`in Hatıraları, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1960, s. 24-25
[2]https://www.ensonhaber.com/medya/istiklal-marsindan-onceki-tekbir-marsimiz-2012-08-04, Murat Bardakçı’nın Habertürk’teki yazısından alıntı. 16. 08. 2022.
[3] Edib Ahmet Yüknekî, Atabetü’l-Hakâyık, (Çev: Ayşegül Çakan), İş Bankası yay. İstanbul 2016, s. 3.
[4] Şahin Köktürk, “Mevlit’ten Gelen İsimler “Onomastik Bir Okuma”, Diyanet Aylık Dergi, S: 323, Ekim 2017.
[5] M. Fatih Köksal-Rıfat Kütük, “Vesîletü’n-Necât’ın En Eski Nüshası ve Süleyman Çelebi’nin Bilinmeyen Şiirleri”, http://www.devdergisi.com/Makaleler/1073557060_20220630124327.pdf, 16.08.2022.
[6] Süleyman Çelebi, Mevlid, (Haz: Faruk Timurtaş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1989.