Prof. Dr. Bilal Kemikli ile Süleyman Çelebi ve Vesîletü’n-Necât’ı Konuştuk

Prof. Dr. Bilal Kemikli’ye Süleyman Çelebi’yi, Vesîletü’n-Necât’ı, Mevlid kültürünü ve eserin nüshaları üzerine yapılan çalışmaları sizler için sorduk.

İstifadenize.

İNSİCAM

S: Milletimiz çoğunlukla Süleyman Çelebi’yi ve eseri Vesîletü’n-Necât’ın orijinal adını bilmiyor. Ancak eser Mevlid-i Şerif olarak biliniyor ve seviliyor. Bu esere gösterilen muhabbet ve alaka abartı düzeyinde midir? Bu anlamda toplumumuzun Mevlid ile alakası nedir, bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

C: Milletimizin büyük bir çoğunluğu Süleyman Çelebi kimdir bilmez, ne iş yapmıştır bilmez. Eski kaynaklarda yalnızca Süleyman Çelebi değil Mevlüdi Süleyman, Mevlitçi Süleyman ya da Mehmet Akif’in ifadesiyle Süleyman Dede olarak anılan Ulu Camii’nin imamı olduğunu halkımızın çoğu bilmez. Ve dahi eserinin adının Vesîletü’n-Necât olduğunu da bilmez. Ama Mevlid bilinir, Mevlid törenleri bilinir. Genel olarak halkımızın çoğunluğu Mevlid’i okumaz; ancak dinler. Dolayısıyla burada bu esere karşı bir abartılı durum olduğunu düşünmüyorum. Zira bu durum sadece Süleyman Çelebi’ye has değildir. Çünkü bizim milletimiz sözlü kültüre bağlı bir millet olması hasebiyle, şifahi kültürle beslenmesi sebebiyle büyük müellifleri, büyük şairleri isim olarak bilmez. İsim olarak bilse bile örneğin Yunus Emre’yi bilmek gibi ancak onun da hakkında fazla bir malumat sahibi olmaz. Yunus’tan ilahiler okur, adını bilir, o kadar.

Peki, bu neyden kaynaklanıyor? Biliyorsunuz ki bizim medeniyetimiz söz medeniyetidir. Zira ağaç kökünden insan kulağından sulanır. Sözle insan terbiye edilir, mayalanır ve yetiştirilir. O bakımdan bizim kültür dünyamıza, kültür coğrafyamıza etki eden, benim kurucu metinler olarak nitelendirdiğim kök metinler olarak bu metinler dinlenir. Bir zikir halkasında Yunus ilahileri okunur, bir Mevlid cemiyetinde Mevlid okunur ama kışları mesela Muhammediye, Siret-i Nebi, Hz. Ali Cenknamesi gibi metinler okunur. Kimse bu eserlerin müellifinin kim olduğunu pek bilmez, fakat onu dinler. Yani Süleyman Çelebi’nin ve eserinin ismen bilinmemesi ona has bir durum değildir. Doğru ifade etmek gerekirse bunlar bizim meçhul meşhurlarımızdır. Hem meşhurdurlar hem de meçhuldürler. Zaten bu İslam ahlakına da uygun bir tavırdır zira isimle değil de eserle ortaya çıkmak İslam ahlakındandır. Günümüzde bunu anlamakta zorlanıyoruz… Zira bu çağ, imaj çağı, isim yapma çağıdır. Bugün eserin adındansa, yazarın adı büyük puntolarla yazılır. Fakat bizim klasik kültürümüzde bu yoktur. Mimaride dahi büyük şaheserler yapan mimarları kimse bilmez mesela. Dolayısıyla halk da eseri ön plana çıkarır ve eserin de adını bilmez, manasını ortaya çıkarmaya çalışır.

Tabi Süleyman Çelebi’nin eseri olan Vesîletü’n-Necât‘ın bir kültür inşa etmesi hasebiyle Mevlid olarak adının halk tarafından da anılması onun için bir şanstır. Bu durum mesela Cenkname’lerde, Siyer-i Nebi’lerde olmayan bir şeydir. Fakat Mevlid’i halk öylesine benimsemiş ki oradan yola çıkarak Mevlid Cemiyetleri dediğimiz cemiyetler oluşmuş, bayramlar oluşmuş. Böylece halk belleğine bu durum nakşedilmiştir.

S: Hocam, Merhum Süleyman Çelebi’nin hayatı ve şahsiyeti her ne kadar bilinmiyor olsa da etkisi oldukça fazla görünüyor. Bir tarafta varlığı belli olmasa da ucu bucağı olmayan bir etkisi söz konusu. Bu durumu nasıl anlamak lazım?

C: Öncelikle bir hususun altını çizmek lazım, halk Süleyman Çelebi’yi bilmiyor, ama tezkirelerde, eski kaynaklarda diğer pek çok şair hakkında pek bir bilgi yokken Süleyman Çelebi hakkında şöyle böyle de olsa bilgi var. Okumuş entelektüel de Süleyman Çelebi’yi biliyor. Keza Mevlid okuyanlar, Mevlidhan’lar Süleyman Çelebi’yi tanıyorlar. Çok da bilinmezlik noktasında değil. Mesela Tezkiretü’ş-Şuara okuyanlar, tarih metinleri okuyan, Osmanlı kültür hayatına değer veren kimseler tarafından bilinen birisi. Hayatına dair türlü türlü konularda bir karışıklık olsa bile örneğin babası hakkında farklı mütalaalara yol açacak farklı bilgiler verilse bile şunu görüyoruz: Süleyman Çelebi yine de bilinen, tanınan birisidir. 

Bir sanatkârın, bir mütefekkirin hayatının geniş halk kitleleri tarafından bilinmesini beklememek gerekir. Onlar fikir, düşünce ve mana açısından bilirler… Bu da kâfidir. Ama münevverin bilmesi onun bilindiği anlamına gelir. Süleyman Çelebi biliniyor, ama hakkında çok fazla da malumatımız yok. Kimlerdendir, kimlerden ders almış hangi hocalardan ders okumuştur, hangi kitapları tedris etmiştir, evlenmiş midir, ailesi devam ediyor mu bunları pek bilmiyoruz. Bize karanlık olan tarafları daha baskındır. Ne zaman nerede doğduğuna dair, içinde bulunduğu irfani muhite dair bazı bilgilerimiz var. Bunu öncelikle belirtmek isterim.

İkinci bir husus da bilinmezlik yokluğa mahkûm olmak anlamına gelmiyor. Gerçek büyük sanatkârlar eserleriyle var olurlar ve bununla bilinirler. Bir bakıma eserleri öne çıksın diye kendilerini yok ederler. Yani yokluk örtüsünün altında, aslında gerçek varlık ortaya çıkar. Dolayısıyla bizim sanatkârlarımız, ilahi bilgiyi ve sanatı bilen kimseler olarak, hakikate sığınarak yokluk içerisinde varlık inşa etmeye çalışmıştır.

S: Vesîletü’n-Necât’ın nüshaları arasında ne gibi farklılıklar var hocam? Bu nüsha farklılıkları Vesîletü’n-Necât için bir avantaj mıdır yoksa dezavantaj mıdır? Bu nüshaların içinden nasıl bir metin ortaya çıkıyor?

C: Tabi şimdi bu, yazma eserlerin hikâyesini anlamakla alakalı bir konu. Süleyman Çelebi’nin yaşadığı 14-15. yüzyılı, o dönemi düşünürsek, bir şair ortaya bir eser koymuştur ve bir başkası da onu çoğaltır. Yani sizin yazdığınız bir eseri, sizin bir öğrenciniz istinsah ediyor. Şimdi eğer bu istinsah eden hattat eğer bilgin ise sizin eserinizde bazı düzeltmeler yapar; eğer cahilse yahut bir hocasının, bir geleneğin etkisi altındaysa kendine göre bazı ilaveler yahut çıkartmalar yapar. Diyelim ki sizden hemen sonra eserinizi âlim bir hattat istinsah ederken tashih eder, düzeltir. Konuyla alakalı bilgisi olmayan ve farklı tesir altındaki bir kimse de ilaveler ve çıkartmalarla istinsah etmiş olsun. Dolayısıyla daha siz başlangıçtaki yazarsınız, ama hemen akabinde sizin eserinizi temel alan metinlerde bile farklılaşma meydana gelmiş oluyor. Zira her çoğaltma orijinalinden uzaklaşma anlamına geliyor.

Öte yandan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i her ne kadar yazılı bir metin olsa da genel itibariyle Mevlithanlar tarafından okunduğu için her Mevlithan bir Mevlid nüshası ortaya çıkartmış oluyor. Dolayısıyla Süleyman Çelebi’nin çokça Mevlid nüshasının olmasının bir sebebi de budur. Bu öyle bir şeydir ki örneğin Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde bulunmayan ama bizim Mevlidlerin çoğunda bulunan “Merhaba Bahri” oldukça uzun bir şekilde bulunur. Bunların çoğunun sonradan ilave edildiğine tanık oluyoruz. Yani nüshaların çok farklı olması hem yazma eserin doğasından kaynaklanıyor hem de dinamik bir kültür olan sözlü kültürle beslenmesinden kaynaklanıyor.

S: Elimizdeki en eski nüsha merhumun vefatına ne kadar yakındır? Bu konuda bilgi olarak nelere sahibiz?

C: Bu konularda bilgi olarak nüshalar üzerinde ilk doktora tezini Merhume Necla Pekolcay Hocahanım yaptı. Necla Hanım İstanbul’daki kütüphanelerde bulunan Mevlid nüshalarını büyük oranda inceledi ve güzel bir doktora tezi ortaya koymuş oldu. Onun hocalarından Ahmet Ateş yine aynı dönemde bir edisyon kritik etti. Birçok çalışmalar yapıldı ve bunlara göre 16. yüzyıla ait nüshalar bulunabiliyor. Yani ilk eserden bir asır sonrasında çıkan nüshalar bulunabiliyor. Ama bunlar ilk nüshaya ne kadar yakın, ne kadar orijinal bu konuda yine de şüpheye düşüyoruz. Mesela geçenlerde yine Amerika’da Türkiye’den giden bir nüshayı arkadaşlarımız bulmuş oldular. Rıfat Kütük Bey bu nüshayı ortaya çıkardı, Fatih Köksal Bey de tanıttı… Bu nüshada bir ketebe, istinsah kaydı yok. Ne zaman yazıldığına dair bir bilgi yok. Arkadaşlarımız kâğıdın türünden, imladan yola çıkarak bulmaya çalıştılar.

S: Malum bu sene Süleyman Çelebi Hazretlerinin vefatının 600. yılı münasebetiyle 2022 yılı Süleyman Çelebi Yılı ilan edildi. Bu ilan bağlamında şu ana kadar neler oldu, neler yapılacak? Bu konuda bize bilgi verebilirseniz seviniriz.

C: Bendeniz resmi bir görevle bu işin içerisinde olan birisi değilim. Süleyman Çelebi’yi ve eserini gönül bağıyla çalışıyorum. Evvela 2022’ye gelmeden evvelki süreci sizlerle paylaşmak isterim.

Evet, maalesef Süleyman Çelebi ve Mevlidi hakkında oluşturulan olumsuz bir imaj var, işte bu metin popüler bir metindir diye, dolayısıyla bu çok önemli bir metin değildir diye bilhassa ilahiyat camiasında inşa edilen bir imaj var. Popüler derken bu basit, sıradan bir metindir diye düşünülüyordu. Akademik anlamda bu metne çalışmaya başladığımızda, bu eserin basit olmadığını, ama sade olduğunu anladım. Basitlik ve sadelik aynı şey değildir. Sıradan ve basit bir metin değil, zira çok zengin bir müktesebatı vardı. En anlaşılması zor, en girift konuyu en uygun lisanla anlatabilmeyi ifade eden ve şiir dilinde, sehl-i mümteni dediğimiz beceriyi gösteren bir şairdir. Bu beceriyi yalnızca büyük şairler gösterebilir. Yunus Emre de bunlardan birisidir. Sade ve samimi bir dille sahip olduğu temel İslami ilimlerin müktesebatını, eserinde verdiğini gördüm. İlim dilini Türkçeleştirme çabasını gördüm. Hasan Ali Yücel “Türkçeyi mabede sokan şair” olarak nitelendiriyor Çelebi’yi. Keza Mehmet Akif’in de “Süleyman Dede ki yükseklerde” ifadesini görünce daha da ilgilenmeye başladım. Daha sonra ise Bursa’ya taşındım ve buradaki ilk vazifem de bir anma etkinliğinde Süleyman Çelebi üzerine konuşmak oldu. Bu süreç bizi, 2007’ye götürdü… O sene Vesîletü’n-Necât’ın temel İslami ilimlerle olan alakasını tebellür etmeye matuf uluslararası bir sempozyum yaptık. Sempozyumda “Vesîletü’n-Necât, ilm-i kelam, ilm-i tasavvuf ve ilm-i hadisle ne derece ilgilidir?” sorusu etrafında konuya baktık. Hakikaten İbn-i Arabî düşüncesini, teo-sofik yahut felsefi-tasavvufi dediğimiz o varlıkla ilgili temel felsefeyi çok iyi kavradığını ama iyi bir muhaddis olduğunu, iyi bir siyer okuduğunu, o dönem için gerekli olan ilmi müktesebatı haiz olduğunu gördük. Özellikle ahlak ilmi konusunda eserin temel bir metin olduğu görülmüştür.

Süleyman Çelebi, Ulu Camii’nin imamı ve imam olmadan önce de Yıldırım Beyazıt’ın divan imamıydı. Eskilerin fakih dedikleri arif bir zat idi. 2007 yılı bizi metne yaklaştırdı. Biz metne hiç bu açılardan bakmamıştık. Kendi ilmi müktesebatımızla metni okuduğumuzda metin bize kendi sırrını açıyor. Şunu gördüm, Süleyman Çelebi ve Mevlidi halk arasında çok bilinmesine rağmen ulema, Süleyman Çelebi ve kendi arasına aşılması güç duvarlar örmüştü ve bu duvarların arkasında, hocalarımızın da telkinleri sebebiyle lisans döneminde ben de vardım. Süleyman Çelebi ve Mevlid’ine kendini çok da yakın hissetmeyen biriydim. Gördük ki bu metin sıradan bir metin değil, o dönemin sosyolojik yapısı içerisinde peygamber sevgisinin bu toplumda mayalanması için yazılmış bir metindir.

2009’da yine bir sempozyum yaptık, sosyal ve beşerî ilimlerle ilişkisini nazar-ı dikkate alan çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar akabinde, Mehmet Akkuş hocamla birlikte üç ciltlik Mevlid Külliyatı’nı hazırladık. Bu kitap, Diyanet Yayınları arasında neşredildi. Yine bu çalışmalara Mehmet Fatih Köksal hocanın Mevlid-nâme’si de katkı sundu. Bu çalışmalar ve Süleyman Çelebi’ye yönelik teveccüh bizi şu düşünceye götürdü: Süleyman Çelebi hakikaten klasik bir şaheser yazdı.

Hiçbir şey yapmasa bile bu şaheserle çokça tercüme edilen ve geniş coğrafyalarda 600 yıldan beri tesiri olan bir metindi. Bu bakış bilimsel bir perspektiften bakmak ve muhtevasını idrak ederek topluma yeniden sunma gereğini ortaya çıkardı ve bunun için de çeşitli çalışmalar yapıldı. Farklı şerhler günümüzde de neşredildi. Bu konuda UNESCO Milli Komite de gayretler göstererek 2022 yılını Süleyman Çelebi’yi anma yılı olarak kutlanmasına katkı sağladı. Sayın Kültü Bakanımız, Hive’de Bursa’yı Türk Dünyası Kültür Başkenti ve 2022 yılını da Süleyman Çelebi Yılı ilan etmiş oldular. Demem o ki, bu yılın ilanının 2007’den bu yana gelen bir süreci var. İlan edildi ama bir hazırlık yapıldı mı? Maalesef bu ilanlardan sonra bunların üniversiteler ve sivil toplum kuruluşları tarafından sahiplenilmesi hususunda istenilen noktada değiliz.

Öte yandan yeterince sahiplenilmediği zaman böyle anma yılları ilan etmek o değerin çok çabuk tüketilmesine de sebebiyet verebiliyor. Oysa üniversitelerin ve STK’ların bu konular üzerinde çalışmalar yapması gerekiyor. 2021’de biz bir belgesel hazırladık ve şimdilerde büyük oranda bitmek üzere. Bu belgesel, kaynak eser niteliğinde kalıcı bir yapım olacak inşallah. Öte yandan YTB de yakın zamanda bir kitap neşredecek. Bu konuda yerel yönetimler de samimi işler yapıyor. Örneğin Esenler Belediyesi ve Sultanbeyli Belediyesi, Süleyman Çelebi konulu oldukça samimi çalışmalar yaptı. Sempozyum ve proje olarak ele aldılar konuyu. Sonunda da kitap neşredilecek. Büyük ve kapsamlı çalışmalara örnek olarak ise TUBA, TDK ve Bursa Uludağ Üniversitesi ortaklığında ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin himayesinde ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da katkısıyla 16-18 Eylül tarihleri arasında uluslararası bir sempozyum olacak. Süleyman Çelebi’nin huzurunda bir kutlama ve anma programı ile başlayacak olan program ertesi gün tebliğ bildirimi ve nihayetinde yedi farklı dilde okunan Mevlid ile sona erecek.

S: Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı üzerine bazı şerhler yapılmış. Bunlardan biri olan Hüseyin Vassaf’ın şerhi neredeyse Vesîletü’n-Necât metninin çok daha fazlasına tekabül ediyor. Bu şerhler hakkında da bilgi verebilir misiniz?

C: Hüseyin Vassaf Efendi geleneksel kültürü içselleştirmiş, Sefine-i Evliya gibi devasa bir külliyat ortaya koymuş. Ama bunun yanında tasavvuf kültürü hakkında yazılar kaleme almış ve de divanı da bulunan bir şairdir. Vassaf’ın Mevlid şerhi Gülzar-ı Aşk adıyla günümüzde de neşredilmiş oldu. Bunun yanında Cabbarzade Mehmet Arif Bey’in de kısmi bir şerhi vardır. Şerh her zaman ana metinden fazladır. Şârih, yarıcıdır. Lafzı yararak, taşıdığı manayı ortaya çıkarma niyeti vardır. Böylece o, halk katmanlarının manayı daha iyi kavramasını arzular. Bu çerçevede Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı hakikaten Cabbarzade’nin “Îzâhü’l-Merâm Alâ-Vilâdeti Seyyidi’l-Enâm” adıyla neşredilen şerhini de okuduğunuzda her iki eserin de önemli ve güzel metinler olduğunu görürsünüz. Peki, bu şerhler çağdaş insanının idrakine sunulmak üzere günümüzde de yapılamaz mı? Bu sorudan yola çıkarak günümüzde de Prof. Dr. Âlim Yıldız hocamızın editörlüğünde kolektif bir şerh çalışması yapılıyor.