Ne Dediler?

Ezgiler ve marşlar uzunca bir dönem Türkiye’deki Müslüman camianın sesi oldu. Siyasi, iktisadi, içtimai ve ahlaki sorunların; dönüşüm taleplerinin yüksek sesle ifadesi olmasının yanı sıra iman ve ibadet yönüyle de günlük hayatımıza tesir eden sözlü ürünler olarak nesilden nesle aktarıldı.

Birçok albümün müzik yönetmenliğini, aranjörlüğünü, söz yazarlığını ve yorumunu yapan sanatçılara ezgilerin doğuşunu, topluma etkisini ve günümüze yansıyan yönlerini sorduk.

İNSİCAM

-I

Hakan AYKUT

S: Sayın Aykut, ortaya konan ürünlere farklı adlandırmalar yapılıyor. Siz yaptığınız çalışmaya ne isim veriyorsunuz ve bu akımın oluşumu hakkında ne söylersiniz?

Öncelikle zamanla galat-ı meşhur olmuş, “Ezgiler” adlandırılmasıyla ilgili konuşalım. “Ezgi”, melodi manasındadır. 80’li yıllarda yapılan bant tiyatrolarının arasında yer alan müzikler içerisinde hem marş tarzında hem de daha duygusal melodilerden oluşan müzikler yer almıştı. Zamanla bu müziklerin ayrıca yayınlanması talebi oluşmuş ve hepsi bir albümde toplanmıştı. Fakat bu albüm, bir bant tiyatrosu değil müzik albümüdür. Bir isim vermek istemişler ve o zamanın diğer müziklerine benzemeyen, kendine özgü, batı-doğu sentezi olan, özgün melodilerden oluşan bu müziklere, “ezgiler” demişler. Bu ismi veren de şair-yazar Ahmet Mercan ağabeyimizdir.

Vaktiyle rahmetli Barış Manço’nun bir röportajını okumuştum. Kendi tarzıyla alakalı şöyle bir soru sorulmuştu: “Yaptığınız müzik pop değil, türkü değil, sanat müziği değil. Siz, ne tarz müzik yapıyorsunuz ve nasıl isimlendiriyorsunuz?”

Cevabı ise şöyleydi: “Benden sonra dinleyicilerim benim müziğime, Barış Manço müziği demeleri yeterlidir.”

Aynı şekilde, müziğin tek bir adı vardır; o da sadece “müzik”. Her sanatçının ayrı bir müzik tarzı vardır ve müzik, sadece icracısıyla birlikte anılmalıdır. Bunun dışında kalan tüm adlandırmalar, “galat-ı meşhur” cinsindendir. Mesela Türk Sanat Müziği. Tüm müzikler, zaten bir sanattır. Roman da bir sanattır. Sanat romanı olmayacağı gibi, sanat müziği de olamaz. Bir zamanlar hafif Türk müziği diye isimlendirilmiş bir müzik tarzı vardı. Aynı şekilde “türkü”, “Türk Halk Müziği” gibi neredeyse tüm isimlendirmeler galat-ı meşhur olmuş, yanlış bir biçimde kullanılması sonucu, doğrusunun yerini almıştır.  

Gelelim “yeşil pop” yaftasına. Bu, bir isimlendirme değil basitleştirme ve alay etme amaçlı bir yaftadır. Yeşil sermaye, yeşil medya gibi yaftalar, yıllarca dindar camianın tüm araçları için kullanıldı. Fakat ne acıdır ki, yeşil sermaye ismine karşı çıkan medya kurumlarımız, başka bir sayfasında yeşil pop ismini kullandılar. Bizim entelektüel yazarlarımızın bir kısmı da bu modaya katılıp, iyisiyle kötüsüyle, aynısıyla farklısıyla tüm sanatçıları bu yaftaya maruz bıraktılar.  Bu durum da maalesef sadece bize özgüdür.

Özetle, müziğin bir tek ismi vardır ve sanatçısıyla birlikte veya onun verdiği bir isimle anılmalıdır.

S: Yıllardır bu işin içindesiniz. Karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Bunlarla nasıl baş ettiniz?

Dindar kesimde, sosyolojik ve tarihsel sebeplerden dolayı bizim zamanımıza kadar yansıyan bölümde müzik büyük bir kesim tarafından haram sayılmıştı. Çoğu kez fasıklık, münafıklık gibi ithamlarla suçlanmıştık. Bundan dolayı olsa gerek, müzisyen yetişmemiş, müzik yapanların önü öyle veya böyle sebeplerden dolayı kesilmişti. Ali Fırat ile konservatuara gidip bize eşlik edecek müzisyen aradığımız dönemler bile olmuştu.

En önemli zorluk ise halis niyetlerle yapmaya çalıştığımız ve henüz tecrübesi yeterince oluşmamış bir müzik camiasına verilmesi gereken medya desteği bir tarafa, destek beklediğimiz kurumlardan ve aydınlarımızdan köstek yemiş olmaktır. Bu durum da bu müziğin güncellenerek gelişmesine ve yeni sanatçıların ortaya çıkmasına mâni olmuştur. Geldiğimiz durum ortadadır. Yıllarca gençlerimiz öyle olmasın diye uğraştığımız modeller, bugün gençlerimize sanatçı örneği olarak sunulmuştur.

S: Müzikle ilgili için gelecek nesillere yönelik neler yapmak gerekir?

Bir zamanlar müziğin haram sayıldığı o dönemden buraya geldiğimiz noktada çok müzisyen yetişti. Öncelikle bizim yaşadığımız tecrübelerden dersler çıkartılması ve bu kardeşlerimizin bu zorluklarla karşılaşmadan her şekilde desteklenmesi gerekir. Bizim karşılaştığımız aşağılık komplekslerinin kurbanı olmamaları gerekir.

Marifet, iltifatla gerçekleşir. Müzik de desteksiz gelişemez. Yeni gençlerin yetişmesi, gelişmesi, yaptıkları müziğin güçlenmesi ve kitleleri harekete geçirebilmesi için gereken her şeyi yapmamız gerekir. 80’li yıllarda doğan ve henüz emekleme aşamasında boğdukları bir bebeğin başına gelenler, bu gençlerden uzak olmalıdır.

-II-

Aykut KUŞKAYA

S: Sayın Kuşkaya, ortaya konan ürünlere farklı adlandırmalar yapılıyor. Siz yaptığınız çalışmaya ne isim veriyorsunuz ve bu akımın oluşumu hakkında ne söylersiniz? Bugün geriye dönüp baktığınızda, gelinen nokta hakkında -nitelik, nicelik ve içerik açısından- neler söylersiniz?

80’li yılların sonları ve özellikle 90’larda, aslında “nevzuhur” bir tarz olarak ortaya çıktı ezgiler. Bin yıldır Kur’an kıraati, ezan ve salavatlar duymaya alışmış ve bunun dışındaki nağmelere mesafeli yaklaşmış toplumumuz için yadırganan, fakat gençler tarafından çokça sahiplenilen bir tarz oldu.

Bendeniz de dâhil olmak üzere; inanan ve müzikle uğraşan, yaşadığı dünyaya dair sözü olan gençlerin yaptığı çalışmalar olarak başladı. Zaman içerisinde vasat hatta kötü sayılabilecek çalışmalar yanında, günümüze kadar gelip hala dinlenen, gönül dünyamızda iz bırakan eserler de ortaya çıktı.

Bir fikrin, ideolojinin veya bir partinin bayraktarlığını yapmak ise başka bir kulvar. Asgari paydadaki büyük müştereklerin peşindeyim ben. Bunu yaparken de inancım ve yaşam tarzım, yıllardır beni takip edip eserlerimi bilen kitleyi oluşturuyor elbette.

“Dinleme keyfi” dışında bir hayata dokunabilmek en önemlisi. Bilmesek bile o kadar çok insanın hayatına dokunuyoruz ki… Sözümüz, söz oluyor insanlara; sesimiz ses. Eserlerimizle moral buluyor, seviyor, seviliyor ve derdimizle dertleniyorlar. Şarkılarımla tanışıp evlenen insanların nikâh şahidi oldum defalarca. Zaman zaman böyle insanlarla tanışıp, hikâyelerini dinlemek gurur veriyor.

S: Bu tür çalışma yapan sanatçıların beslenme kaynakları nelerdir sizce? Bir de kendi kuşakları ve sonraki kuşak üzerinde nasıl bir etki bırakmışlardır?

Sanatın bir arayış yolculuğu olduğunu içselleştirmiş ve arayışı hâlâ süren biri olarak, tek bir tarza bağlı kalmayı kısır döngü olarak görüyorum. Kendimi bildim bileli bir insana ait hemen her duyguya ve yaşanmışlığa yer vermeye çalıştım eserlerimde.

Ölüme, doğuma, aşka, ayrılığa, anneye, babaya, çocuğa, vatana, Çanakkale’ye, 15 Temmuz’a, akşamlara, gecelere, gün doğumlarına, kuşlara, denize, İstanbul’a, arkadaşlığa, dostluğa, varoluş sorgularına, yakarışa, duaya, yaşam savaşına, toprağa, taşa, göğe, yıldıza, Filistin’e, Bosna’ya, Kudüs’e, sevgiliye ve sevgililer sevgilisi Efendimize (s.a.v) besteler yaptım. Değerli üstadlarımızın ve özellikle medeniyet şairlerimizin şiirlerini notalarla buluşturdum. Ezgi, marş, ilahi, türkü, sanat müziği, özgün ve pop tarzlarında eserler verdim.

Kendi yazdığım sözler yanında, değer verdiğim ve sözlerinde kendimi bulduğum kıymetli şairlerimizin sözlerini besteliyorum yıllardır. Söz konusu “şair sözü” olunca sesin ve sözün ahengi daha çok önem kazanıyor. Söze uygun melodiler kullanmalı ve şiirin bütünlüğünü asla bozmamalısınız. Bu iki unsur yerine getirilirse ortaya çıkan eser, tek başına enstrümantal bir müzik veya salt şiirin ifade ettiğinden çok daha güçlü olarak çıkıyor karşımıza. Oluşan bu sinerjinin takdiri elbette ve her zaman dinleyicilerimize aittir.

Bunca yıl sonra dinleyenlerimin, beni tüm bunların hepsiyle var olan, yaşadığını ve hissettiğini anlatan bir sanatçı olarak kabul ettiğini varsayıyorum. Kuşakların yenilenmesiyle birlikte, onca yıldır bizi dinleyen, bir şekilde kendilerine ses ve soluk olduğumuz kıymetli dinleyenlerimizin çocuklarından da bizi bilen, eserlerimizi ezberleyen, konserlerde bizimle birlikte söyleyerek eşlik eden insanların varlığını görmek onur verici.

S: Yıllardır bu işin içindesiniz. Karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Bunlarla nasıl baş ettiniz?

Her sanatçının, anlaşılmak gibi bir derdi vardır. Ve kendini ifade ederken, üstad Necip Fazıl’ın müthiş tespitiyle: “Polis tavrı gibi delillerle değil, hırsız gibi menfezlerden, dehlizlerden, gölgelerden ilerler sanat.”

Sözü, bestesi ve yorumu ile yaptığımız iş, objektif veya nesnel değil.  Bir şarkı birini hayata bağlarken, diğerinin ilgilenmediği bir müzik olabilir. Hatta aynı kişi, aynı eseri farklı zamanda ve farklı ruh hallerinde dinlediğinde bile kişi üzerinde bambaşka etkiler bırakacaktır. Zaten subjektif olup, etkisi kişiden kişiye göre değişen bir kulvarda yol almakla birlikte, anlaşılmadığımız veya gereksiz yere sertçe eleştirildiğimiz yerde sorun başlıyor demektir.

Bir düşünceye yoğunlaşmak veya tam tersi kafanızı boşaltmak için müzik dinleyebilirsiniz. Eğlenmek için veya bile bile canınızı acıtmak için de. Kitlelere hitap eden bir marşa eşlik ederken de bulabilirsiniz kendinizi, içinizin derinliklerine yol alırken bir başınızayken de. Bence asıl olan, müziğin sizi kötümser bir halde ele geçirmesine ve sürüklemesine izin vermemektir.

Birkaç notanın, onlarca söz yığınından etkili olduğu zamanlar vardır. Ki müziğin gücü ve kanıtlanmış araştırmalarla tedavi edici etkisi, tam olarak buradadır.

Müzik, özellikle beste ve altyapı kurgusu çerçevesinde “moda” unsurlardan biridir. Bırakın yüzyılları, neredeyse on yılda bir aranan, beğenilen, takip edilen müzik tarzları değişkenlik gösterir tüm toplumlarda. Nostaljik duygusallıkları ve hatıraları bir yana bırakırsak, otuz sene öncesinden sözü, bestesi, yorumu bana ait olan -mesela- “Umut Sancısı”nı şu anda dinlemek, bana bile keyif vermiyor. Unsurları ve teknolojisi itibariyle demode oldu artık bu müzik. Zaman zaman eski eserlere yeni bir altyapı kurgulayıp, tabiri caizse ‘bitpazarına nur yağdırılması’, tamamen bu yüzdendir.

Nihayetinde; geriye dönüp baktığımda tam otuz beş yıl geçtiğine inanmak zor aslında. Hele de kendimi bu yaşımda bile hala yolun başında hissederken… Eser yazmayı, şiir bestelemeyi, bir hikâyenin anlatıcısı olmayı, sözü ve notayı bir ahenk içerisinde buluşturmayı çok seviyorum. Kendimi ifade ediş ve tanımlama yolum bu.

Kendimi bildim bileli tek amacım; duygu ve düşüncelerimi, yaşadıklarımı ve yaşayamadıklarımı anlatmaktır müziğimle. İnsanların duygularına tercüman olmak sonra. Ve nihayetinde insanları birbirine sevdirmek. İki insan veya binlerce insan. Bir başarı veya mutluluk varsa eğer, bu noktadadır.

Gönlümden geçenleri, gönül vererek insanların gönlünü almaya ve hayatlarına dokunmaya çalışıyorum. Kendi tarzında eserler veren, Rabbim sağlık ve ömür verdikçe buna devam edip insanlarla paylaşmayı can-ı yürekten dileyen bir adamım. 

Bu anlamlı röportaj için teşekkür ediyor, dergimizde emeği geçen dostlarımıza, kıymetli okur ve dinleyenlerimize içtenlikle selam ve muhabbetlerimi sunuyorum.

-III-

Murat Polat

S: Sayın Polat, ortaya konan ürünlere farklı adlandırmalar yapılıyor. Siz yaptığınız çalışmaya ne isim veriyorsunuz ve bu akımın oluşumu hakkında ne söylersiniz?

Sorunun son kısmından başlayacak olursak bu müziğin başlangıcı, seksenlerin ortalarına doğru sosyal ve politik alanda topluma Müslümanca ve özgün bir söz söylemenin derdinin ve çilesini çekildiği dönemlere denk gelir.

Bu derdi, çileyi çeken ve görece geleneği yeterince aksiyoner bulmayan dönemin gençlerinin yürüyüşüne bir şeyler eşlik etmeliydi. Zira kadim geleneğimizden gelen ilahiler bu yürüyüşe eşlik ediyor olsa da daha güncel, daha diri soluklu, daha dinamik ve anlaşılır eserlere olan ihtiyaç bant tiyatrolarının ve bunların içerisindeki müzik eserlerinin oluşmasına sebep oldu.

Bu kasetler ve içlerindeki müzik eserleri çok beğenilip toplum tarafından kabul görmeye başlayınca sadece müzik eserlerinden oluşan kasetler yapma fikri gelişir ve kasetler çıkmaya başlar. Bizim de 1993 yılında çıkan “Şehadet Vakti” isimli albüm ile içerisine dâhil olduğumuz bu süreçte ortaya çıkan eserler çok beğenildi ve kabul gördü. Aslında bu süreç, kendinden çok zarurete binaen gelişen organik bir süreçtir.

Bu eserler artık iyice benimsenip ülke sathında görünür olmaya başlayınca her yeni ve farklı işte olduğu gibi linç etme, yok sayma, küçümsemeler başlar.

Tabiidir ki ortaya çıkan bu yeni şeyin bir ismi olmalıdır. Lakin “şarkı” denilemez çünkü çağrıştırdığı anlam dünyası o günün Müslümanları için kabul edilebilir değildir. “Türkü” de öyle. Bu yüzden değişik dönemlerde değişik isimlendirmeler yapılır. Kimisi renkli birtakım isimler verir, kimisi çağdaş ilahi der, kimisi özgün müzik der ve en son günümüze kadar ulaşan ve kullanılmaya devam edilen “Ezgi” terimi kullanılmaya başlanır ki bu terim yaptığımız müziği temsil etme noktasında eksik ve sorunludur.

Burada aslında yaptığımız şeye isim verme, kategorize etme telaşına düşmek yerine, ortaya çıkan eserler anlam dünyamızda nereye denk düşüyor, yaptığımız eserler bizden bir iz taşıyor mu taşımıyor mu sorusunu sormak daha elzem ve anlamlıdır.

Yoksa isim ve terminoloji problemi sadece içerisinde faaliyet gösterdiğimiz müzik alanına has bir problem değil, ülkemizde icra edilen birçok köklü müzik tarzlarının hala çözemediği bir problemdir. Örneğin “Türk Halk Müziği” halkındır da “Türk Sanat Müziği” halka ait değil midir? Ya da “Türk Sanat Müziği” sanatsal bir müziktir de “Türk Halk Müziği” sanattan eser taşımıyor mudur? Pop müzik kimin popüleridir? Tasavvuf müziği sadece tasavvuf erbabına ait bir müzik midir?

Bu isimlendirmelerin yetersiz ve kusurlu olduğu onlarca yıldır ehilleri tarafından tartışılmakta ve bu köklü müzik tarzları kendi içerisinde onlarca terminolojik problemi barındırmaktadır.

Bu isim ve terminoloji problemleri sanki bir tek henüz emekleme aşamasında olan bu müzik tarzına aitmiş gibi linç etmeye çalışmak insafsızlık olur.

Bırakalım isteyen istediği isimlendirmeyi yapsın. İleride köklü bir müzik alanı olmaya başladığında bilim dünyası ve akademisyenler bilhassa müzikologlar nasılsa bir tanımlama getirecek ve uygun bir isim bulacaklardır.

Biz şu soruyu kendimize soralım: Aidiyetimiz ve kimliğimiz temelinde, oluşturmak istediğimiz düşünce evreninde bu eserler nereye oturuyor?

Bizi temsil edebilecek doğru eserler üretebiliyor muyuz?

Söz ve beste birbirine uymuş mu ve ortaya çıkan eser bizim duygu evrenimizde bir yere denk düşüyor mu?

Eserin gerek enstrüman gerekse ses icrası noktasında eksiğimiz var mı? İşimizin hakkını verebilmiş miyiz?

Sanatta önemli olan bir iz bırakmaktır. Eserlerimiz günümüze iz bırakabiliyor mu ve gelecek nesillere bir iz taşıyabiliyor muyuz?

Eğer bu sorular ve endişeler temelinde sanatımızı icra eder söz söylemenin bir sorumluluk olduğu bilinciyle hareket eder, görmezden gelinmez ve yer yer boğulmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılmazsak sorunuzda belirttiğiniz gibi belki bir “akım” oluşturabiliriz. Ve bu akım ne büyük hayırlara vesile olur bir bilseniz…

S: Bugün geriye dönüp baktığınızda, gelinen nokta hakkında -nitelik, nicelik ve içerik açısından- neler söylersiniz?

Öncekiler çok iyiydi şimdikiler çok kötü ya da öncekiler çok kötüydü şimdi çok iyi gibi bir ayrımı doğru ve anlamlı bulmuyorum. Yapmaya ve oldurmaya çalıştığımız sanatımızın gerek içerik gerek teknik olarak eksikleri, noksanları artıları ve eksileri olsa da bu bir yolculuk ve bizler de yolda oldukça yaşıyor, tecrübe ediniyor, öğreniyoruz. Belki şu soruları sormak daha anlamlı:

Üretimlerimiz, bizi ve dinleyenleri neye benzetiyor?

Geri dönüp baktığımızda sanatımız müspet bir noktaya ulaştı mı ve bu sanatın söyleyeni ve dinleyeni getirdiği nokta nedir?

Bu eserler dinleyenlerde ve bizlerde melankolik durumlar mı oluşturuyor ki bu sanatta ortaya koymak istediğimiz yürüyüşün hilafına bir durumdur mudur yoksa bir ruh diriliği mi taşıyor içinde?

İlk dönem yapılan eserlere baktığımızda yalın, içten ve kolay ezberlenebilir eserler ortaya konulup kabul görse de sonraki dönemlerde iş endüstriyel beste üretimine dönmeye başladığı için ruh dağınıklığı içerisinde üretilmiş eserler de oldu ama yansıma bulmadı.

Biz, dirilik ekseninde ve ayakları yere sağlam basan üretimler yapmak durumundayız. Evet kişisel duyguları ifade eden eserlerimiz de olabilir ancak bu bir anlam dünyasına işaret etmeli ve orada anlam bulmalıdır.

Başka bir açıdan bakacak olursak üretimlerimizi müzik ve söz yazım tekniği açısından kusursuz bir ölçüye vurduğumuzda eksik kalan yanları da oluyor, tam olanları da.

Lakin şunu da tecrübe ettik ki amatörlük dezavantajmış gibi görünse de kendi içinde bir takım artı yönler de taşıyor. Mesela hikâyesi candan olan eserler var ki bizler hep bu sahici hikâyeyi devam ettirmeye gayret ettik ama bakıyorsunuz teknik olarak eksik ama o eser o haliyle güzel ve o haliyle bir kişilik, kimlik taşıyor.

Şair-Bestekâr İzzet Okumuş üstadın dediği gibi:

“İyi atlara binip giden iyi adamların ardından söylenen ezgilerle başladı her şey.”

S: Bu tür çalışma yapan sanatçıların beslenme kaynakları nelerdir sizce? Bir de kendi kuşakları ve sonraki kuşak üzerinde nasıl bir etki bırakmışlardır?

Bir yazarın “Müzik toplumsal trajedilerden beslenir” diye bir sözü vardı, dikkatimi çekmişti. Sanatçı yaşadığı çağdan, toplumdan ülkenin geçtiği politik, ekonomik ve kültürel gelişimine bigâne değildir ve aynı zamanda bunlardan beslenir. İçerisinde bulunduğumuz müzik alanı özelinde konuşacak olursak bu müzik tarzı genel anlamda “dini” bir müzik olsa da büyük bir oranda politiktir. İçerisinde sahici hikâyeleri barındıran, yaşanmışlığı olan, kişisel ve toplumsal travmaları, olayları içerisinde barındıran bir müzik türüdür. Tıpkı halk türküleri gibi. Akademide “Türkü” tanımı şöyle yapılır:

“Yaşanmış olaylar üzerine yazılmış sahibi belli olmayan, zamanda derin, mekânda yaygın bir müzik türüdür”. Aslında birçok yönüyle bizim eserlerimizi anlatan bir tanımlama. Örneğin Şehid Fuat Çağlar’ın hikâyesi ne kadar sahici bir hikâyedir ve bu hikâye sanatı beslemiştir ve nihayetinde “Ardından” isimli abide bir eser oluşmuştur. Kim bilir belki on yıllar sonra Şehid Bahattin Yıldız’ın konu olduğu “Son Defa” isimli eser tıpkı halk türküleri gibi radyolarda icra edilecek ve kitlelere mal olup arşivlenecek.

Bu eserler de tıpkı türküler gibi tarihi birer vesika özelliği taşır.

Geçmiş dönemde ve bugün, bu eserleri dinleyen insanlar üzerinde derin tesirler bırakmasının nedeni, bu eserlerin bir neslin bilincini inşa etmesidir kuşkusuz. Evet belki biraz iddialı oldu ama doğrudur. “Bu eserler bir neslin bilincini inşa etmiştir ve hala etmeye devam etmektedir” İnsanlar üzerinde olumlu etki bırakmasının başka bir nedeni de o dönemlerde kişisel dünyasında bir anlam arayışında olan ya da çok yoğun duygular içerisinde olan ve o duyguları derinlemesine hisseden insanların kişisel hikâyesinde bir yere, bir boşluğa denk gelmesindendir.

S: Yıllardır bu işin içindesiniz. Karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Bunlarla nasıl baş ettiniz?

Tabii ki en başında maddi sıkıntılar. En başından beri fiziki ve maddi imkânlardan yoksun olmak ve yaptığımız her şeyin bedelini bizim karşılıyor olmamız yavaşlamamıza, sürekli yapmak istediğimiz işleri ertelememize sebep olan ve bizi yoran bir unsur oldu.

Onun haricinde Ramazan’a ve belli başlı birtakım gündemlere hasredilmek, ülke sathında senenin tamamına yayılan bir kültür sanat haritası içinde bir yer edinememiş olmak.

“Ramazan ve diğer günler” gibi laik bir tasnifin içerisinde hapsolmak sadece bizim iyi çalıp iyi söylemememizle değil görünür olup olmakla ilgili bir durum.

Bu müzik çok geniş kitlelere ulaşabilir, desteklenerek özel ve seçkin bir müzik alanı oluşturulabilirdi ama “ağacın kurdu içinde olur” misali beraber aynı hikâyeyi paylaştığımız insanlar bile bu işe omuz vermekten hep imtina ettiler.

Kültürel olarak geleceğe karşı sorumluluk duygusu ile bu işi geleceğe taşımalıyız diyen insanımız ya olmadı ya da çok az oldu maalesef.

Bunlarla nasıl mı baş ettik? Baş etmedik. Sineye çektik, kabullendik.

S: Kimler dinliyor sizi? Dünkü dinleyici kitlesi ile bugünkü arasında bir fark var mı? Ne dersiniz?

Yankısı bir yerde hapsolan, marjinal eserler üretmeyi her zaman sorunlu gördük. İmandan, adaletten ve merhametten yana, vatan ve ümmet bilinci olan, memleketin ve insanlığın yarınına dair söyleyecek sözü olup dert çeken, derdi olan, soran, sorgulayan, kitapla her daim haşır neşir her Müslüman’ın kişisel yolculuğuna eşlik edebilecek, düşünce dünyasına katkı sağlayabilecek eserler üretmeye gayret ettik. İlk dönem eserlerimizle hemhal olmuş dostlar hala bizi takip etmeye devam ediyorlar ve onların tavsiye ve telkinleriyle çocukları da başta olmak üzere hatırı sayılır bir genç kitle bizi tanıyor ve takip ediyor. Lakin bununla yetinmiyoruz. Gençlerin dünyasında daha fazla olmalı ve onlarla daha fazla buluşmalıyız.

Zira eserlerimizin her yaştan insana söyleyeceği bir şeyler olduğu kanaatindeyiz.

-IV-

Abdullah Taşkıran

S: Sayın Taşkıran, ortaya konan müzik eserlerine farklı adlandırmalar yapılıyor. Siz ne isim veriyorsunuz ve bu akımın oluşumu hakkında ne söylersiniz?

Müslümanların müzik geleneğine baktığımızda tasavvuf musikisi ve ilahiler dışında farklı bir tarz göremiyorduk.  90’lı yıllardaki siyasal ortamda özellikle gençlik hareketleri içerisinde ilk başlarda marş tarzında eserler ile başladı bu akım. Hareketli gündem içinde, karşı cenahın yaptığı etkinliklerde söylediği marşlar ve müziğin etkisi belki bizleri de tüm zorluklara rağmen bu tarz eserler üretmeye zorladı.

Özel radyoların kurulmaya başladığı ve toplumun da merakını olağanüstü bir şekilde celbetmeye başladığı bu dönemde; Müslüman toplumun ve ailelerin dini hassasiyetlerle çocuklarını ve gençlerini müzik ve eğlence ortamlarından uzak tutma direnci, bu dönemde İslami içerikli marşlar ile kırılmaya başladı.

Ümmet bilincinin oluşmaya başladığı bu dönemlerde dünyanın değişik bölgelerinde yaşanan mücadeleler ve o bölgelerde Müslümanlar tarafından seslendirilen marşlar, gençliğin gündemine girmeye başladı. Bunun sonucu olarak marşlarla birlikte müziğe ilgi duyan bir kitle oluştu. Yetenekli gençlerin önce salon programlarında seslendirmeye başladığı eserler, bir ileriki aşamada önce müziksiz olarak daha sonra da enstrümanlar eşliğinde kasetlere taşındı.

Mutlaka bir isim vermek gerekirse bu isimlendirmenin tarz üzerinden yapılması gerektiğini düşünüyorum. Marş ise İslami marş, ezgi ise İslami ezgi ya da türkü kavramının kullanılmasında problem yok. Yeter ki İslam’ın güzele bakışını yansıtsın.

S: Bu tür çalışma yapan sanatçıların beslenme kaynakları nelerdir sizce? Bir de kendi kuşakları ve sonraki kuşak üzerinde nasıl bir etki bırakmışlardır?

Yukarıda da belirttiğim gibi marş ve sonradan ezgi de denilen bu türün beslenme kaynağı, dünya genelindeki İslami hareketler ve mücadeleler oldu. Ne sanatçılarımızda ne de dinleyicimizde müzikal hassasiyet söz konusu değildi ilk zamanlarda. Ortak duyguların bir nağme eşliğinde paylaşılması şeklinde oldu. İlk çalışmaların yapıldığı bu dönemlerde, duygulara doğrudan hitap eden bu eserler ve albümler sınırlı sayıda olduğu ve alternatif müziğe Müslümanlar soğuk durmaya devam ettikleri için çok fazla da bilinçli olmayan bir rağbet yaşandı. Hassasiyetlerine hitap eden eseri dinleyenler ne müzikal anlamda ne de eğitimli ses anlamında bir beklentiye girmediklerinden her çıkan albümü dinledi ve eserleri ezberlediler.

Gerek sanatçı gerekse albümlerin çoğalması sonrasında yavaş yavaş dinleyicide seçicilik başladı. İlk kuşak, ilk göz ağrıları olan sanatçıları takip etmekte istikrarlı davranırken sonraki kuşakların beklentileri ve seçiciliği de yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Sürekli mesaj verme kaygısıyla üretilen eserler de yeni neslin bu müzik tarzına uzak durmasında bir sebep oldu. Gerek eser sözleri ve müzikal kalite gerekse sanatçıların ses, tarz ve yorumları da yeni neslin bu seçiciliğinde etkili oldu. Zaman içerisinde eserlerin içerik ve tarzları “Yeşil Pop” kavramını ortaya çıkardı. Toptancı bir yaklaşım ile diğer camianın verdiği bu isim, İslami içerikli eserlerin ve camianın adı olarak kullanılmaya başlandı.

İlk dönemlerde bestelenen eserlerin dinleyicide karşılık bulmasının bir sebebi de edebiyat dünyamızda epey birikmiş olan kaliteli şiirlerin seçilmesidir. Bu seçim, dinleyiciyi bu müziğin kendisine bağlamıştır. Zaman içerisinde tüketilecek malzeme kalmayınca -aynı zamanda ilk dönemlerdeki dünya gündemi de değişmeye başlayınca- hazır bu işe başlamışken devam ettirelim düşüncesiyle güncel dünyevi meselelerin konu edinildiği eserler, ilk eserlerin dinleyici kitlesi tarafından yoğun bir eleştiriye tabi tutuldu. Özellikle 28 Şubat dönemi ile birlikte yeni kuşakla müzik camiamızın bağlantısı hemen hemen tamamen koptu diyebiliriz.

Bu süreçte bizler gibi alaylı tabir edilen sanatçılar yanında mektepli sanatçılarımız da yetişti. Eserler teknik anlamda ilk dönemlere göre çok daha kaliteli üretilmeye başlandı. Ancak bu sefer de yüreklere dokunup iz bırakamadı.

Görebildiğim kadarıyla samimi bir niyetle üretilmiş eserler kalıcı oldu. Gündemden pay kapmak amacıyla üretilen eserler ise kasetlere ya da cd’lere hapsolup unutuldu.

Son birkaç yıldır büyük çoğunluğunu ilk dönem sanatçılarının oluşturduğu ve genelde ilk dönem eserlerinin seslendirildiği etkinliklerle tekrardan bir dinleyici kitlesi oluşturma çabaları devam etmekte. Elbette her sanatçımızın kendine has bir tarzı var ve olmalı da. Camiamız sanatçıları arasında bir birlik oluşturma gayretleri bugüne kadar maalesef olumlu hiçbir sonuç vermedi. Bazı sanatçılarımızın bağlı oldukları cemaat yapıları da bu birlikteliğin sağlanamamasında etkili oldu.

90’larda köklü bir temeli olmadan büyük çabalarla ortaya çıkan ve ayakta kalmaya çalışan bu camiayı maalesef el birliği ile yok etmeye devam ediyoruz.

S: Bu süreçte karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Bunlarla nasıl baş ettiniz?

Üniversite yıllarındaki hareketli süreçte ortak duygularımızdan doğan güfte ve bestelediğimiz eserler, kendimizi İslami müzik camiasında bulmamıza neden oldu. Gerek okulda gerekse salon programlarında seslendirdiğim eserlerimin beğenilmesi, bu eserlerden bir albüm oluşturma fikrini doğurdu. Gençlik hareketlerine ağırlık veren Müslüman Genç dergimizin o dönemdeki Genel Yayın Yönetmeni Sinan Aktaş ağabeye fikrimi söyledim. Albümü çıkarıp dergi aracılığıyla kendi camiamızla paylaşmayı düşünmüştük. Tam hazırlıklara başlayacağımız süreçte maalesef dergimiz kapatıldı. Bu nedenle albüm yapma fikrimiz askıda kaldı. Yaklaşık bir yıl sonra bu fikri hayata geçirme imkânımız doğdu ve ilk albümüm olan Şehadet Vakti’ni çıkardık.

Albümde kendi eserlerimin yanında kendi camiamızın salon programlarında seslendirilen birkaç eseri de bir araya getirdik. Albüme aranjör Hakan Aykut’un yanında Abdülbaki Kömür ağabey okuduğu şiirlerle, Taner Yüncüoğlu ağabey de Şehitler Ölmez eserini seslendirerek katkıda bulundu.

Müzikal anlamda sadece Allah vergisi güfte, beste ve yorum yeteneğimiz dışında (tabii ki varsa) hiçbir altyapımız olmadan başladığımız bu yolculuk, ikinci albümümüz olan Kan Toprağa Düşünce’de Grup Genç adı altında yetenekli arkadaşlarla devam etti.

Bu süreçte yaşadığımız en büyük sorun, eserlerde kullandığımız enstrümanlara yönelik temeli olmayan eleştiriler oldu. Bir taraftan enstrümanların caiz olup olmadığı tartışma konusu olurken diğer taraftan çıkarılan albümde enstrümanların sesi bastırdığı bu nedenle mesajın arka planda kaldığı gibi eleştirilerle karşılaşıyorduk. Yine eser sözleri ile ilgili olarak da çok ilginç eleştiriler alıyorduk. Bununla ilgili iki örneği vermek isterim. Sözleri şair Talip Işık’a ait olan Kara Zulüm eseri ile ilgili şöyle ilginç bir yorum gelmişti: “Gökten kara zulüm yağar mı? Allah zulüm mü yağdırır?”

“Varsın zulüm bütün dünyayı sarsın

Varsın sevinçler de başka bahara kalsın

Madem ölüm tek bir defa gelecek

O da neden Allah için olmasın”

dörtlüğü için ise: “Ne demek kardeşim, zulmün bütün dünyayı sarmasına izin mi vereceksin?” gibi çok mantıklı (!) tepkiler de aldık. Müzik yönetmeni edasıyla, “Şu eserde enstrüman, sözlerden daha baskın çıkmış. Onu kısın!” dersleri de gördük çok şükür.

İlim ehli arkadaşlarla yaptığımız görüşmelerde, yaptığımız müziğin bir eğlence aracı olmadığı, bu nedenle teknik anlamda gerekli olan şeyleri yapabileceğimiz konusunda aldığımız cesaretle yolumuza devam ettik.

Maddi anlamda çekilen sıkıntıları ayrıntılı olarak anlatmaya zaten gerek yok.

S: Bugün geriye dönüp baktığınızda, gelinen nokta hakkında -nitelik, nicelik ve içerik açısından- neler söylersiniz?

O dönemlerde de sonraki zamanlarda da maalesef camiamızın bilinçsizce sanata, özelde de müziğe olan mesafesi nedeniyle bu işle uğraşan arkadaşlar ciddiye alınmadı. En büyük yaramız, bu oldu. Bunun sonucu olarak da yeni kuşakta bu tarzı devam ettirecek sanatçılar yetiştirilemedi. Geçen zaman ile birlikte kendi camiamız ve gençliğimiz, derdimizden ve değerlerimizden uzaklaşır oldu. 

Genelde sanatın özelde ise müziğin genç nesile ulaşmadaki rolü ve gücü önemsenmedi. İlk dönemlerde sadece hassasiyetlerimizi paylaşmak amacıyla bu işe başlayan sanatçıların yerini popüler olmak isteyen gençlerimizin -az sayıda da olsa- ne sanatsal ne de duyarlılık anlamında ilk dönem eserlerine göre sıradan bir şarkıdan farkı olmayan eserler çıkarması, “bu piyasa da bozuldu” söylemini sıkça duymamıza neden oldu.

Gelişen süreç içerisinde gerek dünyada yaşanan değişim gerekse müzik konusunda edinilen tecrübelerin etkisiyle farklı konuları ele alan eserler üretilmeye başlandı. Bunda aslında yeni dönemin dinleyici kitlesine ulaşma çabası temel gaye idi. Bu defa özellikle ilk dönemlerde ortaya çıkmış ve aşırı benimsenmiş olan sanatçılarımız büyük tepkilerle karşılaştı. “Siz de bozuldunuz” denilerek bir kalemde üzeri silinmek istenen sanatçılarımızda da yeni şeyler üretme heyecanı törpülendi. Sanatçılarımız bestelenecek edebi anlamda güçlü şiirler bulmakta zorlandı, eserlerinde ele aldığı konular değişmeye başladı ve sonuçta adı İslami müzik ya da ezgi, şarkı, türkü olsun zayıfladı diye düşünüyorum. Hâlbuki Müslüman hassasiyetiyle üretilmiş olan her eserde, söylenen her sözde bir güzellik aranmalıydı. Güzel olan, yüreğe hitap eden her konuda eser üretilmeliydi. İslam’ın, hayatın her alanına yönelik sözünün olduğunu söylerken yaptığımız müziğin konularını sınırlandırmak ne kadar doğru olur ki!

Aradan geçen uzun yıllar sonrasında emek verdiğimi, eserlerimle hoş bir sadâ bıraktığımı düşündüğüm İslami müzik alanında duygularımı paylaşmama imkân verdiğiniz için teşekkür ederim.