Sezai Karakoç’ta Şiir Sanatı’ndan Fikirler Meydanına Atılım Evresi Üzerine

Benim burada ileri sürmek istediğim “şey”, Sezai Karakoç’un temel özelliklerinden bir tanesi olmak bakımından görülmelidir. Cumhuriyet Türkiye’sinde kendisinden önce başlamış bir bilincin sürdürücüsü olmak sevgi ve bilinciyle sürekli çalışmış bir genç adam, daha aile ocağında başlamış bir sorumluluk duygusu taşımasıyla; henüz ilkokulda iken öğretmenlerinin gözünde yektâ bir öğrenci (ve “talebe”deki “talep eden” fıtri gelişiyle) bir gelecek vadettiği, Hâtıralar kitabında öz yaşam sürprizlerinden de anlaşılmaktadır. Lise ve üniversite yıllarındaki gelişmelerle birlikte iyice kavranabilecek bir şey; yetenek ve kişilik uyumudur.

Kâmil Eşfak Berki

Bunca eserin müellifi, bir Sezai Karakoç’un eserlerine yazma öncesini merak etme hissi ile bakacak olsaydı onu genişçe ve derinlemesine okusaydı bir düşünce adamı olduğunun farkına kendiliklerinden varırdı. Şiirinde de öyledir; bir gün birlikte Kadıköy’e geçerken “Bütün ulusların şiirlerini okuduk biz, eskimoların, kızılderililerin, karaderililerin anonim şiirlerine varıncaya kadar. İnsanlık tarihinin bilinen en eski zamanlarından bugünlere ulaşmış şiirleri de, şairi belli yeryüzü şiirinin yayınlarda dolaşan neredeyse tamamını ihmal etmedik biz.” diyordu.

*

Hayretin insanı eğitici gök kubbesi gibi olan fikirlerinde nesiller onun eğitici, yetiştirici özelliğinden yararlanacaklardır. Çünkü o fikir ve üslubu yazılı bir sohbet sıcaklığı dedirtecek bir oluşum sunar. “Şiir emeği” gibi “fikir emeği” ile de üst düzey bir bütünlüğe ulaşmış birinden söz ediyoruz.

Benim burada ileri sürmek istediğim “şey”, Sezai Karakoç’un temel özelliklerinden bir tanesi olmak bakımından görülmelidir. Cumhuriyet Türkiye’sinde kendisinden önce başlamış bir bilincin sürdürücüsü olmak sevgi ve bilinciyle sürekli çalışmış bir genç adam, daha aile ocağında başlamış bir sorumluluk duygusu taşımasıyla; henüz ilkokulda iken öğretmenlerinin gözünde yektâ bir öğrenci (ve “talebe”deki “talep eden” fıtri gelişiyle) bir gelecek vadettiği, Hâtıralar kitabında öz yaşam sürprizlerinden de anlaşılmaktadır. Lise ve üniversite yıllarındaki gelişmelerle birlikte iyice kavranabilecek bir şey; yetenek ve kişilik uyumudur.

“Yaklaşık olarak Ece Ayhan Şiiri”… O yazıda yazmamıştım ama Ece’nin bütün şiirlerinin özü Sezai Karakoç’un şu dizelerine dayanır:

“Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde.”

Ece’nin bütün ters diyalektiği buradan çıkmıştır. Teknik olarak çok çarpıcıdır.”[1]

Şair Hüseyin Akın’dan Balkon yorumu:

“Şiir son derece yalın bir dize ile başlıyor; “Çocuk düşerse ölür.” Oysa Türk kültüründe çocuğun düşmesiyle ölmesi hiçbir zaman yan yana gelmez. Tam tersi, ‘Çocuk düşe kalka büyür.’ Fakat hemen bu ilk dizenin ardından şair batı medeniyetinin korkunç yönünü ‘balkon’ simgesiyle ifşa ediyor. ‘Çünkü balkon ölümün cesur körfezidir evlerde.’”[2]

Edebiyatın sol yakasında özgür iradeyi temsil eden isimler arasında denemeleriyle dikkat çekenlerden olan Demiralp’in bu önermesine kimseden bir itiraz gelmemiştir. Oysa kimilerine kabul edilemez, aşırı görülmüş olabilirdi. “Balkon”un yepyeni bir mantıkta bir sav “aura”sı içermesi bunu açıklayıcıdır.

Şair Hayriye Ünal’ın Karakoç’un tüm yazıları ve şiiri üzerine verdiği: (…) özgür bir iç dünya cüreti taşır ve epizodik olmaktan imtina etmez.”[3] hükmü ise yeterince açımlayıcı özelliktedir.

Bu üç isabetli alıntıyla Balkon şiirinde, şiirden düz yazıya açılan bir geçidi ele almak şeklindeki hipotezimi destekleyecek olan yaklaşımları da konu içine katmayı istedim.

1957 yaz aylarında Balıkesir’de yazılmış olan bu şiir, gerçekten bir odak noktası işlevini taşır. Monna Rosa (ve süreği şiirler) döneminin kapanışına tekabül eden bir yöneliş buluyoruz. Baştan beri şiiri götüren lirizm öyle bir niteliğe açılıyor ki, günlük hayattaki imâ’lı konuşmanın, örtük işaretlerin bu şiirde öne çıkışıdır denebilir. İlk dörtlükte önceki döneminde -potansiyal halde bulunan-  bir “ses” öne fırlamış; bu seste müthiş bir öfke, hele: balkonun tabuta benzetilişi, çamaşırların kefen çağrışımı, şezlongunuza uzanın ölü, sözünde: Batı yaşam tarzının, belki Balkon şiirinde balkondan şezlonga aşırı bir rehavetle yerleşen insana şiir ile isyan/ şiirle teşhis koymak ve onu şiirle sağaltmak. Hele üçüncü dörtlükteki nispeten sakinlemiş ses… İşte en genel ve yaygın anlamında Burjuva hayatını protesto… Özeleştiriye insan, kendinde, girişirse!

Son mısradaki “mimarlar” ne olabilir? “Balkon” neyi ihata fakat itham edecekse, onun tedbirine kafa yoracak yeni bir insana bir gönderme olabilir mi? Eğitimciden devlet adamına kadar yeni bir anlayışın çığırına mı çağrıda bulunuyor? Şiirde söz’e de imge’ye de aynı anda uymuş kelimeler… Sızıdan sancıya geçmişlik ve işte onun sesi dedirten bir şiir gücü…

Şiirde uç vermiş bir yeşertinin fikirlerde açılımını önemsemenin ruh halinden doğduğuna dikkat edilmelidir. “Şiir emeğim” dediği gibi “Fikir emeği” de olan bir ozan, “multigraf” bir ozan vardır önümüzde.

Benim burada ileri sürmek istediğim bağlam, Sezai Karakoç’un temel özelliklerinden bir tanesidir.  O, Cumhuriyet Türkiye’sinde kendinden önce başlamış olan bir sosyal gerçekliği aşkla ve bilinçle, ta aile ocağından gelen bir sorumluluk duygusuyla bir üstlenici olmuştur. Bir üstlenici; sık sık şöyle derdi: “Bizim omuzlarımızdadır ve biz yılmayacağız.”

Mehmed Akif bir çilesi olan şairdi. Eseri sadece şiirinden ibaret bir kalem değildir. Fikir yazıları ciltler tutar. Bunlar da yayınlandı aslında. İdealist bir Akif algımızı aslında yol açıcı özelliği bulunan yazıları tamlığa kavuşturacaktır. O, acılı bir hayat yaşamış bir idealisttir.

Yahya Kemal, özel hayatındaki lâubâli meşrep mizacı öne çıkarılmış bir şairdir. Edebiyat üzerine ve günümüz siyasi hayatına dair bize bıraktığı fikir ve eleştirileri, onun sorumluluk tarafını hissettirir, bizi uyaran tablolar vermesiyle yer yer çarpıcıdır da.

Necip Fazıl, 1934’te Abdulhakim Arvasî ile karşılaşmasında yaşamaya başladığı iç aydınlanması sayesinde şiirden ötesine bakmaya başlar. İdealist tarafı oluşmaya başlar ve bunun sonucunda Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlar. Mürşidi Arvasî’nin irşâdı sayesinde fikirde yoğunlaşır. Ardı ardına eserler verir. Çerçeve, Çile, Çöle İnen Nur, İdeolocya Örgüsü başta olmak üzere şiir ve tiyatro verimlerinin yanına da’vâ eserleri de katılır.

Bu yazımızın içermesi gereken bir de Ahmed Hamdi Tanpınar var. Onun inceleme ve eleştirilerinde Tanzimat’tan bu yana yaşanan değişimlerinde çok zaman sağduyulu tespit ve hükümleri gözden kaçırılamaz! Edebiyat Üzerine Makaleler ile XIX. Asır Türk Edebiyatı’ndaki düşünüşleri es geçenlere aldırmamalıdır. Ahmed Hamdi Tanpınar 1944’de yazmış: “Diyalektik, insanı tarife çalıştı. Meşhur tüysüz ve iki ayaklı hayvan safsatasından siyasî, mantıkî veya sadece teessüri mahlûk düsturlarına kadar bir yığın tarif, ‘insan bir tezatlar mecmuasıdır’, ‘insan bir ahenktir’ tarzında epeyce müphem, hatta bazen karanlıkta yapılmış bir el işareti gibi mânâsız izahlar hepimizin hatırındadır. Pascal’ın insan hakkında verdiği ‘düşünen saz’ tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en mânâlısıdır. İnsanoğlunun, en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını, kader karşısındaki aczini birleştirir. Böylelikle üçüncü bir unsuru, teessür şuurunu da içine alır.”[4]

Kısaca ondaki “özellikleri tanıma”ya girişirsek: Meselelere hâkim, olgular karşısında özgüvenli, oldukça berrak bir zihin ve fikir disiplinine sahip bir Tanpınar. Yerli ruh. Üniversitede hocası Yahya Kemal’deki “fikir namusu” hassasına dikkat etmiş bir Tanpınar. Belirtmeliyim: Yahya Kemal’de her yazdığının arkasında duracak bir ciddiyet vardır ve bu özelliği onun şiiri ile içten bağlantılıdır. Necip Fazıl, Sezai Karakoç da öyledirler.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yaşadığım Gibi’si ilk kez işitenlerde bir anılar kitabını sandırır. Oysa 40’lı yılların başından bu yana yazdığı makalelerdir. Kitapta şu şekilde nitelendirildiği görülür: I: ‘İnsan ve Cemiyet’, II: ‘İnsan ve Ötesi’, III: ‘Üç Şehir’, IV: ‘Paris Tesadüfleri’, V: ‘Türk Dili ve Türk Edebiyatı’ (Mülâkatlar), VI: ‘Musiki’,  VII: ‘Plastik Sanatlar’.

Prof. Mehmet Kaplan şöyle değerlendirmiştir: “Mütareke yıllarında üniversitede Yahya Kemal’in talebesi olan Tanpınar, ondan Batılı bir gözle Türk tarih ve san’atına bakmasını öğrenir.”[5]

Gerçekten, Tanpınar’ın yazılarında “deneme” türünün kuvvetli örneklerini buluruz. Düşünce, sosyal-tarihî alana dikkatten uzak durmamış, tespit ve teşhisleri geleceğe de seslenen özelliktedir. Bir derdi olanlara mahsus ses’e sahiptir, toplumun fikir ihtiyacına Tanpınar da cevap vermiş ve vermeye devam etmektedir. O, sadece san’at mecrasında kalmamış bir kıymettir. Denemelerinin içeriğine sızdırarak.

Retrospektif: Necip Fazıl Kısakürek şiir ve tiyatro, hikâyeden fikir meydanına 1939’da “Çerçeve” başlıklı yazılarıyla atılmıştı.  Aynı nesilden Ahmed Hamdi Tanpınar da, ilk yazılarından biri 1935 tarihli “Güzel ile Sevgi” [İz, 1 Nisan 1935, nr. 10]. 1943’de “Asıl Kaynak” yazısında: “(…) Bugün her tarafta haklı bir mazi saygısı başladı. Artık aramızda dedelerimizi muasır [çağdaş] Fransız romanını tanımadıkları (ve başka örnekler veriyor) için itham edenlerimiz azdır. (…) Bilâkis, bunun yerine, Sinan’a hürmet ediyoruz, eski musikî üstatlarımızı anlamaya çalışıyor ve anladıkça mükemmelliklerine şaşırıyoruz. Fuzûli’yi, Bâkî’yi, Nedîm’i, Galib’i kendilerine lâyık olan yüksekliklerde seyretmekten haz duyuyoruz (…) “Esaslarında Garp’la ölçüşebilecek bir medeniyetten bir insan veya hayat üstünlüğünden geldiğimizi anlıyoruz.”[6]

Bu alıntıdaki “medeniyet” kavramını önemsiyorum. 1951’deki “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan” yazısı da, deneme ruhunun sağlayacağı elâstikiyet de ihmal edilmeden bakılırsa: Tanzimat’tan başlayarak eleştiriye giriştiği apaçık ortadadır. Şiirinde: “Ne içindeyim ne büsbütün dışında” demiştir Tanpınar. “Tanzimat edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar” derken, Tanzimat “devrimini” eleştirmekle başlamış bir kafa olduğu besbelli değil midir? Yukarıdaki yazısının tamamında, Cumhuriyet devriminin bünyeye uymayacak taraflarını eleştirdiğini görmek lâzım. Aslında romancılığı üstündeki tam ciddiye almamak bulutundan da kurtulmalıyız artık. Tanpınar romanı bal gibi tezli romandır. Nesildaşı Peyami Safa ile birlikte. Tarık Buğra onlara dayanır bir yerde. Yeniden nitelikli roman başlatan Oğuz Atay da, Tanpınar’dan hareketlenir. Ortak Payda’nın çizgisini geleceğe uzatmış oluyorlar.

XIX. Asır Türk Edebiyatı -üniversite kürsüsünde- verdiği derslerin başında şu cümle yer almıştır: “Tanzimat, bir medeniyet krizi ile başlar.”

Bu arada diyeceğim bir “şey” var: Türk edebiyat ve düşüncesi, Cemil Meriç’in ümitsiz olduğu kadar kısır bir dünya değildi. Merhum Meriç, Fransız edebiyat, felsefe ve düşünürlerini Antakya’da ortaokul ve lisede, Hatay henüz Fransa yönetimindeyken Fransız lisesindeki öğretimle tanıdığı için bazı psikolojiler yaşamış, yeise kapılmış olabilir. İstanbul’a geldikten sonra onurlu bir telafi süreci yaşamıştır. Kitaplarında kendisine has üslûbuyla, deneme türünün câzibesi dikkat çekicidir.

Bugün, Dirilişin Çevresinde kitabında toplanmış olan sürekli düzyazı döneminin ilk yazıları arasındaki “Samanyolunda Veba” yazısı, adındaki çarpıcı metaforla birlikte, bir başka sürprizi sunmuştur. Daha önce Türk Yurdu dergisinde aynı başlıkla bir şiiri yayınlanır. Bu şiir 20. yüzyıldaki Türk şiirinin içerik bakımından en orijinal ürünleri katında bir şiir:

Aşk siyahın beyazdan ayrıldığı

Samanyolunda yürüyen bir karınca

En onulmaz vebayı kutlayan bir güvercin

Bu dizeler ve şiirin bütünü şiirde “metafizik” olgusunun tanımlanmasında örnek alınabilecek bir başarı katındadır. Şiirde tam, salt metafizik gerçekleşim olarak gösterilebilir. Adetâ mutlak’a sıçramış bir şiir. Gözlerimi yumuyorum: Balkon’da akşam olmuş, berrak gecede şair Samanyolu’na başını kaldırmış. Çocukluğunda Ergani’de de bakardı, o yıllarının anı tahassüsleriyle yazacağı “Samanyolu Destanı” şiirinde: iç sesin önerdiği çözüm sunacak imgeler 1960’daki bu Samanyolu’nda Veba şiirinde aranamaz. Çünkü şair, o “eski çocukların yokluğundan” yakınıyor bir kere:

Nerde çocuklar gece yarılarından sonra

Çıkıp samanyoluna bakan

Ay da bu yakınıştan payını almış:

Ve ay başka bir ay

Sarısı beyazına akmış

Bulaşmış bir yumurta

1960’ın Mayıs ayında yazılıyor. Politik potansiyeli bile söz konusudur bence: 27 Mayıs 1960 Cuma günü Türkiye’de ordu yönetime el koymuştu.

Şimdi açıyorum Dirilişin Çevresinde kitabını, makaleye dikkatimi veriyorum. Yazıdan tırnak içinde sözler alacağım: “Tarih bir çeşit deniz dibi gibidir.” […] “Her hareketten sonra insanlık, âdeta bir ölüler sergisi halindedir.” […] “Korkulacak, umut yetirilecek, hatta sinirler sağlamsa gülünecek bir defile sonudur bu.”

Bu cümlede, “defile” kelimesi düzyazıda, bir imge gibidir. Şimdi alt alta sıralayayım cümleleri: “Sanki artık insanlığın sonu gelmiştir.”

“Ama alanın en ummadığınız bir yerinden bir el kalkar, sonra bir baş doğrulur, sonra o adam, ne olup bittiğini anlar, sonra ayağa kalkar.”

Ve umudun doruk noktası:

“Tarihte her hareket, hep bir kişinin ayağa kalkması ile başlar.”

Diriliş, bizimle başlamamıştır.” cümlesini de yazmış olan Sezai Karakoç, bu sözle kendi kaynaklanmalarına dikkat çekmek istiyordu. Dolayısıyla yukarıdaki cümle, bir uyarıdır da.

Böylece, bu yazımızda öne sürdüğümüz Karakoç/Tanpınar bağıntısında, yoğunlaşmanın “medeniyet” gerçekliği üzerinde cereyan ettiği de dikkat çekecektir. Gerçekten, Sezai Karakoç medeniyet tasavvurunda Tanpınar’ın dokunuşlarına önem vermiş; özellikle “O’nun “Tanzimat edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar” şeklindeki dikkatini alımlayarak, 90’lı yıllarda Medeniyetimizin Büyük Krizi’ni yazmıştır.

Bu yazımızda karşılaştırmalı okumalara yol açacak bir tarzı yeğledik.

Son olarak: Samanyolunda Veba yazısının devamında bulunan bir paragraftaki “sokağı kıvrılan melankolik” imgesinin, eserleriyle henüz karşılaştığım bir mevsimde, Diriliş gibi bir metaforu kazandırmış olan Sezai Karakoç’taki Büyük Şiirden sonra Büyük Düşünce algısını sağlayan kapsamının bende bir intibaha yol açmış olduğunu paylaşmak istiyorum.


[1] Oğuz Demiralp, Kitap-lık Dergisi, Sayı: 65, Ekim 2004.

[2] Hüseyin Akın, Milli Gazete, 21 Ekim 2008.

[3] Hayriye Ünal, Elif Dergisi (Özel Bölüm), Sayı:1, Ocak-Şubat 2008.

[4] “İnsan ve Cemiyet” başlıklı bu yazı (16 Mart 1944, Ülkü, nr. 60) Yaşadığım Gibi kitabının başındadır.

[5] Tanpınar’ın Denemeleri Hakkında Birkaç Söz, a.g.e., sayfa 1-3

[6] Tanpınar, Ülkü, 16 Nisan 1943, nr.38.