Adam Gitti mi…

Kimseyi kırmaz, incitmez, insanlara yumuşak muamelede bulunur, kibar davranır, ayıpları örter, haddi aşanlara dahi sesini hiçbir zaman yükseltmezdi. Bu da Nebevî ahlâkın onda yüksek bir karakter oluşturduğunun bir göstergesiydi.

A. Hikmet ATAN

Doç. Dr., İstanbul Üni. İlahiyat Fak.

İnsan hayatı; şunun şurasında nedir ki? Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık derken bir göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor işte. Geriye dönüp baktığınızda “Ne kadar da çabuk geçti!” diyorsunuz. Bu kısa hayat macerasında bir şekilde hayatınıza müsbet-menfi dokunup da unutamadıklarınız oluyor. Menfileri hatırlamak bile istemezken; müsbet olanları, size bir şeyler kattığı için her zaman hatırlamaya, hatıralarını taze tutmaya gayret ediyorsunuz. Olumlu manada unutulmamak, daha dünya hayatında yaşarken çevrenizdeki insanlarla düzgün münasebet kurmanıza bağlı. Dünyasını değiştiren biri için unutulmamak, aslında onu yaşatan, diri tutan hayat demek

Merhum Raşit Küçük hocamız da biz öğrencilerinin hayatlarına müsbet manada dokunan, gösterdiği performansla onların gönüllerinde yer edinen bir mümtaz şahsiyet olmuştur. 1985 yılıydı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi birinci sınıf öğrencisi idik. O günün şartlarında dersimize hangi öğretim üyesinin geleceğini bilmeden beklerken, sınıfımızın kapısından içeriye girip selam verdikten sonra öne eğilmiş vaziyette tevazu ile ağır ağır kürsüye ilerlemesinden itibaren bu zatın, ilmi, fikri ve şahsi birikimiyle hayatımızda bu kadar yer edineceğini bilemezdik. Öyle ki bir ömür, ondan işittiğiniz, gördüğünüz, hissettiğiniz ne varsa kullanır hale gelirsiniz. Bu da bir muallimin öğrencisini inşası demektir. Raşit Bey de hayatımızda böylesine mekân tutmuş, adeta bizi inşa etmiş bir kişidir.

O, hayatımızda o kadar çok yer etmiştir ki şöyle bir silkelensem diyorum; saçlarımdan, sakallarımdan, gözlerimden, kulaklarımdan, ağzımdan, hasılı üstümden başımdan Raşit hocam dökülür. Çoğu zaman farkında bile olmayız ama söylediklerimiz, ondan duyduğumuz ve öğrendiklerimiz, yaptıklarımız ondan gördüklerimizdir. Bazen konuşma tarzımız bile ona benzer. Ama itiraf etmeliyim, iklim farkı nedeniyle bir türlü yürüyüşümü, oturup kalkışımı ona benzetememiş, teenni ile hareket edememişimdir. Bir şey anlatacağımız veya yazacağımız zaman satır aralarında hep o vardır. Geçen gün farkında olmadan evde hararetini kaybetmiş çay için ağzımdan “Soğuk çay karın ağrısı yapar” demişim. Çocukların “Nereden işittin?” der gibi meraklı bakışlarına “Yıllar önce Raşit hocamdan duymuştum” karşılığını vermişim. Bunun pek çok misalini zikredebilirim.

Fakülte yıllarında her seviye için ilgilendiği, onlara özel vakit ayırdığı öğrenci grupları olmuştur hocamızın. Onlarla “kitap okuma” programları yürütmüştür. 1984-85 girişli öğrenciler arasından seçmiş olduğu grup içerisinde yer almak bana da nasip olmuştu. On bir kişiydik. Bir yaz bizlere Sezai Karakoç’un eserleri içerisinden belirlediği on kitabı okutmuş ve okuduğumuz kitapların özetini çıkarmamızı bizden istemişti. Daha sonra bir dosya halinde bu özetleri toplamış, her birerini tek tek okuyarak mülahazalarını sayfa kenarlarına not tutmak suretiyle bizlere iade etmişti. Periyodik bir araya gelmelerimizde, geçen zaman zarfında, hangi kitapları okuduğumuzu mutlaka sormuş, bizleri sabırla dinlemiş ve ufuk açıcı düşüncelerini bizimle paylaşmıştır.

Raşit Bey ahlâk-i hamide sahibi bir kimse idi. En önemlisi de bu özelliğinin ilk görüşte fark edilmesiydi. Bizlerle şöyle bir hatırasını paylaşmıştı: “Doktora yaparken Van’a gitmiştim. İkindi namazından sonra bir mescitte hatme yaptıran bir şeyh efendiden bahsettiler. Kendisini ziyaret ettim. İkindi namazını kıldık, hatmeden sonra beni yanına çağırdı ve bana: «Sen ahlâk-i hamide sahibi birine benziyorsun, öğrencilerim arasında yerime tayin edeceğim bir kimse yok. Seni yerime bırakayım» dedi. Ben de kendisine: «Beni mazur görünüz, doktora yapıyorum, müsaade ederseniz ilim sahasında yetişmek istiyorum» dedim. O da «Pekiyi» dedi.”

Kimseyi kırmaz, incitmez, insanlara yumuşak muamelede bulunur, kibar davranır, ayıpları örter, haddi aşanlara dahi sesini hiçbir zaman yükseltmezdi. Bu da Nebevî ahlâkın onda yüksek bir karakter oluşturduğunun bir göstergesiydi. Vefatından sonra hakkında yazılanlar arasında şu anekdot yer almıştır: Hocamız o kadar nazik bir insandı ki bir defasında kendisine yalan söyleyen birine; hocamız kesin emin olduğu halde, “Yalan söylüyorsun” demek yerine, “Ali söylediklerin inandırıcı değil” demişti.

Yine o, muhtaçlara yardım eden, kendinden önce onları düşünen îsâr sahibi bir mü’mindi. Hiç unutmam 90’lı yılların başlarıydı, bir gün ihtiyaç sahibi olduğunu beyan eden fakültemiz mezunu bir öğrencisi kendisinden borç istemişti. O gün de hocamızın üzerinde başkasına olan borcunu ödemek için hazırlamış olduğu 6 adet cumhuriyet altını bulunuyordu. Hiç düşünmeden onu o öğrencisine vermişti ki çok geçmeden o kişinin, bu şekilde piyasayı dolandırıp kayıplara karışan biri olduğu anlaşılmıştır. Öyle inanıyorum ki hocamız giden altınlara değil, o öğrencisinin bu karakterine ziyadesiyle üzülmüştür. Zira hiçbir zaman bu hadiseden dolayı maddi kaybını ne dile getirmiş ne de yüzünde herhangi bir üzüntü, keder izi görülmüştür.

Onun gündeminde her zaman İslâm ve Müslümanlar olmuştur. Ümmetin derdiyle dertlenmiş ve ona hizmete hayatını vakfetmiştir. Evet o, bir vakıf insanıydı. Nitekim Müslümanlara faydalı olmak için pek çok vakıf, dernek gibi kurumlarda gönüllü olarak yer almış, onları hayra, hasenata yönlendirmiş, yüksek fikirleriyle onlara istikamet kazandırmıştır. 1993 yılıydı, kendisinin danışmanlığında yüksek lisans tezi hazırlıyordum. Hocamız o sene doçentlik sınavından -maalesef- geri çevrilmişti. Bundan dolayı üzüntülerimi bildirdiğimde, her zamanki sakin halini bozmayarak “Dünyada üzülecek o kadar çok şey var ki Hikmet, bu onların içerisine girmez bile. Şahsen ben üzülmedim” demişti.

Raşit Küçük hocamız engin gönüllü bir insandı. Onun hayatında mezhep vardı mezhepçilik yoktu, cemaat vardı cemaatçilik yoktu, ruhunuzu sarıp sarmalayan ve tüm yönleriyle kuşatan bir yüksek şahsiyete sahipti.

Yine o, mihver bir şahsiyetti. Meclislerde herkesi sabırla dinler, sözlerini kesmez, sonunda kelimelerini seçerek, teenni ile ağır ağır konuşurdu ki bu tavrı her zaman muhatabına güven aşılardı. Dolayısıyla bulunduğu topluluk içerisinde ona yoğunlaşılır, o hep en son dinlenen ve sözleri konuşulanların bir hülasası, yaptığı tespit ve tahlillerle nihai karar mercii olurdu. Artık onun söyledikleri etrafında konuşulur, fikir yürütülmeye çalışılırdı. Dolayısıyla Raşit Bey, bir mihver/eksen şahsiyetti.

Hocamız aynı zamanda bir miyar şahsiyetti. Size ayar verir, adeta ölçünüz onun fikirleri, davranışları, hal ve hareketleri olurdu. Bir şey söyleyeceğiniz zaman veya yapacağınızda onun gibi söylemeye onun gibi yapmaya çalışırdınız. Bir karar arifesinde çoğu zaman kendimize şu suali sormuşuzdur: “Hocam olsa ne yapardı?” Ondan sonra yaptığınız şey veya söylediğiniz söz, en doğrusu ve en güzeli olurdu. Veya kötü bir davranış hatırınızdan geçtiğinde: “Yok” derdiniz “Hocam böyle yapmazdı” ve zihninizden onu hemen uzaklaştırırdınız.

Sıkıntılı zamanlarda bile Raşit Bey hiçbir zaman kimliğinden taviz vermemiş, tavrını net biçimde ortaya koymuştur. Bunun neticesinde pek çok güçlükle karşılaştığını, çileye katlandığını yakinen biliyoruz. Öğrencilik yıllarımızda bizzat şahidi olduğumuz şu hadise, onun cesur ve tavizsiz yapısına örnek teşkil etmektedir.

1986 yılı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına bitişik binanın 2. katında arka bahçeye bakan geniş bir dershanede hadis dersindeyiz. Kürsüde Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük hocamız var. Oturarak ders anlatıp da sınıfa hâkim olan nadir hocalardan. Adeta nefes almadan dinliyoruz ve notlar alıyoruz. Üzerinde koyu kahve bir ceket ve sütlü kahve boğazlı bir kazak var. Sakalları bir haftalık kadar ama onları çevirmiş. Birden kapı açılıyor ve içeriye dekanımız Prof. Dr. Sâlih Tuğ giriyor. O zamanlar 12 Eylül ihtilalinin artçı sarsıntıları yaşanıyor. Haftada birkaç kere dekan ve yardımcıları (içlerinde Dekan Bey’in sakallı bir talebeyi gösterip sıkça “Cahit Bey şunun kimliğini alın!” demesinden hatırladığım Prof. Dr. Cahit Baltacı da bulunuyor) sınıflara girip sakal ve kılık-kıyafet denetimi yapıyorlar. Salih Bey bize uzun uzadıya nasihat ediyor. İlim farzdır, sakal sünnettir kabilinden şeyler söylüyor. Sonra gözlerini belerterek kendine has o ince sesiyle kürsüdeki Raşit Bey’i gösterip:

“Hocanıza bakıp boşuna heveslenmeyin, o bir şeyleri göze almış, siz alabilecek misiniz bakalım?” diyor.

Raşit hocamızın yüzündeki o buruk tebessümü bugünkü gibi hatırlarım. Sonradan onun, öylesine netameli bir dönemde “bir şeyleri göze alarak” biz öğrencilerini desteklemek için böyle yaptığını öğreniyoruz.

Raşit Bey için söylenecek, yazılacak o kadar çok şey var ki, Cenâb-ı Hakk’ın enderü’n-nevâdir bu güzel, âlim ve veli kulu için hem onu yitirmenin acısını ve çaresizliğimizi gerçekten ifade eden hem de ümmetin medâr-ı iftihârı böylesi kutup şahsiyetlerin kadr ü kıymetlerini bilmeyi bizlere öğütleyen merhum Haluk Dursun hocanın şu tespiti yeterli olur sanırım:

“Kitap okunur, mekân görülür, adam gitti mi gelmez…”