Çay seremonisi, kişinin inançlarının güzelliğini ve hakikatini ifade etmenin yegâne Japon yöntemidir. Basitçe ifade etmek gerekirse, çay odası tüm dinlerden ve kültürel arka planlardan gelmiş çay üstadlarının kendi gerçeklerini ifade edebilecekleri kamusal bir alandır.
Naoki Kayyım YAMAMOTO
Dr., Marmara Üni. Türkiyat Enstitüsü

Bu makale Dr. Qayyim Naoki Yamamoto’nun “Muslim Scholars in Japan: Contemplationing Islam in a Non-Muslim Society” başlıklı konferansından derlenmiştir. Centre for Asian and Middle Eastern Studies (CAMES)’in ‘East Asia and Islam: Present, Past, and Future’ başlıklı üç bölümlük konferans dizisinin ikinci bölümüdür.
Giriş
“Tarihte İslam kendisinin kültür dostu olduğunu göstermiş ve bu bağlamda kristal berraklığında bir nehre benzetilmiştir. Nehrin suyu (İslâm) duru, tatlı ve hayat vericidir ancak -kendine ait bir rengi yoktur- üzerinde aktığı ana toprağı (yerli kültürü) yansıtır. Çin’de İslam Çinlilere benziyordu; Mali’de ise Afrikalılara. Farklı halklarla, farklı yerlerde ve farklı zamanlarda süregelen kültürel uygunluk, İslam’ın evrensel bir medeniyet olarak elde ettiği kalıcı başarının temelini oluşturmuştur.”
-Umar Faruq Abd Allah, Islam and the Cultural Imperative
Japonya ile İslam dünyası arasındaki temasların başlamasından bu yana, yüz yıldan fazla bir süre geçmiştir. Japonya’daki Müslüman nüfusun 100.000’i aştığı söylenmektedir. Fakat iki büyük İslam kültürünün yeşerdiği Çin ve Güneydoğu Asya arasında yer almalarına rağmen Japon Müslümanlar hâlâ Tevhid’in sunduğu eşsiz tezahürü idrak edememektedir. Meşhur Kobe Camii ve Tokyo Camii, sırasıyla Güney Asya ve Türk mimarisi tasarımıyla bu ikilemi yansıtmaktadır; yabancı Müslümanlar Japonya’ya geldiklerinde İslam kültürünün renklerini korurken, Japon Müslümanlar henüz “Japon İslam kültürünü” yurt içinde ya da yurt dışında yansıtabilecek noktaya gelememiştir.
Özgün bir yerel kültürün yaratılması, belirli bölgedeki Müslümanların kültürel ve entelektüel bağımsızlığının tesis edilmesi ile doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, İslam’ın yaşayan bir iç kültürel unsur olarak teşekkülü için elzem bir süreçtir. Peki bizim manevî toprağımız nedir ve Tevhid’in berrak sularıyla sulandığında hangi renkte çiçekler verecektir?
Başka bir deyişle, bir Japon İslam kültürü oluşturulmadığı sürece İslam, Japonya’ya “yabancı” kalacaktır. İslam’ın evrensel vizyonu, ancak bir kültürün özellikleriyle ifade edildiğinde gerçek renklerini gösterebilir. İslam kültürü ancak bu süreçten geçtikten sonra Japonya’da çiçek açacaktır.
Şeyh Ömer Faruk’un da ifade ettiği gibi:
“Başarılı bir yerli Müslüman kültürünün inşası gelişigüzel, bilinçsizce ya da yönlendirme olmaksızın gerçekleşemez. Bu süreç, İslam, tarih, beşerî bilimler ve sosyal bilimler hakkında derin bilgi sahibi olmayı gerektirir ve uygulanabilir kültürel geleneklerin nasıl şekillendiğinin bilincine dayanmalıdır.
Bu kültürel gerekliliği yerine getirmek için biz Japon Müslümanlar sadece İslam medeniyetinin tarihini, İslam’ın ideallerini ve Müslümanların oluşturdukları kültürü bilmekle kalmamalı, aynı zamanda Japon kültürünün özünü de derinlemesine anlamalıyız.”
Ancak ne yazık ki İslami ilimlerde ve günümüz küresel İslam toplumlarında Doğu Asya’ya ilişkin bilgiler yetersizdir. Örneğin, Çin-İslam medeniyeti, Arap olmayan İslam kültürü alanındaki en eski geleneklerden biridir ve 8. yüzyıldan günümüze kadar devam etmektedir, ancak biz onun entelektüel mirasını tam olarak takdir edebilmiş değiliz. İslam açısından hiçbir bölge Doğu Asya kadar ilham verici bir perspektif sunmamaktadır; hem Arap olmayanlar tarafından kurulan en eski İslami geleneklerden birine hem de Japonya gibi genç Müslüman nüfusa sahip bir ülkeyi bünyesinde barındırmaktadır. Doğu Asya kültürü ve diliyle İslami ideallerin ifade edilmesi ve uygulanması, bilhassa Doğu Asya’da İslam medeniyetinin en “köklü” geleneğidir, ancak biz bundan bihaberiz.
Dahası, Japonlar geleneğe değer veren bir millet olarak geleneklerini çeşitli şekillerde yeniden yorumlamaya ve dünyaya tanıtmaya devam etmişlerdir. Örneğin Nitobe Inazo (ö.1933) ve Okakura Kakuzo (ö.1913) gibi entelektüeller Japon etiğini ve estetiğini Batı’ya taşımışlardır. Japonların kendilerine ait bir İslam kültürü inşa edebilmeleri için İslam medeniyetinin toplumsal hafıza kaybının -Doğu Asya’yı göz ardı etmesinin- üstesinden gelinmesi gerekmektedir.
Bir Japon İslam kültürü oluşturma imkânını değerlendirirken aşağıdaki hususlara özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyim:
1. Diğer İslami kültür coğrafyalarının geleneklerinden ilham almak.
2. Geleneksel Japon kültüründe mevcut olan maneviyatı anlamak ve İslam kültürüyle benzerliklerini ortaya çıkarmak.
Bu süreç elbette yalnızca Japon Müslümanlara özgü değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana süregelen Batılılaşma nedeniyle Japonya, geleneksel kültürüyle olan bağlarını hızla kaybetmektedir. Japon halkı, İslam medeniyetinin kendisine “yabancı” kültürüyle diyaloğa girerek “Japon kültürünün” özünde ne olduğu konusunda eleştirel düşünme fırsatına sahip olabilecektir. Böylece Japon kültürü, İslam kültürünü kendisine bir dost kabul ederek yeni bir ivme kazanabilir.
Wabi-sabi: Japon Kültürünün Özü
Çay Seremonisi: Japon Takdim Kültürü
Japon çay seremonisi, geleneksel Japon kültürünü bütüncül bir şekilde temsil ettiğinden, Japon ve İslam gelenekleri arasındaki nitelikli deneyimsel iletişim için ideal bir başlangıç noktasıdır. Çay seremonisi sadece çayla ilgili bilgileri içermekle kalmaz, aynı zamanda Japon kültürünün en temel unsurları olan çiçek düzenleme, kaligrafi, waka şiiri, çay salonları ve doğanın kendisinin de anlaşılmasını gerektirmektedir.
Japon çay seremonisi geleneği, özellikle de Wabi-cha (Wabi-çay seremonisi), Murata Juko (ö.1502) ve Takeno Jōō (ö.1555) tarafından uygulanmaya başlanmasıyla 15. yüzyılda doğmuştur ve 16. yüzyılda Sen no Rikyu (ö. 1599) tarafından geliştirildiği söylenmektedir.
Bir misafir için yeşil çayın toz haline getirilmesi işlemi, törensel görgü kurallarını, doğa ve insan arasındaki uyumu, aynı zamanda usta ve misafir arasındaki ilişkiyi öğretir. Okakura Kakuzo’nun yüksek maneviyat ve sanatsallıkla dolu ünlü eseri The Book of Tea (Çay Kitabı) aracılığıyla Batı toplumu tarafından geniş çapta tanınır hale gelmiştir.
Japon çay seremonisi üzerine çalışanlar, çay seremonisi ile Zen Budizmi arasındaki yakın ilişkiye tanık olacaktır. 茶禅一味 (Chazen Ichimi) ifadesi, çay seremonisi ve Zen’in aynı “tada” sahip olduğu fikrini tanımlamaktadır. Yani, çay -ve dolayısıyla çay seremonisi- Zen Budizm ile aynı hakikati paylaşmakta veya aynı ideallerin peşinden gitmektedir.
Bunu duyan herhangi biri, İslami bir çay seremonisinin İslam ve Zen Budizm’in dini kültürlerinin birbirine karışması riskini taşıyıp taşımadığını merak edecektir. Bununla birlikte, 茶禅一味 (Chazen Ichimi) terimi, çay seremonisinin tarihsel gerçekliğini temsil etmiyor izlenimi vermektedir. Çay seremonisi tarihi uzmanı Asao Kouzu’ya göre, çay seremonisi ile Zen’in birlikteliği nispeten yeni bir öğretidir. Bu terim, ilk kez Japonya Çay Törenleri Araştırma Derneği’nin kurucusu Senshou Tanaka tarafından 1905 tarihli Chazen Ichimi adlı kitabında kullanılmıştır.
Zen’in çay seremonisinin kökeni ile kurduğu fikirsel ilişki, tarihsel temelden yoksundur. Çay seremonisinin Zen felsefesinden beslenen kısımları, Sen no Rikyu’dan sonra Zen düşünürleri tarafından yapılan yorumların bir sonucudur. Sen no Rikyu’nun öğrencisi Souji Yamanoue, Record of Yamanoueno Souji’de çay seremonisinin “Zen’den doğduğunu ve uygulayıcılarının Zen Budistleri olduğunu” ifade etmektedir. Ancak Souji’nin kayıtlarına göre, çay seremonisi sadece Zen rahiplerin kullandığı asılı parşömenler ve kaplar sebebiyle “Zen” haline gelmiştir. Dahası, (Souji’ye göre) Murata Juko, Takeno Joo ve Sen no Rikyu birer Zen Budisti olmalarına rağmen çay seremonisi tarzları çok farklıdır. Dolayısıyla, çay seremonisinin kendisinde temel Zen Budist unsurlarını tespit etmek olanaksızdır; çay seremonisi daha ziyade çay salonunun içinde belirli estetik kurallara uygun olarak münferit ifade biçimlerine izin verir.
Örneğin, 1587’de Ortaçağ’ın önde gelen Japon generallerinden ve Sen no Rikyu’nun hamisi Toyotomi Hideyoshi Kyoto’da ilk kültürel sempozyum olan Büyük Kitano Çay Töreni’ni düzenlemiş; hem profesyonelleri hem de acemileri, kendi estetiklerini ve felsefelerini çay seremonisi üzerinden ifade etmeye davet etmiştir. Samuraylar, tüccarlar ve çiftçiler de dahil olmak üzere Japonya ve Çin’in dört bir yanından insanlar, statülerine bakılmaksızın törene katılmaya davet edilmiştir. Hideyoshi’nin sempozyumda zengin bir anlatım çeşitliliğine şahit olduğuna şüphe yoktur, ancak Hideyoshi en çok Hechikan’ın çay seremonisinin yalınlığını takdir etmiştir; bu seremonide pahalı çay gereçleri ve Zen parşömenleri bir kenara bırakılarak dönemin temel malzemeleri kullanılmış; toz haline getirilmiş yeşil çay sadece yerdeki kırmızı şemsiyelerin altında servis edilmiştir.
Japonya’da Zen çay seremonisi düzenleyenler olduğu gibi, “Hristiyan” çay seremonileri de mevcuttu. Örneğin, Sen no Rikyu’nun öğrencileri arasında Takayama Ukon gibi önde gelen Hristiyan daimyoları (feodal beyler) vardı. Katolik bir rahip ve Japon Katolik tarihi uzmanı olan Antonio Cermeño’ya göre Ukon, Hristiyan resimleriyle süslü bir çay odasında meditasyon yapmaktaydı. Dahası, çay seremonisini Hristiyan eğitimine dahil etmişti.
Bu tarihi kayıtlar, Japon çay seremonisinin Zen unsurlarıyla değil, bireysel çay ustalarının felsefelerini ve hayal güçlerini ifade etmelerine imkân tanıyan şeffaflığı ve mekânsallığıyla özdeşleştiğini ortaya koymaktadır. Çay seremonisi, kişinin inançlarının güzelliğini ve hakikatini ifade etmenin yegâne Japon yöntemidir. Basitçe ifade etmek gerekirse, çay odası tüm dinlerden ve kültürel arka planlardan gelmiş çay üstadlarının kendi gerçeklerini ifade edebilecekleri kamusal bir alandır. Dolayısıyla, İslami ilkelere dayalı bir çay seremonisi de kolaylıkla oluşturulabilir.
İslâmiyet’in sınırları doğrultusunda çay seremonisi, özgün Müslüman kültürel biçimlere bürünebilir. Örneğin Japon İslami çay seremonisinin icadı, yerini Malezya, Türkiye, Afrika veya Pakistan İslami çay seremonilerine bırakabilir. Bu anlamda İslami bir çay seremonisinin yaratılması, dünyayı “İslami içeriği” pasif tüketicileri olarak değil, dünyanın İslami anlamsal yorumunun aktif katılımcıları olarak görebileceğimiz bir düşünce deneyimi sunmaktadır.
Böyle bir girişim, özellikle Japonya gibi 2000 yılı aşkın bir süredir kendi kültürünü inşa etmiş ve İslami geçmişi çok az olan bir ülkede azınlık olarak yaşayan Müslümanların kültürel zorunluluklarını karşılamada ilk adım olacaktır. Diğer İslami kültürel bölgelerin tarihi ışığında, bu yeni bir mesele değil, İslam medeniyetinin çeşitliliğini sağlayan tarihsel çabanın ta kendisidir.
Japon Felsefesinde Kusurluluğu Kabul Etme
Peki “İslami bir çay seremonisini” tam olarak nasıl tasavvur edebiliriz? Eğer mutfak eşyaları, asılı parşömenler, çay odası ve misafirle sohbet gibi unsurlar beraberce Japon çay seremonisinin felsefesini yansıtıyorsa, o zaman çay seremonisinin sunduğu vizyonu anlamalı ve bunu ifade edebilmenin uygun İslami yollarını düşünmeliyiz.
Japon çay seremonisi, genellikle de Wabi, “yoksulluğun ve yetersizliğin içinde bir tamamlanmışlık duygusu” arayışı olarak anlaşılmaktadır. Japon güzellik anlayışının temel bir unsuru olan Wabi, yalnızca çay seremonisine değil, Japon şiirine, edebiyatına ve mimarisine de yansımıştır. Bu unsur genellikle Sabi yani “sessizlik içinde hissedilen derin güzellik” ile beraber kullanılmaktadır. Sonuçta ortaya çıkan Wabi-sabi ruhu, bu dünyanın geçiciliğinin, insanların ve doğanın kusurlarının bilinçli bir şekilde kucaklanmasını ifade etmektedir. Yoksulluk ve yetersizlik içinde manevi doyum arayan bir dünya görüşünü yansıtmaktadır. Bu durum; yoksunluğu kendi iyiliği için kabul etmeyi değil, doğanın ya da nihayetinde ilahi olanın lütfuyla bize verilmiş olan her şeyi müspet bir şekilde benimsemeyi gerektirmektedir.
Doğuştan gelen noksanlığın bu Japon sanatıyla tanınması, İslami dünya görüşüyle çelişmez, zira İslam da mükemmel bir mahlukun varlığını tasdik etmemektedir. Kur’an, hadis ve tüm İslam klasiklerinin öğretisi; bu dünyadaki her şeyin geçiciliği ve mükemmelliğin yalnızca Allah’a ait olduğu üzerinedir:
كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ إِلَّا وَجْهَهُ
“O’nun vechi (zatı) hariç, her şey yok olacaktır.” [Kuran 28:88]
Bu ayet, Allah’ın kusursuzluğunun ancak kendi kusurlarımızı kabul ettiğimizde ve O’nun mükemmeliyetini idrak edebilmemiz için kendi manevî tekâmülümüzün zaruriyetini kavradığımızda mümkün olabileceğine işaret etmektedir.
Kusurluluğu kucaklama felsefesini belki de en iyi ifade eden Japon sanatı, Kintsugi’dir. (金継ぎ, “altınla birleştirme”) Japonların kırılan çömlekleri, kırılan bölgeleri toz haline getirilerek altın, gümüş veya platin ile karıştırılmış cilayla onarma sanatına verilen isimdir. Kintsugi felsefesi, kırılan eşyaların kusurlarını ve eksikliklerini örtmek için onarmak yerine; kırılan yerlerin eşyanın hikâyesinin bir parçası olduğunu kabul eder ve böylece onu adeta bir sanat eserine dönüştürür. Her eşya kaçınılmaz olarak kırılacaktır; Japon estetiği bu kaçınılmazlıktan olumsuz bir anlam çıkarmak yerine, kırılan geçmişten bugünü inşa etmekte daha ısrarcıdır.

(Resim 2: Kintugsi olarak da bilinen Japon kırık çömlek onarma sanatına bir örnek)
Müslüman okurlarımız şu hadisi hatırlayacaklardır:
عَنْ أَنَسٍ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ
“Enes (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir: Âdem oğullarının hepsi çok günah işler. Çok günah işleyenlerin en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (Sünen-i Tirmizî)
Japonlar, parlak renkli sırlarla boyanmış yeni kaseler yerine kintsugi ile onarılmış, eski parçalanmış kaselerde, daha derin bir güzellik bulurlar ve kintsugi’de insanın kusurluluğunu kabul ederek, kalbini arındırma gayretindeki tinsel kemal sürecinde hakikati görürler.
Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen hadisin ışığında, parçalanmış kâseyi onaran ve bir arada tutan altını tevbe için bir metafor olarak anlayabiliriz. Sufi klasiklerini okuyan birisi, bir Sufi’nin manevi yolculuğundaki ilk adımın Tevbe olduğunu bilir; her insanın yükseliş öyküsü, kusurluluğunun kabulü, tevbe ile başlar. Bu nedenle Japonlar, altınla onarılmış bir çay kasesinde çay içerken insan doğasıyla hesaplaşmış olurlar. Müslümanlar çay takımlarında altın kullanmaktan kaçınsa da bu durum, Japon felsefesi ile İslam’ın manevi kültürü arasındaki ortaklığı anlamamıza engel olmaz.
Hideyoshi’nin Büyük Çay Seremonisi’nde Hechikan, sadelik felsefesini uygulamış, çay töreni için süslü kaplar ya da dekor olmadan, sadece bir şemsiyenin gölgesinde alan oluşturmuştur. Bunu gerekli malzemeleri olmadığı için değil, onlara ihtiyaç duymadığı için yapmıştır, çünkü herhangi bir dekorasyonun fazlalıktan başka bir şey olmayacağını bilmektedir. Bugün bile zenginlikle eşdeğer tutulan maddi varlıklara karşı böylesi bir kayıtsızlık, Allah’ın isimlerinden birinin ardındaki anlamla örtüşmektedir. “Zengin” anlamına gelen El-Ganî ismi, sahip olma anlamında “zenginliğe” değil, maddi ve manevi yeterlilik durumuna işaret eder. Allah, “tek kâmil varlık” olduğu için, sahip olma arzusundan dahi münezzeh olup, zâtı kâfidir. Wabi’nin peşinde koşmak, ruhumuzdan ve hayatlarımızdan israfı ortadan kaldırmak için mülk edinme saplantısı olan “fakir” varlıklar olduğumuzu anlama felsefesidir. Bu anlamda İslami dünya görüşüyle temellendirildiğinde Wabi, insani sahip olma yoksulluğunun (fakr) üstesinden gelerek bunun yerine ilahi zenginliğin (ganî) lütfuna dayanan bir yoksulluğa (fakr) ulaşmanın manevî bir süreci olarak anlaşılabilir.
Bu ruh, Osmanlılı Sufi Muslihuddin Merkez Efendi’nin (ö.1552) bir anlatısında görülmektedir. Bir gün hocası Sünbül Sinan Efendi, aralarında Muslihuddin’in de bulunduğu talebelerine şu soruyu sorar: “Allah size bir kudret verse ve bu kâinatı yeni baştan yaratmanızı emretse ne yaparsınız?”
Talebelerinin her biri farklı bir cevap vermiş. Biri, “Denizleri bu şekilde yaratırdım” demiş. Bir diğeri, “Yeryüzünü bu şekilde yaratırdım” demiş.
Sıra Muslihuddin’e geldiğinde o şöyle cevap vermiş: “Hocam! Allah bu evreni öyle mükemmel, öyle muhteşem, her şeyi yerli yerinde yaratmış ki, sıra bana geldiğinde hiçbir şeye dokunmaz, her şeyi kendi merkezinde bırakırdım.”
Bu olayın ardından Muslihuddin Efendi, Merkez Efendi olarak anılmaya başlanmıştır.
Merkez Efendi, dünyada herhangi bir değişikliğe ihtiyaç olmadığını; tasavvuf ehlinin yalnızca ilahi olanın lütfuna karşı bir hassasiyet gerektirdiğini savunmuştur. Onun felsefesi, çay ustasının mevsimleri ve doğayı olduğu gibi kabullendiği, doğaya karışmak için yalın bir odadan ve basit çay gereçlerinden yararlandığı Wabi çay seremonisiyle paralellik taşımaktadır. Maddi aşırılıklardan kurtuluş ancak tabiatın değişimini görüp kabul etmekle ve dünyamızı nefsani arzularımıza göre tadil etme dürtüsünden kendimizi sıyırmakla mümkündür. İşte bu hakikatte çay seremonisinin asıl vizyonu ile İslami maneviyat arasında derin bir bağ bulabiliriz.