Necati Bey’den Rasim Özdenören’e Müellifin Kayıt Kaygısı

İnsan için tekâmül ve arayış, olmuş bir şey olmanın aksine olmakta olan bir şeydir. Çünkü insan, değerlendirilecek şeyi, değişmekte olan benliğiyle sürekli olarak yeniden yazmaya ve oluşturmaya açık, dinamik bir süreç içerisinde yaşar.

Muhammed Enis ÖZEL

Şair ve yazarlar tarih boyunca yazmanın, kaydetmenin, bir eseri sona erdirmenin kaygısını hissetmiştir. Divan şairlerinden modern şairlere, yazarlara ve öykücülere değin süren bu kaygının izlerini takip edeceğimiz yazımızda iki edebi şahsiyeti ele aldık: Necati Bey ve Rasim Özdenören. Bu tercihimizin sebebi Necati Bey’in divanının dibacesinde yer alan ve şiirin/sözün, yazıya/kayda geçirilmesini konu edinen mesnevisi ve Rasim Özdenören’in Ruhun Malzemeleri isimli yapıtında yer alan ve kayıt kaygısını mahremiyet bağlamında ele alan yazısı. Bu iki mühim kayıt, şair ve edebiyatçıların değişmeyen bir sakıncasına işaret ediyor. Biz bu sakıncaya “kayıt kaygısı” diyoruz.

İnsan için tekâmül ve arayış, olmuş bir şey olmanın aksine olmakta olan bir şeydir. Çünkü insan, değerlendirilecek şeyi, değişmekte olan benliğiyle sürekli olarak yeniden yazmaya ve oluşturmaya açık, dinamik bir süreç içerisinde yaşar. Kıyamet, yaklaşandır. Kıyamet koptuktan sonra kıyametin kendisi hakkında dahi söylenecek ve yapacak hiçbir şey kalmayacaktır. Eserler de insanlar gibi kendi kıyametlerine hazırlanmaktadır. Şair veya yazar, değişmekte olan benliğinin nazarı ile tarihi, toplumu ve estetiği yorumlar. Nihayetinde ise iz bırakır. Değişmekte olan haliyle insan, bir eser vücuda getirirken kendi anının mükemmelini arar. Dolayısıyla eserin zihinde var oluşu ile kayda geçirilişi arasında sıkı bir gerilim söz konusudur.

Kayıt veya iz bırakmanın bu ıstıraplı süreci, Necati Bey’in divanının dibacesinde şu ifadelerle bizi karşılar:

Gönüller ravza-i Rıdvân’a benzer

Kitâbet mülk-i Hindûstân’a benzer[1]

Çün âdem ola cennet’ten hevâyı

Diyâr-ı Hind’e doğrultur âsâyı[2]

Kalem sûbân gibi olur bahâne

Atar o Âdem’i Hindûstân’a[3]

Sevâd-ı hatt u manâ-yı mükerrem

Kucaklamış yatar Îsâ’yı Meryem[4]

Aceb karanılıkta âb-ı hayvan

Bu vech ile verir mi âdeme cân[5]

(Yılmaz, 2015, s. 25-27)

Necati Bey’in mezkûr mesnevisi, baştan sonra sözün kayda geçirilmesini konu edinmektedir. Bizim buraya 5 beytini aldığımız şiir, 22 beyittir. Şair, mesnevisinde, henüz kayda geçirilmemiş sözü cennet bahçelerine benzetirken yazılmış olan sözü (yazının siyah da olması sebebiyle) Hindistan’a benzetmiştir. Çünkü zihindeki düşünce yahut söz, yazıya yani kayıtlara geçirildiğinde başka bir alemde var olur. Söz ve yazının/kaydın buluşmasındaki güzellik ise şair tarafından Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı kucaklayıp yatmasına benzetilmiştir. Gönüldeki yahut insanın zihnindeki, henüz kayda geçirilmemiş söz ve anlam, açık ve nettir. Yazıya geçen anlam ise karanlıklar içerisindedir. Çünkü söz, metin olduğu andan itibaren birçok şeyle ilişkilidir ve dolayısıyla bulanıktır. Alıntıladığımız son beyitte ise şair, yazının karanlığında anlamın vücuda gelip gelemeyeceğini sorgular. Yazmanın ve kaydetmenin; Hz. Adem’in cennetten yeryüzüne (Hindistan’a) gönderilmesine benzetildiği şiir, çeşitli alegori ve benzetmelerle tamamlanır.

Ayrıca Necati Bey, yazmanın ve kayda geçirmenin pratik sorunlarıyla da ilgilenmiştir. Şair, bir kıtasında divanını yazan kâtip için şöyle der:

Dîvânımı yazar sanasın ki kömür alıp

Karartır âh şâhım öyle bir imâreti[6]

 (Yılmaz, 2015, s. 534)

İz bırakma bilincinin sarsıcılığı hakkında üreten bir diğer sanatçımız ise yukarıda da belirtildiği üzere Rasim Özdenören’dir. Doğrusu Özdenören’in kaygısı daha çok mahremiyet kaygısıdır. Öyle ki bu çalışmada ele alacağımız yazısı, “Yazı bir Mahremiyettir” başlığıyla yayınlanmıştır. Ancak bu hususta mahremiyet; insanlar arasında gözetilen mahremiyet ilişkisine değil, insan ve metin arasında gözetilen mahremiyet ilişkisine taalluk eder. Nitekim Özdenören yazısına şu ifadelerle başlar:

Herkese açık açık teşhir edilebilen yazı, nasıl olur da mahrem sayılabilir diye düşünenler çıkabilir. Oysa bizi ilgilendiren husus, bir yazının teşhir edilmeye başlanmasından önceki, yani yazılırkenki durumudur. Kaldı ki, kendi payıma kimi zaman bir yazımın benim yanımda okunmasından bile sıkılırım. Ama sözünü etmek istediğim durum bu değil. Bir yazı, henüz kalemle kâğıt arasında dururken yazarının mahremiyet alanı içinde yer aldığını anlatmak istiyorum.

(Özdenören, 2008, s. 343)

Yazının alıntıladığımız giriş kısmında yer alan “Bir yazı, henüz kalemle kâğıt arasında dururken yazarının mahremiyet alanı içinde yer aldığını anlatmak istiyorum.” ifadesine ayrıca vurgu yapmak gerekmektedir. Nitekim, Özdenören’in “yazarın mahremiyet alanı” dediği yer ile Necati Bey’in yukarıda alıntıladığımız şiirinde, sözü cennet bahçelerinde tasavvur ettiği yer farklı değildir. Orada özgürlük vardır ve anlam apaçıktır. Çünkü orada yazar için her şey, Özdenören’in ifadesiyle, vazgeçilebilir olanın alanı içindedir. Necati Bey ve Özdenören’in aynı manevi kaygı içerisinde dile geldiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Üstelik bu kaygı, her iki edebi şahsiyet için de yalnızca manevi boyuta ilişkin değildir. Necati Bey’in şiirlerini yazıya geçiren kâtip hakkında söylediklerinin benzerini Özdenören sekreterler için söyler. “İbda ânlarına sekreterlerini ortak edenlerin sayısı belki benim tahminimden de çoktur. Ama gene de burada, insan (sekreter) eşya yerine konulmadıkça bu işin kolay kolay başarılamayacağı kanısındayım.” ifadelerinde bulunan Özdenören, sekreterin, canlı bir tanık gibi değil de bir makine olarak ele alındığını söyleyerek sorgulayışına şu ifadelerle devam eder:

Sekreterine şiirini yazdıran bir şairi, romanını yazdıran bir romancıyı hiç görmediğim için bilmiyorum, ama merak ediyorum: çok nadir durumlarda bile olsa acaba sekreterlerinin fikirlerine müracaat ediyorlar mı? Sekreterin, dikte esnasında bazı mekanik ve teknik düzeltme uyarıları dışında, onun fikrini almaya değer buluyorlar mı?

(Özdenören, 2008, s. 343)

Bu hususta tek fark, yazının matbu edebiyatımızda standartlaşması ve makineler aracılığıyla üretilmesi neticesiyle ortaya çıkar. Nitekim Necati Bey, şiirinin kötü yahut yanlış bir şekilde kaleme alınmasından şikâyet ederken Özdenören, sekreterin düşüncelerinin esere karışabileceğinden kuşku duyar. Bu bağlamda kayıt kültürünün değişimi… Ya da daha anlaşılır olması için şöyle diyelim, yazılı kültürden matbu kültüre geçiş, eleştirinin varlığını korusa da yönünü değiştirmiştir.

Görüldüğü üzere bir eserin kayıtlara geçirilmesi dolayısıyla duyulan kaygı, asırlardır sürmektedir. Sanatçı ne üretiyor olursa olsun, eserinin son halini alacağı, kayıtlara geçeceği anı önemsemiştir. Bu an, metnin kıyametidir. Sanatçı tarafından üretilen anlam, kayda geçer ve kayıtlar havuzunda diğer kayıtlara bulanır. Son olarak Özdenören’in, yazı ve mahremiyet arasında kurduğu ilişkiden söz ederken çekimser bir şekilde söylediği şu ifadeye bakalım: “Durum belki de yalnızca bana ait, çok özel, çok kişisel bir çalışma tarzını ifade etmektedir.” Bakalım ve şöyle diyelim: Hayır hayır, bu kişisel bir çalışma tarzı değil. Bu, bütün iz bırakanların en başından beri hissettiği kayıt kaygısı. Anlamı en doğru şekilde verme sürecinin sancısı. İnsanların çocuklarını evlendirmesi gibi bir şey. Hem mutluluk verici hem de vehme gebe.

Kaynakça:

Yılmaz, Ozan. (2015) Necati Bey Divanı. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları. Ankara.

Özdenören, Rasim. (2008) Ruhun Malzemeleri. İZ Yayıncılık. Ankara.


[1] Gönüller[de bulunan söz] Rıdvan bahçelerine benzer. Yazılı olanlar ise Hindistan ülkesine benzer.

[2] Hz. Adem cennetten kovulduğu için asasını Hint [yazı] diyarına doğrultmuştur.

[3] Kalem yılan gibi bahane olup o Adem’i/kişiyi Hindistan’a atmıştır.

[4] Yazının karanlığı ve yüce mana… [Sanki] Meryem İsa’yı kucaklamış yatıyor.

[5] Acaba karanlıklar içerisindeki ölümsüzlük suyu, insana bu denli can verebilir mi?

[6] Sanırsın ki divanımı eline kömür alıp da yazar. Ah şahım, öyle güzel bir ifadeyi karartır.