Rasim Özdenören hadis şerh ederse “Ey insanlar! Her kimin sırtına vurduysam, işte sırtım gelsin vursun, kısas uygulasın. Kimin malını almış isem, işte malım, gelsin alsın. Sizden herhangi birinizin ırzına sövmüş isem, işte ırzım, gelsin intikamını alsın.” hadisini şerh eder.
Muhammet Sani Adıgüzel
Doç. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üni. Eğitim Fak.

Rasim Özdenören hadis şerh ederse “Ey insanlar! Her kimin sırtına vurduysam, işte sırtım gelsin vursun, kısas uygulasın. Kimin malını almış isem, işte malım, gelsin alsın. Sizden herhangi birinizin ırzına sövmüş isem, işte ırzım, gelsin intikamını alsın.” hadisini şerh eder. Çünkü Özdenören’e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) “gaye insan, ufuk peygamber”dir, kul hakkına en çok riayet edendir, hiç kimseye borçlu kalmak istemeyendir, helalleşmenin en güzel örneğini verendir. Eksiksiz fazlasız kişiliktir, insanlığın ekmel noktasıdır, her konuda en üstün insandır:
“Orada vuku bulan sahnelerin ayrıntısına girmiyorum. Herkesin üzerinde herkesten çok hakkı bulunan bir insanın, öte dünyaya göçerken üzerinde kul hakkı kalmaması hususunda gösterdiği titizliğin keskinliğini vurgulamak yeterlidir.
İnsanlığın ekmel noktası, bir alanda değil, insanoğlunun temas edebileceği alanların tümünde ne kerte riayetkâr olduğunu ve o alanların her birinde insan için hedef ölçüyü koyarak onlara örnek oluşturduğunu böylece bir kez daha göstermiş oluyordu.” (Özdenören, 2018, 16, 17)
Bu bağlamda Özdenören’in girmediği ayrıntıya, Ukkâşe (r.a.) ile ilgili olanına, yazım ve noktalamada birkaç değişiklik yapılarak, Esad Çoşan’dan naklen girilebilir:
“Hz. Muhammed (a.s.) hayatının son günlerinde, hasta hâliyle odasından Mescid-i Nebevî’ye çıkar. Artık dünyadan ayrılma zamanın yaklaştığını ima ile kimin kendisi üzerinde bir hakkı var ise gelip hemen istemesini, hesabı ahirete bırakmamışını tekrar tekrar söyler. Bunun üzerine yaşlı Ükkâşe (r.a.) kalkarak, bir savaş dönüşünde Hz. Peygamber’in bineğine salladığı kamçının kazara kendisine çarptığını bildirir. Bunun üzerine Hz. Peygamber aynı şekilde, kısas yoluyla Ükkâşe tarafından kendisine vurulmasını emreder. Sahabenin ileri gelenleri, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) kâh yalvararak, kâh tehdit yollu, bu işi yapmamasını Ükkâşe’ye söylerler. Fakat hem Hz. Peygamber, araya girenlere mâni olur; hem de o kısastan vazgeçmez. Mescidin içi hüzün ve heyecan dolmuştur: Ükkâşe, nasıl olup da Allah’ın sevgili kulu ve resulüne vuracaktır! Hâl böyle iken Ükkâşe ikinci bir talep daha ortaya atar ve “Ey Allah’ın elçisi! Sizin bana vurduğunuzda benim sırtım açık ve çıplaktı, binaenaleyh sizin de sırtınızı açmanız gerekir.” der. Kalabalığın heyecan ve kızgınlığı bir kat daha artar, mescidin içi feryat ve hıçkırıklarla dolar. Hz. Peygamber sırtından örtüsünü sıyırır. Ükkâşe elinde kamçı beklemektedir; fakat vurmaz Hz. Peygamber’in sırtına sarılır; yüzünü gözünü onun “mühr-i nübüvvet” denilen, keklik yumurtası kadar olan kabartılı ben’ine sürer. Bütün yaptıklarını bu mübarek işareti görmek için yaptığını söyler. Bunun üzerine kendisinin cennette Resulullah ile komşu olacağı müjdelenir; o da bahtiyar ve memnun yerine döner.” (Çoşan, 1983, 276)
Rasim Özdenören hadis şerh ederse “Karışıklık zamanlarında ibadet etmek, benim yanıma hicret etmek gibi sevaplıdır.” hadisini şerh eder. Çünkü Özdenören’e göre; 1. İnsanın memleketini terk etmesi, 2. Memleketin terk edilmesi neticesinde küfür karşısında hür ve müstakil bir taraf teşkil edilmesi, 3. Müslümanca bir hayatın bir hâlden başka bir hâle dönüştürülmesi gibi anlamlara gelen hicretin bu üç anlamı birden içeren anlamı küfür düzeninin ölçütlerini terk etmek, İslâm düzeninin ölçütlerine riayet etmek demektir:
“Hicret bir yanıyla “edilgin” bir olaysa, bir yanıyla da küfre karşı “etkin” bir tavır alma biçimidir. Hicretten önce de İslâm düşmanlarıyla savaşmak için çeşitli sebepler ortaya çıkmış, fakat Müslümanların gerçek anlamıyla bir sıcak savaş ortamına girmelerine müsaade olunmamıştı.
Hicret, bu etkin yanıyla Müslümanların zulme karşı zalim düzenin bir parçası olarak mücadele verilemeyeceğinin, böyle düşünmenin eşyanın tabiatına aykırı düşeceğinin manifestosu sayılmalıdır.
Müslümanlar hicretin etkin anlamının bilincine varmak suretiyle, zulüm düzenin şartlarına bağlı kalarak İslâmî bir mücadele yürütmenin vehimden ibaret kalacağını kavramış oldular. Üstelik böyle bir ortamda yürütülen mücadele sadece bir “yeniden düzenleme” düzeyinde kalacaksa, bu işin son tahlilde zulmün işine yarayacağı hususu da aşikârdır.

Hicret farazî bir olay değil, fiilî bir olaydır. Kişi kendini hicrette farz etmekle hicret etmiş olmaz. Hicret zulümle, küfürle mücadele etmek için zulüm ve küfür ülkesini terk etmek demektir.” (Özdenören, 2018, 42, 43)
Rasim Özdenören hadis şerh ederse “Ben rahmet peygamberiyim, ben harp peygamberiyim.” hadisini şerh eder. Çünkü Özdenören’e göre her ne kadar ilk bakışta rahmet ve savaş birbiriyle çelişkili gibi görünse de aslında bu iki kavram birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Özdenören bu ilişkiyi maddeler hâlinde şöyle izah eder: “1. Bizatihi onun, içinde yer aldığı savaşların rahmet olduğu, 2. Onun savaşının da rahmete dönüştürüldüğü, 3. Bu savaşların yalnızca Müslümanların indinde değil, kâfirler üzerinde de bir rahmete vesile olduğu biçimindeki almaşıklar akla gelebilir.” (Özdenören, 2018, 47)
Son şıkkın layıkıyla anlaşılması ve kabul görmesi için Allah Resulü’nün içinde yer aldığı savaşların mahiyetinin bilinmesi kaydını düşen Özdenören bu savaşlara örnek olarak da Mekke’nin Fethi’ni verir:
“Allah Resulü’nün bütün savaşları, onun rahmet ve savaş peygamberi olduğunun en etkili delilidir. Mekke’nin Fethi ise bu özelliğin doruk noktasını remzeder. Mekke fethedilmiştir. Müslüman ordusu Mekke’ye girmek üzeredir. Tam bu sırada, bir Müslüman komutan şöyle bağırır:
– Bugün savaş günüdür!
Allah Resulü buna şu karşılığı verir:
– Bugün merhamet ve rahmet günüdür!
O komutan görevinden alınır.
O âna kadar Allah Resulü’ne akla gelmedik mezalimi uygulayan, onu yurdunu terk etmeye zorlayan Mekkeliler, içlerinde yaşattıkları kaygılarından henüz sıyrılmamış hâlde toplandıklarında Allah Resulü onlara sorar:
– Şimdi size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?
Cevap verirler:
– Sen asil bir kardeşsin. Asil bir kardeşimizin de oğlusun…
İşte rahmet pınarı onun mübarek ağzından bir kere daha şu kelimelerle dökülür:
– Ben sizlere kardeşim Yusuf’un (as) dediği gibi diyeceğim: Bugün başa kakma ve ayıplama yok! Sizi Allah yargılasın. Hepiniz serbestsiniz.” (Özdenören, 2018, 52-53)
Rasim Özdenören hadis şerh ederse “Dikkat edin! Bana ‘Kitap’ verildi. Beraberinde bir o kadar olan (hadis) da verildi. Dikkat edin! Karnı tok bir adamın, kalçasının üstüne oturup şöyle demesi yakındır: ‘Aramızda Allah’ın kitabı vardır. Onun içinde helâl olarak bulduğumuzu helâl sayar, haram olarak gördüğümüzü de haram sayarız.’ Oysa (zavallı bilmiyor ki) Allah Resulü’nün haram kıldığı şey de, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.” hadisini şerh eder. Çünkü Özdenören bir hikâyecidir. Bir hikâyecinin hadis şerh etmesi önemlidir. Zira hadis şerhlerini yapanlar kendi alanlarıyla ilgili hadiseleri daha iyi şerh ederler. Bu konuda İsmet Özel’in “Kırk Hadis” şerhi iyi bir örnek teşkil eder. Özel, “Bir hadis-i şerifin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadisin bir şaire neler ilham ettiğini, bir hadisin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru geldiniz.” (Özel, 2010, 7) satırlarıyla başladığı söz konusu eserinin “Yaşamak bir yanlışlık, din bir bunalımdır” başlıklı “Mukaddime” bölümünde önce okuyucunun “Bir şair neden hadis şerh eder?” sorusuna cevap vermeye çalışır: “Size hadisler vesilesiyle bir esenlikler alanı işaret edecek şairin
“merak
bir devrimcinin hazırlığıdır”
mısralarının mübdii olduğunu biliyorsanız, içinizde şairin hadisle ne türden ilişki kurduğu hususunda doğan merak, belki içinizde dönüşüme uğramak ve dönüşüme uğratmak arasında bir bağ kurma gereği duymanıza da yol açacaktır.”(Özel, 2010, 7)
Her ne kadar o kurmasa da Özel’in hadislerle şairler arasında kurduğu münasebet, Özdenören ile hikayeciler arasında kurulabilir ve söz konusu hadis-i şerifte düşüncesine karşı çıkılan kişinin “Karnı tok bir adamın, kalçasının üstüne oturup şöyle demesi yakındır.” şeklinde olumsuz olarak sunulması bir hikâyeci için çok ilginç bir durum arz ettiği söylenebilir. Aslında Özdenören’in kırktan fazla hadise yer verdiği için kırk hadis kapsamında değerlendirebilecek olan “Hadislerin Işığında Hz. Muhammed” kitabının, “Hadisler Üzerine” başlıklı ikinci bölümünde, “Kur’ân-ı Kerîm ve Hadisler” alt başlığı altında, ilk hadis olarak şerh edilen bu hadisin, onun bütünüyle hadislere, hadislere genel bakışını da yansıttığı düşünülebilir:
“Bu çok ilginç bir hadis-i şerif. Söylemek istediği şey, lafızlarından zaten anlaşılıyor. Diyor ki: Bir gün bir adam çıkacak ve bize diyecek ki, “Önümüzde Allah’ın kitabı var, helaller haramlar orada zaten yazılı duruyor. Biz kitabın dışında bir başka mehaza, başka bir kaynağa müracaat etmeyiz, Kur’ân’la yetiniriz.
“Birisi” diyor, bu birisi denilen kimse belli bir kişi değil, belli bir zihniyettir büyük bir ihtimalle, belli zihniyeti işaret ediyor. Kendisini sadece Kur’ân’la bağımlı kılan bazı insanların çıkabileceğini haber veriyor. Bunu öğreniyoruz hadis-i şeriften. Ve arkasından şunu söylüyor: Oysa Allah Resulü’nün (bizzat kendisi işaret etmek suretiyle) haram kıldığı şey de Allah’ın haram kıldığı şeydir. Dolayısıyla, haramlar ve helaller sadece Kur’ân-ı Kerîm’in lafzıyla ve manasıyla kayıtlanmış değil, Resulullah’ın bize işaret ettiği ve söylediği, açık olarak söylediği, bazen zımnen ifade buyurduğu hususlar da bizim için helallerin ve haramların sınırları arasında.” (Özdenören, 2018, 79-80)
Kaynakça
Özdenören, Rasim (2018). Hadislerin Işığında Hz. Muhammed. İstanbul: İz Yayıncılık.
Özel, İsmet (2010). Kırk Hadis. İstanbul: Şule Yayınları.
Çoşan, Esad (1983). “Îslamî Türk Edebiyatında ‘Ükkâşe Hikâyesi”. AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, C XXVI, S 1-4, s. 275-286.