Namlunun Ucundaki Maşuk

Misafirin evi talan etmeden sahibine teslim etmesi kadar, gönül evine emanetçi olmuş âşığın da kalbin sahibi hatırına misafirine gönül mülkünü talan ettirmemesi gerekmez mi?

Şehnaz FINDIK

“Kalp için ötekinin (maşukun) anlamı nedir?

Kalp ötekine kavuştuğunda yoksa kendisi ile mi buluşmuş oluyor?

Maşuk, yoksa kalbin bizzat kendisi haline mi geliyor?

Kalp, maşuka bir misafirhane mi oluyor?

Sahip kim? Misafir kim? Nasıl belli oluyor, buna kim karar veriyor?

Her yerde maşukunu gören kalp, öyleyse onu nerde aramalı?

Kalp her yerde maşukunu görür de, gördüğü her şey maşuku mudur?”

(Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği, İz Yay. s. 29)

İnsan, doğduğu andan öldüğü ana kadar büyük bir arayış içerisinde. Öyle ki çoğu zaman neye, kime doğru koştuğunu dahi bilmeden sırf bir arayış uğruna kendini kaybediyor. Burada şairlerin, mütefekkirlerin, velilerin yahut dervişlerin arayışını tenzih ederek konuşmak gerek. Zira bu zatların bir ömür bulmaya ahdettikleri şey, hakikatin, aşkın ta kendisi. Peki, ya biz bu hakikat zümresinin dışında kalanlar… Bizim arayışımız ne için?

Rasim Özdenören’in “Aşkın Diyalektiği” adlı eserinden alıntıladığımız yukarıdaki sorular, hepimizin cevaplamaya muktedir olduğu sorular değil. Kabul ediyorum. Fakat Üstad’ın sorularına muhatap olan her bir insan teki gibi ben de bu soruların sancıyan bir yerlerime dokunmasını istiyorum. Soruları bir cevabın muhatabı ile karşılıklı sancıyarak anlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken de namlunun ucuna bir maşuk koyuyorum. İnsanın içindeki canavarı ehlîleştirirken sarf ettiği çabayı, sevme gayretini; adanmışlığı, aldanmışlığı ve biraz da yalnızlığı, bütün oklar bir maşuku gösterirken konuşmak istiyorum. O vakit soruların diliyle, maksadımızı aşmadan başlayalım.

“Nasıl ki bir gülün var olabilmesi için bütün bir Evren’in varolması elzem ise, bir insanın varolabilmesi için de Evren’in yanında bütün bir hayâtın varolması gerekir.”[1] der, İhsan Fazlıoğlu. Buradan hareketle, varlığımızı anlamlandırmak için ne çok şeye ihtiyacımız varmış diyebilirsiniz. Zira müstakil olarak tek bir şeyin varlığı, hakiki bir manaya sahip olmak için bir başka şeyin varlığına duyulan ihtiyacı zorunlu değilse bile mümkün kılıyor. Öyleyse insanın varlığına mündemiç olan “bütün bir hayât”ın yaşanabilir ve anlamlı olması, nihai amacımızı teşkil ediyor. Dolayısıyla varlığımızı ve hayatı idrak etmeye başladığımız andan itibaren kalbimize benzeyen, bizi tamamlayan ve bizi hakikatli bir  “varlık” kılacak olan “öteki”nin arayışı başlıyor. Bu arayış ile ruhumuzu adeta çerçeve gibi saran güçlü bir hisle baş başa kalıyoruz. Bu his, mutlak bir buluşun işaretiymişçesine duyu dünyamızı ele geçirerek bize kendimiz hakkında bir başkasının sesiyle konuşuyor. Bu sözler içerisinden yalnızca gönlümüze en yakın olan sese kulak kesilmemiz, aşkın belki de ilk nişanesi. Ancak gönlümüzü arıza hislerden korumak, mesnetsiz hayallerden uzak durmak ve kaygılarımızı artıracak boş umutlara kapı aralamamak gerekiyor. Haliyle biraz bocalıyoruz.

İnsanlığımızın ne denli ciddi bir işçilik olduğunu kavradığımız vakit kalbimizi her türlü gönül israfından korumanın yollarını arıyoruz. Yüreğimizi tamamlayan, bizde olmayanı bizim kılan, hayatı yaşanabilir ve tabiri caizse bizim için “mikro bir evren” teşkil eden bir muhatabın peşine düşüyoruz. Bu durum fıtratımızda var olan sevme ve sevilme temayüllerinin çalışma şeklinden besleniyor. Nasıl ki kâinatın bir düzeni var, biz insanların da kalbini, hayallerini, heyecan ve doruk noktalarını düzene sokacak, tüm çelişki ve cehaletten “mazur” kılabileceğimiz bir öteki olmalı. İşte bu öteki, Özdenören’in “Maşuk” dediği ve nispeten âşık kadar faal, etkili, sorumlu ve aşk meselesinde en az âşık kadar “işçilik” sahibi olan kişi. Kalbimizin tüm isyan ve protestolarına karşın onu tamamen dolduracak olan Maşuk, duyu âleminde bizi terbiye eden en yüce vazifeyi yüklediğimiz kişi. Şimdi neden bir Maşuk’u namlunun ucuna koyduğumu anlatabiliyorum sanırım.

Kalbin Maşuk olarak addettiği öteki, diğer tüm ötekileri oyun dışı bırakan seçilmiş bir öteki. Hal böyle olunca onunla olmak, kendimizi bulmak gibi bir şey. Ama o da ne? Maşuk, çoğu zaman sırtına yüklenen sorumluluğun farkında bile değil. Bunun şiddetli bir sorun olduğunu ancak kendi gönül dünyasında yaprak kıpırdamadığı halde âşığın dünyasında bir tufana sebep olduğunu gördüğünde anlıyor. Ancak bu tufan karşısında yaprakların elbette bir ziyanı yok. Zira Maşuk, âşığın bizzat kendi kalbinin bir yansıması olarak, kendinde olmayan her türlü duygu için iyi halden indirimli. Maşuk burada, en çok da bu gönül kayırmacılığından korkuyor. Zira gönül bu, sevilmeme yorgunluğunu kaldıramadığında “Madem soysuz gönlün bende yok idi, neydem neydem yok idi, niye doğru yoldan şaşırdın beni?” diyebiliyor. Elbette Mâşuk’un âşıktan bihaber olduğunda bile âşığın acıyla sarf ettiği türkülerde kendisinden bir Nemrut gibi bahsedildiği durumlar bunlarla sınırlı değil. Şiirler, filmler, çağdaş romanlarda bile Maşuk’un aşktan yana imajı hep sakat. Maşuk gözüyle aşkın mahiyetini kestirebilen de pek yok.

Maşuk, âşıktan yayılan yoğun hislerin Rahman’a nispet edilen tüm sevk ve idarelerinden sorumlu özel bir taşıyıcı hükmünde. Özdenören’in sorduğu “Maşuk, yoksa kalbin bizzat kendisi haline mi geliyor?” sorusu tam da bu kilidi açacak cinsten. Evet, maşuk, serpme ıstırabın tam ortasından nasibini alıyor. Âşığın her bir acısı, yorgunluğu, sessizliği, çığlığı ve bekleyişi karşısında Maşuk, ya harekete geçmeli ya da tamamen kayıtsız kalmalı. Burada Üstad Özdenören gibi meseleye merhamet nazarıyla bakmak istemiyorum. O’nun düşüncesi, daha çok sorumluluk alan bir Maşuk tanımı üzerinden şekilleniyor. Örneğin, Üstad’a göre Şirin, Ferhat’ın aşkı ile mutmain olduğundan onun için harekete geçiyor, sorumluluk alıyor, aşka sahip çıkan taraf oluyor. Ancak ya Mâşuk, bu aşkı imar edecek muhabbete hâsıl değilse? Bu kez sorumluluk kimde olmalı? Üstad burada kıvrak bir manevrayla konuyu tekrar aşkın mahiyetine getiriyor. Aşkın bir çeşit hastalık olabileceği önermelerini incelemeye başlıyor. Fakat Maşuk hatta bekletilmeye devam ediyor.

Maşuk ve vazifelerine atıf yapmadan evvel yukarıda yer vermediğimiz ve fakat Özdenören’e ait olan şu çarpıcı sorulara da dikkat kesilmeli: “Acaba âşık, bilinçaltından kendini aşma çabasına düştüğü için mi âşık olabilmektedir? Her neye teşebbüs etse, kendi sınırlarına mahpus kaldığını duyumsayan insan, kendi varlığını bir başkasına aktararak mı bu işin üstesinden gelebileceğini düşünüyor ve âşık oluyor?” O vakit ruhundaki derin müşahede neticesinde âşık, bir halden diğer hale Maşuk’u vasıtasıyla geçiyor da diyebiliriz. Böyle bir durumda tamamlanma dürtüsünün yaratacağı aidiyet ve “yuvasını bulmuş göçebe kuş” hissiyatı Maşuk’unun hislerinden bağımsız olabilir. Maşuk ile tencere kapak vaziyetinde olduğunu düşünen âşık, muhatabı nezdinde evrendeki tüm “öteki”ler gibi bir “öteki” olduğunu anladığında kendini aşma çabası, kendini terk etme çabasıyla yer değişebilir. Her an bu sakıncalı düşüncelerin etkisiyle kendine acı vermeye başlayan âşık, yalnızca kendisine değil, maşukuna da zarar veriyor. Öyleyse hastalık yahut kendini aşma hissi, adına her ne denilirse denilsin, karşılıklı hislerin paylaşılmadığı tek taraflı bir aşk hikâyesi, âşık olan kadar âşık olunan için de sorun demek. Gerçi Âşık olan, acı çekmekten mutmain iken muhatabının vicdan, sorumluluk ve insanlık muhasebesi hız kesmeden devam ediyor.

Soruların diliyle, siz kıymetli okurların idrakine sunarak sorgulamaya devam edelim. “Kalp, maşuka bir misafirhane mi oluyor? Sahip kim? Misafir kim? Nasıl belli oluyor, buna kim karar veriyor?” diye ortalığı ayağa kaldıran Üstad, biliyor ve görüyor ki işin kalp boyutunda ne Maşuk ne de âşık yetkili. Bir imtihan vesilesi olarak bazı hislerin insana iyilik, terbiye, ilim yahut irfan kattığı ortada. Üstad, Maşuk bir misafir ise kalbin halinden fayda görecek ve kalbi bereketlendirip yoluna bakacak diyebilir. Nitekim demiştir de. Ancak bu metni yazanın zaviyesinden, misafirliğin bazı önemli beklentileri olduğunu söylemek mümkün. Maşuk, sıkı sıkıya korunduğu ve el üstünde tutulduğu kalp hanesinde başköşede ağırlanan bir sultan gibi hissedebilir. Fakat sultanlığın ağırlığı altında ezilmek istemeyen, sultanlığın talibi olmayan, kendi misafirhanesinde başka bir sultanın varlığı ile mutmain olan Maşuk’un halinden kim anlayacak? Edebiyatta, sinemada yahut aşkın hüküm sürdüğü tüm o başka topraklarda herkesin gözyaşları âşık için akarken aşktan bihaber maşukların derdini kim görecek? Gölgeler, ışığın ritmi artarken kendi karanlığına dönmeye başlayınca, âşığın misafirhanesinde geriye yalnızca aşkın bizatihi kendisi kalmayacak mı? Misafirin evi talan etmeden sahibine teslim etmesi kadar, gönül evine emanetçi olmuş âşığın da kalbin sahibi hatırına misafirine gönül mülkünü talan ettirmemesi gerekmez mi?

Kalp yaradılış itibariyle bir tevhit karargâhı ise onun her türlü muhafaza edilmesi elzem. Üstad, “Her yerde maşukunu gören kalp, öyleyse onu nerde aramalı? Kalp her yerde maşukunu görür de, gördüğü her şey maşuku mudur?” diye sorarken teslimiyet kadar doğru yolun da önemine dikkat çekiyor. En başta söylediğimizi en sonda başka türlü söyleyelim o vakit. İnsanın arayışını tabii bulmakla başlayan bir muhasebe, insanın arayışına mekân tahsis etmekle bitebilir. Aşka hudud çizilmez belki ama aşkın hudud çizmesine yol açılabilir. Yüksek edep ve ahlak temellerinin zaruri olanakları dışında aşk, büyük bir hasenat vesilesi olabilir. Evvela bunun icrasında aşkın size nasıl bir yol çizdiğine bakmak önemli. Halimizi iyileştirmeyen, kalbimizi terbiye etmeyen ve bizi insanlığın sabi formatına yeniden götürmeyen aşk, hakikat midir? Her yerde maşukunu gören aşığın rotası yalnızca kendi kalbine değil midir? Öyleyse hakikat, aşkı kendinde bulmakla başlayan bir süreç diyebiliriz.

Gelelim mâşuk bu işin neresinde sorusuna. Kendiyle meşgul olan âşık için mâşuk bir taşıyıcı demiştik. O vakit, kıymetli dostlar, namlunun ucundaki Maşuk’a bir özür borçluyuz. Söylediğimiz türkülerde, okuduğumuz şiirlerde, aşkın ağır yükü altında ezilmiş tüm o maşuklar için bir “iade-i itibar” borçluyuz. Üstelik bir tek özür de değil. Gönül kırmayan, kalpleri karargâh bilen, dürüst ve yol gösterici maşuklara hakikatli bir teşekkür de borçluyuz.

Son olarak belki de “Kalp her yerde maşukunu görür de, gördüğü her şey maşuku mudur?” diye sorarken, yerini ve haddini bilen her mâşuk için kendi arayışında azık edineceği bir teselli de borçluyuz.


[1] İhsan Fazlıoğlu, Kendini Aramak, Papersense Yay., 2015, s.11.