İsrail’in meşruiyet sorununun ilk izlerini 1917 yılında İngiliz Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour’un Lord Rothschild’e gönderdiği mektupta somut bir biçimde görürüz. Balfour Deklarasyonu olarak da bilinen bu mektup, Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatanın vaadiyle meşruiyet krizinin tohumlarını atmıştır.
Ali Kerem KAYHAN
Dr., Yalova Üni. Hukuk Fak.

Uluslararası hukuk açısından Filistin meselesi, bir asrı aşan zamandır, çözülemeyen bir ‘sorun’ olarak dünya gündemindeki yerini korumaktadır. Meselenin çok boyutluluğunun yanında, mevcut tartışmalara sürekli yenilerinin eklendiği görülmektedir. Ancak tüm bu tartışmaların merkezinde Filistin yer alsa da sorunların ana müsebbibi olan İsrail’in mevcudiyetine ilişkin meşruiyet tartışmaları uluslararası toplumca göz ardı edilmektedir. Bu yazı ile Filistin meselesinin bir diğer boyutu olan İsrail Devleti’nin meşruiyeti tartışılmaktadır.
İsrail’in meşruiyet sorununun kabaca iki ayağı mevcuttur. Bunlardan ilki İsrail devletinin kuruluşuna ilişkin olan tarihsel boyut, diğeri ise İsrail devletinin yönetimine ilişkin güncel boyut.
İsrail’in meşruiyet sorununun ilk izlerini 1917 yılında İngiliz Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour’un Lord Rothschild’e gönderdiği mektupta somut bir biçimde görürüz. Balfour Deklarasyonu olarak da bilinen bu mektup, Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatanın vaadiyle meşruiyet krizinin tohumlarını atmıştır. Bu vaadi yapan devletin Filistin topraklarını aynı yıl içerisinde işgal eden İngilizler olması ise işgal ile gerçekleştirilmek istenenlerin arka planını gözler önüne sermektedir. 1920 yılında kurulan ve Birleşmiş Milletler’den önceki ilk uluslararası örgütlenme denemesi olarak da ifade edebileceğimiz yapı olan Milletler Cemiyeti, bu topraklara ilişkin getirdiği düzenleme ile ikinci ipucunu vermiştir. Milletler Cemiyeti, Osmanlı’nın dağılmasının akabinde Filistin topraklarının idaresini İngiltere’ye vermiştir. Milletler Cemiyeti Misakı’nın 22. maddesinde belirtildiği şekliyle, kendi kendine yönetim gücüne sahip olmayan halkların idaresi ‘kutsal’ bir vazife olarak ‘uygar’ milletlere verilmekte ve bağımsızlıklarını kazanmaları amaçlanmaktadır. Manda idaresi olarak ifade edilen yapıda Mandater devlet (İngiltere), Filistin’in bağımsızlığını kazanması yolunda destek olmakla yükümlüdür. Filistin’in de manda sistemi içerisinde en gelişmiş statüye sahip olan halklardan biri olarak kabul edilerek, manda idaresi yardımıyla bağımsızlığını kazanacağı ifade edilmiştir. Ancak 1947 yılına kadar manda idaresi altında olan Filistin için bağımsızlık hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Aslına bakılırsa Filistin ile aynı statüye sahip bölge devletleri Lübnan, Irak ve Suriye manda idaresi altında bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Filistin ise bağımsızlığını kazanamadığı gibi İngiltere mandası altında idare edilirken büyük Yahudi göçüne maruz bırakılmıştır. Yahudi topluluklar Filistin topraklarına sistematik bir biçimde yerleştirilmiştir. II. Dünya Savaşı, akabinde artan göç dalgaları ve Birleşmiş Milletler’in kurulması ile bu sorun farklı bir boyut kazanmıştır. 1948 yılında Manda idaresi sona erdirilmiş, aynı gün İsrail devleti ilan edilmiştir. Ertesi yıl İsrail, Birleşmiş Milletler üyesi olarak kabul edilmiştir. Filistin halkı ise manda idaresi altında devlet olma hakkına kavuşamamıştır. Birleşmiş Milletler Şartı’na bakıldığında, 80. madde ile Milletler Cemiyeti döneminde manda idaresi altında himaye edilen halkların Birleşmiş Milletler altında haklarının korunacağının ifade edildiği görülür. Ancak Birleşmiş Milletler, Filistin halkının haklarını dikkate almadan İsrail’i Birleşmiş Milletler üyesi olarak kabul etmiştir. İsrail’in kuruluşu, bu meşruiyet sorununun ilk ayağı olarak Filistin halkının meşru haklarının ihlali ile tarih sayfalarında yerini almıştır. Kuruluşunda hukuki sakatlık olan bu devlet ise, işleyişinde de hiçbir zaman meşru bir hüviyete bürünme çabasında olmadığını göstermiştir.
İsrail, yukarıda ifade edilen meşruiyet problemini ortadan kaldırmak bir yana, mevcut sorunların büyümesine sebep olmuştur. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler üyesi olmasının akabinde Filistin halkının üzerinde egemen güç halini alan İsrail, hemen her fırsatta egemenlik sahasını genişletmeye ve bölge üzerindeki hakimiyetini arttırmaya çalışmıştır. Bölgede gerçekleşen savaşlar sonrasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından oluşturulan ateşkese ilişkin sınırlara da uymayan İsrail, BM organları tarafından da ‘işgalci’ olarak adlandırılmış, Filistin toprakları da resmi olarak ‘işgal altındaki Filistin toprakları’ olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Bu işgal, fiili işgalin ötesine geçerek ilhak boyutuna varmış, İsrail Filistin topraklarına sürekli Yahudi yerleşimcileri taşıyarak Filistin topraklarındaki hakimiyetini arttırma yoluna gitmiştir. Literatürde ‘yerleşimci sömürgecilik’ olarak adlandırılan yapı ile, İsrail’in sistematik bir uygulama ortaya koyduğu ve sömürge sistemini devam ettirdiği ifade edilmektedir.
İsrail’in mevcut meşruiyet sorununun ikinci boyutu, Filistin halkına yönelik uygulanan ayrımcılıktır. İşgal altındaki topraklarda Filistin halkının hareket alanlarının düzenlenmesi, kontrol noktalarının oluşturulması, geçişlerin engellenmesi ya da sıkı kontrollere tabi tutulması bu ayrımcılık hallerinin başlıcalarıdır. Bu yöntemler, sistematik ve yaygın olarak uygulandığı için çeşitli akademisyenlerce Güney Afrika’da uygulanmış olan apartheid rejimi ile karşılaştırılmaya başlanmış ve şaşırtıcı benzerlikler bulunmuştur. Bu durum, son yıllarda Birleşmiş Milletler ve çeşitli insan hakları örgütleri tarafından yapılan incelemelerde günden güne vurgulanmaya başlanmıştır. Güney Afrika’da uygulanan apartheid sisteminin ana özellikleri ırksal ayrımcılık iken, İsrail modelinde bu dinsel ve ulusal ayrımcılık olarak uygulanmaktadır. Apartheid uluslararası hukuk açısından bir suç olarak kabul edilmekte, bir yönetim biçimi olarak meşru kabul edilmemektedir. Güney Afrika’da uzun yıllar süren bu yönetim biçimi, uluslararası toplum tarafından yoğun eleştirilere maruz kalmış, hatta nihayetinde ağır yaptırımlara konu olarak sona erdirilmek zorunda kalmıştır. Uluslararası toplumun bugün görevi, artık meşruiyetini tamamen yitirmiş olan İsrail’in ihlallerini ortaya koyarak eylemlerini sona erdirmesini sağlayacak birlikteliği sağlamaktır.