Medîne’deki ecdâd yadigârı mekânları ziyaret… Bu mekânlardan geriye ne kaldı? Mescîd-i Nebevî’nin kuzeyinde bulunan İmâm Buhârî Mescid’i, Osmanlı mimarisini andırsa da çok sonra, 1957 yılında inşa edilmiştir. Muhtemeldir ki Medîne’de yerleşik olan Buharâlıların girişimiyle inşa edilmiştir.
Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr., Uludağ Üni. İlahiyat Fak.
“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur.” (Yunus, 22)
Medine’yi her ziyaretimde mutlaka ecdat yadigârı mekânları ve eserleri de görmek isterim. İlk seyahatimde Mescîd-i Nebevî’nin kıble cenahında mahkeme binası vardı. Onun yanında da meşhur Arif Hikmet Kütüphanesi varmış; ama yıkılmıştı. Bu kütüphane Benî Sakîfe koruluğunda inşa edilen Melik Abdülaziz Kütüphanesi’ne taşınmıştı. Seyyahların bahsettikleri daha başka mekânların da olduğunu biliyoruz. Bunların çoğu haremin genişletilmesi projesi kapsamında yıkıldı. Bir kısmı da otel inşaatları için yokluğa mahkûm edildi. Dolayısıyla geride pek fazla bir eser de kalmadı.
Elbette turistik bir gezi yapmıyoruz. Fakat “yeryüzünde dolaşın” (Neml, 69) emriyle seyahati ibadet boyutuyla takdim eden bir medeniyetin çocukları olarak, aslî vazifelerin yanında İslam şehrinin kalbi olan Medine’yi gezmeyi bilmeliyiz. Bunun için Siyer-i Nebî’de dikkat çeken mahallere uğramak, Efendimizin ve ashabının hatıralarının izini sürmek anlamlı bir çabadır. Bununla birlikte ecdadımızın bu kutlu şehre yaptıkları hizmetleri görmek de tarih şuuru açısından bir vecibedir. Lakin Cennetü’l-Baki’den başlayarak tarihi açıdan önemi haiz hemen her mekânın yokluğa mahkûm edildiğini görüyoruz. İslam âlemini bir millet yapan tarihî hafızanın mekân boyutuyla silindiğine tanık oluyoruz. Mahkeme binasını, çarşıyı ve kütüphaneyi inandırıcı bir politikayla yıkan zihniyet, şehrin diğer bölgelerindeki tarihi mekânları hangi sebeple yıktı? Bu sorunun peşine düşmeyeceğim; zira meselenin siyasî boyutunun yanında dinî zihniyetle de ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği burada dile getirip tartışarak şu güzel vakitleri heder etmek istemem. Sadece ilgili notumu alarak asıl konuya dönmek isterim.
Asıl konumuz neydi? Medîne’deki ecdâd yadigârı mekânları ziyaret… Bu mekânlardan geriye ne kaldı? Mescîd-i Nebevî’nin kuzeyinde bulunan İmâm Buhârî Mescid’i, Osmanlı mimarisini andırsa da çok sonra, 1957 yılında inşa edilmiştir. Muhtemeldir ki Medîne’de yerleşik olan Buharâlıların girişimiyle inşa edilmiştir. Her ne ise, burada mutlaka bir vakit de olsa namaz kılmayı, Buhara’yı, bütün bir Türkistan’ı tahayyül ederek ata topraklarının huzuru ve bilhassa Kaşgar’ın, Doğu Türkistan’ın istiklali için dua etmeyi bir vazife addetmeliyiz. Fakat beni derinden etkileyen mekân: Medîne İstasyonu ve Anberiye Camii’dir. Şimdi oraya varmak için yoldayız.
Medine İstasyonu, merhum Abdülhamid Hân’ın Hicaz Demiryolu projesinin son durağıdır. İstanbul’da trene binen hacı adayları istasyonlara uğraya uğraya Medine’ye intikal ediyor; haccını eda edip tekrar buradan memleketine dönüyordu. Müthiş bir proje… Bu proje hayata geçmişti. İstanbul’dan kalkan ilk trende, o vakit Hicaz vilayeti vekili olan, daha sonra Ürdün kralı olarak anılacak olan Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah da vardı. Onun hatıralarını yıllar önce Hayat Tarih Mecmuası’ndan okuduğumu hatırlıyorum. Buraya ilk seyahatimde uğradığım dönemde tuttuğum notlardan hareketle bir makale kaleme almıştım. Bahse konu makaleyi elinizdeki kitabın ekler kısmında yeniden yayımladım. O vakit burası terk edilmiş, kaderine terkedilmiş bir mekândı. Sonraki seyahatlerimde bir kısım tadilat faaliyetleri vardı; bu sebeple gezememiştim. Şimdi bakımlı ve yeni fonksiyon yüklenmiş bir tarihi bina bizi karşıladı.
Medine İstasyonu’na yüklenen yeni fonksiyon: Müze. Bu güzel olmuş. Böylece en azından onarılmış ve yıkılmaktan kurtarılmış. Ortaya Medine Şehir Müzesi çıkmış. Bahçe yeniden düzenlenmiş, o bakımsız vagonlar tamir edilerek müze envanterine kaydedilmiş. Müze, Medine’nin tarihini anlatıyor. Ama daha çok İslam öncesi Medine ve Suudi ailesinin yönetim dönemine ağırlık verilen bir tanzim yapılmış. Bunu anlıyorum; daha evvel bir umre seyahatinde uğradığım diğer müzeler ve Mekke’deki tarihi mekânlar da İslam öncesi yahut daha yumuşak ifadeyle, İslam tebliğinin başladığı dönemin kültürünü öne çıkaran çalışmaların olduğunu not etmiştim. Müzeyi gezerken Kanûnî’den, Abdülaziz’den ve Abdülhamid’den izler arıyorum; ama nafile… Olsun diyorum, yine de “devr-i Osmânî bölümü ihdas edilmiş ya, bu kâfidir.
İstasyonun hemen çıkışında, ilk dönem Bursa camilerini andıran küçük bir mescid sizi karşılıyor: Yine Abdülhamid’in hatırası olan Amberiye Mescidi… Bu mescidin adını bizzat hünkâr vermiş. Rivayet o ki, devlet işlerinden dolayı hac farizası için İstanbul’dan ayrılamayan Sultan yerine bir vezirini gönderir. Vezirden gelirken koklamak için Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerinden bir avuç toprak getirmesini ister. Vezir vazifeyi üzerine alır ama son anda tam da trene binerken hünkârın emrini yerine getirmediğini fark ederek telaşla oracıkta bir avuç toprak alır ve gelir. Hünkâr toprağı koklar, “bu amber kokuyor, misk değil… Efendimizin toprağı misk kokar derlerdi.” der. Bunun üzerine vezir hadiseyi açıkça beyan eder. Toprak, Medine toprağıdır lakin Ravza’dan alınmamıştır. Bunun üzerine Sultan, toprağın olduğu yere bir mescid inşa edilmesini emreder. Mescid böylece inşa edilir ve adı Amberiye Mescid’i olarak verilir.
Tabi bu bir rivayet… Ama hoş bir rivayet. Lakin biz biliyoruz ki Abdulhamid’in, İstasyon’un yanında bir Mescid ve bir de Sultaniye (okul) binası itiyadı vardır. İttihâd-i İslâm fikrinin mimariye yansıması bu şekildedir: Ulaşım, mabed ve mektep. Bu üçlü toplumu buluşturacak ve birlik tesis olacaktır. Mescide girdiğimizde ziyaret namazımızı kılarak şöyle kenara çekildiğimizde dostların talebiyle bu yazdıklarımı paylaşmıştım. Bilahare, “bugün uğradığımız mekânların oluşturduğu imajı birer kelimeyle ifade etmek istersek ne deriz?” diye sorduğumuzda şöyle bir tablo ortaya çıktı: Kuba Mescidi, vuslat; Kıbleteyn Mescidi, istikâmet; Hendek ve Yedi Mescidler, isti’âne ve iltica, Hak’tan yardım dileme; Uhut, itaat; Medine İstasyonu, ittihad yani İslam toplumunun birliği ve beraberliğine işaret eder. Mekân da konuşur düşüncesinden hareketle, uğradığımız bu mekânların bize bu lisan ile konuştuğunu ifade etmek isterim. Elbette diğer ziyaretçiler, buralarda başka sohbetler dinleyecek ve başka kavramlarla yeni düşünceler inşa edeceklerdir.
Camide sohbetimiz biraz uzamış. Vakit gecikmiş; görevlerimiz var. O sebeple Abdulhamid Hân’a ve yoldaşlarına birer Fâtiha hediye ederek mescitten çıktığımızda Medine müdafaasının kahramanı Fahreddin Paşa’nın Gözetleme Kulesi bizi uzaktan selamlıyordu. Fahreddin Paşa’yı da rahmetle anarak, kuleyi selamlayıp geziyi tamamlamış olduk.