Hicret konusu hadis külliyatımızda da çok geniş yer tutmaktadır. Biz bu konuda kendi ruhî yolculuğumuzda bize destek olacak iki rivayete işaret etmek istiyoruz. Seçtiğimiz her iki sahih hadis hicretin gerçek manasına vurgu yapmaktadır. Daha önce hicretin iç dünyamızda neye karşılık gelmesi gerektiği hakkında söylediklerimizi teyit eden bu hadisler aynı zamanda bu kavramın dün de bugün de hangi şartlarda geçerli olduğu bilgisini bize verirler.
Mülayim Sadık Kul

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatına baktığımızda dünya tarihini temelden değiştiren gelişmelerin en başında Medine’ye hicreti gelir. Gözyaşları içinde hüzünle veda ettiği Mekke’den ayrılma vakti bizim için de gelmişti. Ama ne gideceğimiz ne de arkamızda bıraktığımız yerle alakalı Peygamber Efendimizin taşıdığı endişeleri taşımıyorduk. İçimizdeki burukluk acaba bu kutsal mekanlara tekrar ne zaman yeniden kavuşuruz endişesiydi. Efendimiz (s.a.v.) gibi ne can pazarındaydık ne de gideceğimiz yerle ilgili yüzlerce soru zihnimizi meşgul ediyordu. Gelin bu yolculuğun bize hatırlatması gereken bazı sorulara birlikte göz atalım.
Hicret, Peygamber Efendimizin sadece bir şehirden başka bir şehre, bir memleketten başka bir memlekete gitmesinin adı mıdır? Ya da bu yolculuk fiziki olarak maddi planda olduğundan daha çok gönül dünyasında gerçekleşmesi gereken manevî/metafizik bir seyr-ü sefer midir?
Kur’an’da birçok ayette hicret edenlerden bahsedilmesi konunun önemine işarettir. Allah’ın hicret edenleri farklı müjdelerle taltif ettiği bilinmektedir. Bu ayetlerden bir kaçına göz atmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Her şeyden önce hicret gerçek imanın ölçüsüdür: “İman edip de Allah yolunda hicret eden ve savaşan, (hicret edenleri) barındırıp yardım eden kimseler, gerçek müminlerdir.” (Enfal, 74) Bu ayet hem hicret edenleri hem de muhacirlere sahip çıkanları müjdelemektedir.
Diğer bir ayet-i kerimede muhacirlerin Allah katında yüksek derecelere sahip olduklarını vurgular: “İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mal ve canları ile cihat eden kimselerin dereceleri, Allah katında çok büyüktür.” (Tevbe, 20)
Başka bir ayet-i kerime de hicret ve cihat edenlerin yardımcısının Allah olduğu belirtilmektedir: “Eziyet görüp hicret eden ve sabredip cihad edenin yardımcısı Rabbindir.” (Nahl, 110) Yardımcısı Allah olanın önünde kim durabilir ya da ona kim zarar verebilir?
Belki bu konudaki en önemli müjde de Allah’ın hicret edenlerden razı olduğu fermanıdır: “[Eshab-ı kiramdan Müslümanlığı ilk önce kabul edip Mekke’den Medine’ye] hicret eden ve onlara yardım eden Ensar’dan ve iyilikte onların izinden giden kimselerden, Allah razıdır. Hepsi de Cennetliktir.” (Tevbe, 100)
Hicret konusu hadis külliyatımızda da çok geniş yer tutmaktadır. Biz bu konuda kendi ruhî yolculuğumuzda bize destek olacak iki rivayete işaret etmek istiyoruz. Seçtiğimiz her iki sahih hadis hicretin gerçek manasına vurgu yapmaktadır. Daha önce hicretin iç dünyamızda neye karşılık gelmesi gerektiği hakkında söylediklerimizi teyit eden bu hadisler aynı zamanda bu kavramın dün de bugün de hangi şartlarda geçerli olduğu bilgisini bize verirler.
Abdullah İbni Amr (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “(İyi) müslüman, dilinden ve elinden diğer müslümanların emin olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhârî, İmân 4, 5; Müslim, İmân 64-65) Gerçek müslümanın kim olduğu sorusuna cevap veren bu hadisin ikinci yarısının hicret konusunu ele alması önemlidir. Zira hicret bir yerden başka bir yere göçmek anlamı yanında asıl itibariyle gönül dünyamızda yapılan bir yolculuktur. Allah’ın yasakladıklarını terk etmek müslüman olmanın da gereğidir. Bu yolculuk zihin ve gönül dünyamızda gerçekleşmediği takdirde pratikte de uygulanması zordur. Önce iç dünyamızda sonra da gerçek hayatta hicret gerçekleşmeli. Önemli iki kavramı birleştiren bu hadis birisinin gerçekleşebilmesi için diğerine ihtiyaç olduğunu kesin bir dille ortaya koyar.
Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir Efendimiz gibi çok az hadis rivayet etmiştir. Cibril hadisi gibi dinin en temel konularını haber veren Hz. Ömer Efendimizin diğer önemli bir rivayeti de niyet ve hicret bağlamındadır. Bu her iki konu da yine dinin en temel meselelerinden sayılmaktadır. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ameller niyete göredir. Herkese ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah’a ve Resûlü’ne yönelikse onun hicreti Allah’a ve Resûlü’nedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı ise onun hicreti, hicret ettiği şeyedir.” (Buhârî, İmân, 41)
Demek ki hicretin tüm zorluklarını ve tehlikelerini göze alıp bu yolculuğu gerçekleştirmiş olan bir kimse niyetinin farklı olması sebebiyle hicret sevabından mahrum olabiliyor. Niyetin amelden daha kıymetli olduğunu haber veren “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” (Mecmuu’z-Zevâid, I/61,109) nebevî fermanı, mezkur Hz. Ömer rivayetini desteklemektedir. Dolayısıyla sadece hicret ederken değil tüm amellerimizde niyetin sonucu belirleyen en önemli kıstas olduğu unutulmamalıdır.
Konuyu daha fazla dallandırıp budaklandırmamak adına bu bilgi ve müjdelerle yetinerek hicretin ne anlama geldiği hakkında biraz imali fikir yapalım. Bu mübarek yolculuğun gönlümüze düşürdüklerini dua ve rahmete vesile olur ümidiyle paylaşalım. O topraklara yeniden yolumuz düştüğünde bu tefekkürlerimizin takva azığımıza katkı sağlaması niyazıyla.
Hicret, dünya düzenini ilahî planda yeniden dizayn etmenin, diğer bir ifadeyle yaratılış ayarlarına yeniden geri dönmenin adıdır. İnsanlar içinden çıkarılmış en hayırlı topluluğun yeryüzü sahnesinde yerini almasıdır. Yeni bir dünya, Allah’ın merhametinin en büyük tecellisi olan Resulün eliyle yeniden şekilleniyordu. Artık mazlumların yükselen sesi, kimsesizlerin kimsesi olacak ve her hakikati hak ettiği yere koyacak bir sistem, tüm kurucu unsurlarıyla iş başındaydı. Yeryüzünde gelmiş geçmiş toplulukların en hayırlısı, Allah’ın seçtiği son rahmet elçisinin önderliğinde, kıyamete kadar emsal teşkil edecek adil ve insanî olduğu kadar aynı zamanda temeli göklerde atılmış rahmanî bir sistemi tüm varlık adına hayata geçirme zamanıydı. Ferdi ve toplumsal pek çok ahkam ayetinin hicretten sonra vaz edilmesi bu örnek neslin en önemli habercisiydi.
İşte böyle bir muştunun habercisi ve ilk nüvesi olan hicret de her yönüyle örnek bir hadiseydi. Efendimiz hiçbir detayı atlamaksızın insan gücü ve aklının gerektirdiği tüm hazırlıkları mükemmel bir şekilde planlamıştı. Ümmete örnek olmanın sorumluluğuyla beşerî tedbirler noksansız alınmıştı. Maddi hazırlık manevî hazırlığın mütemmimi ve Allah’a tevekkülün olmazsa olmaz şartıydı. Makamı Mahmud’un sahibine de ancak böyle çift boyutlu bir hazırlık yaraşırdı. Zira o kıyamete kadar gelecek insanlık yanında kardeşlerim dediği ahir zaman ümmetinin de yegane ölçüsüydü.
Elbette böyle bir deneme yazısında hicret bağlamındaki tüm meseleleri ve hikmetleri tüm boyutlarıyla ele almaya kalkmak imkansızı zorlamak olur. Zira bu konu hem hadis ve siyer kitaplarımızda hem de bu konuya yer veren tüm eserlerde etraflıca işlenmiş bir meseledir. Bu konuda gönlümüze düşen birkaç noktaya dikkat çekebilirsek ne mutlu bize.
Peygamber Efendimizin bu yolculukla birlikte ümmete vermek istediği hicret bağlamındaki mesajları yeniden tefekkür etme sorumluluğumuz inkar edilemez. Mesela Peygamber olarak korunmuş olduğunu bilmesine rağmen aldığı tedbirleri nasıl değerlendirmeliyiz? Bu örnekliğin gerek fert gerekse toplum olarak kendi hayatımızda olması gereken karşılığı nedir? Bizlerin gerek günümüzü gerekse tüm işlerimizi ve sonuç itibariyle hayatımızın tümünü kuşatan plan ve programlarımız var mı? Yoksa Almanların deyimiyle in den tag hineinleben durumundamıyız. Yani hayatın akışına teslim olmuş rüzgar ne taraftan eserse ona göre pozisyon alma serkeşliğinde miyiz? Kısa ve uzun vadede varmak istediğimiz hedeflerimiz var mı? Var ise bunlar ile ilgili plan ve öngörülerimiz nelerdir?
Mesela Peygamber Efendimiz yol arkadaşı olarak kendine sıddıkiyet makamının sahibi Ebu Bekir es-Sıddık Hazretlerini seçmiş.
Bizim yol arkadaşımız kimdir ve varsa özellikleri bizim hicret yolculuğumuz için ne kadar uygundur? Efendimizin, “Kişi dostunun/arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45) buyurarak arkadaşın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmiştir. Önce refîk (yoldaş) sonra tarîk (yol) diyen eskiler de arkadaşın özellikle de yola birlikte revan olunacak arkadaşın yoldan daha önemli olduğuna işaret ederler. Yolu çekilebilir kılan da hedefe sağ salim götüren de büyük ölçüde yol arkadaşıdır. Her yola her arkadaşla çıkılmaz ise bizim yolumuz ve bu yola uygun yoldaşımız var mıdır? Soruyu tersinden soracak olursak biz böyle bir yolculukta birilerine yol arkadaşı olacak vasfa ne kadar sahibiz?
Efendimiz bu yolculuğu planlamadan önce hicret yurdu sakinleriyle irtibata geçerek onları yeni dine davet etmiştir. Bu davetin bereketi neticesinde gerçekleşen birinci ve ikinci Akabe Biatları, hicretin de temelini oluşturmuştur. Bu görüşmelerde Efendimiz hicret yurdu dostlarını neye davet etmiş ve onlardan hangi sözleri almıştır. Verilen sözlerin ve biatın bizim hayatımızdaki karşılığı nedir? Bizler de Ensarı örnek alarak en sevdiklerimizi koruyup kolladığımız gibi Peygamberi ve onun getirdiği değerleri koruyabiliyor muyuz?
Diğer bir mesele hayatımız boyunca bize yüklenmiş emanetleri kime teslim edip yola çıktığımızdır. Efendimiz hem emanetleri sahiplerine teslim etmek hem de yatağına yatarak sanki de evindeymiş süsü vermek için ilmin kapısı dediği Hz. Ali (kerremallahu vecheh) Efendimizi bırakmıştı. Kendini öldürmeye gelen topluluğa karşı bile Emin sıfatının gereğini her şeye rağmen yerine getiren bir Peygamber bizler için ne ifade ediyor? Biz emanete sahip çıkabildik mi? Bizim hayatı pahasına emanetlerimize sahip çıkacak ve sahiplerine teslim edebilecek dostlarımız var mı? Varsa bu sorumluluğu yerine getirebilecek hasletlere ne kadar sahip? Emanetin ne olduğu sorusu en az burada ele aldığımız diğer konular kadar önemlidir. Yerlerin, göklerin ve dağların kabul etmeyip insanın yüklendiği bu sorumluluk neleri içerir? Başlı başına ele alınması gereken hayati bir konu olan emanet kavramına bu kadar işaretle yetinelim.
Yolculuk esnasında yol arkadaşıyla birlikte Sevr mağarasına sığınan Efendimiz gibi gerektiğinde sığınabileceğimiz emin sığınaklarımız ve Sevr gibi sırtımızı yaslayabileceğimiz kaç dağımız var? Ya da biz kaç kişinin korkusuzca yaslanabileceği dağ gibi sağlam bir sığınağız. Bir zamanlar aramızda yaşayan sahabe örnekliğindeki Bahaddin ve Mülayim Abi gibi kaçımız dostlarına güvenli bir limandır?
Hicret yönünün tam ters istikametinde olan Sevr’i kendine sığınak yapan Efendimizin taktik becerisi bizler için ne ifade ediyor? Ayak izlerini silecek bir çoban ve günlük ihtiyaçlarımızı ağyara/düşmana farkettirmeden karşılayacak güvenilir dost ve evlatlarımız var mı?
Bunun bir mütemmimi olarak aldığınız tüm tedbirlere rağmen bir çift güvercin ve örümceği istihdam ederek mağaranızın eksik kalan kamuflaj ihtiyacını karşılayacak ilahi iradeyle bir dostluğunuz var mı? Sıddıkiyet makamının sahibi alınan tüm tedbirlere rağmen, düşmanların bir şekilde mağaranın önüne kadar geldiklerini görünce, endişelenerek ya görürlerse, diye tedirgin olduğunda sizi teskin edecek ikinin üçüncüsüyle bağı, tüm bağların ötesinde ve tüm sevgilerin zirvesinde “Üzülme Allah bizimle! ” diyebilecek bir sevgiliniz var mı?
Bu tehlikeli yolculukta sizin inandığınız davaya inanmasa, değerlerinize yabancı olsa da canı pahasına size rehberlik edecek işin ehli güvenilir bir adamınız var mı? Bu hadise gerektiğinde dininizden olmayan ehil kimselerden istifade edilebileceğine dair sünnetin bize sunduğu en önemli delillerden biridir. Önemli olan sadece ehil olması değil aynı zamanda canınızı emanet edebileceğiniz kadar da sadık ve güvenilir olmasıdır. Bu örnek aynı zamanda “Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi emreder.” (Nisâ, 58) ilahi fermanını da nasıl anlamamız gerektiğini bize haber veriyor. Dolayısıyla emanet ve ehliyet birlikte düşünülmesi gereken birbirini tamamlayan iki haslettir. Ehliyet emaneti ve emanet de ehliyeti gerektirir. Birisi eksikse diğeri de tam değildir.
Bu bağlamda Nisa suresi 58. ve 59. ayetlerin tam da bu konuları işlediğini hatırlatalım. Bu kavramlar yerli yerine oturup ümmet tarafından gereği yapıldığında ne Gazze’de ne de başka bir coğrafyada artık zulüm hükümran olamayacaktır. Emanet, ehliyet, adalet ve itaat kavramının ele alındığı bu ayetlerin yeniden tefekkür edilmesi tavsiyesiyle Allah’a emanet olun.