Kapitalist sistemin ömrünün bu kadar uzun olmasının başat aktörü olan kültür ve gönüllü taşıyıcısı olduğumuz bu hegemonya karşısında bağışıklığımız yok denecek kadar az. Bugün İsrail’i İsrail yapan en önemli unsurlardan biri kısacık devlet hayatları içerisinde bir Kültür Üniversitesine sahip olmaları denilebilir.
Gözde ÇİMEN
Türkiye artık kendisine yeni bir hikâye yazmalı. Yeni bir değerler sistemi içerisinde yol almak istediğine dair emelleri şayet var ise dünyanın içinde bulunduğu, ağırlıklı olarak Amerika-Batı merkezli kültürel hegemonyaya karşı doğru hamlelerde bulunmalı. Zira bugün kültürel iktidar kavramı, Türkiye’nin gündemine önemli bir sorun alanı olarak giriyor. Bu anlamda itirazımı bu kavrama yönelik yapmak isterim. Çünkü sosyal yaşantımızdan, evimize seçtiğimiz koltuk takımına, hangi müziği dinleyeceğimizden, kadınların tırnaklarını nasıl manikürleyeceğine kadar hayatımızın merkezinde bulunan kültürel kodlar bir iktidar yoluyla değil, hegemonya yoluyla yaşam tarzına geçmekte. İktidarlar elde edecekleri gücü bazen ikna ederek, anlatarak bazen zorlayarak ve manipüle ederek kazanabilirler. Ancak hegemonyanın mahiyetinde, gönüllü olmak, razı gelmek kabul ederek benimsemek vardır. Tehlikenin gücü de tam da burada ortaya çıkar.
Ortadoğu’nun göbeğinde doğan bir çocukla Nijerya’da doğan bir çocuk aynı varoluşsal kültürel hegemonyaya gözlerini açıyor. Bu hegemonya gündelik hayatımızı derinden sarsan, her hücreye sirayet edip düzeni değiştiren bir hegemonya aslında. Bir yandan bu hegemonya altında yaşam sürdürmek istemezken bir yandan bu gönüllü teslimiyetimize ne zaman ve hangi şartlarda el kaldıracağımızı bilemez vaziyetteyiz. Batılı devletler akıl, doğa, sosyal bilim, sanayi devrimi, ulus devlet süreçleri içerisinde, arka planda felsefe inşa ederek bazı kültürel kodlar oluşturdu. Aynı oranda temel düzeyde bir felsefe, inanç, değerler sistemi ve o değerlerle uyumlu formlar oluşturmadıkça ortaya ne bir kültür ne de o kültüre şemsiye olacak medeniyet çıkarabiliriz. Zira Osmanlı Modernleşmesi’nde de “Batı’nın tekniğini alıp ahlakını ve kültürünü almak istemeyen” o kesim, kendisine nüfus edecek ahlakı ve kültürel yaşamı sezip varoluşsal tepki gösteren insanlardan oluşuyordu. Yani teknik ve kültürel yaşamın bir süre sonra ahlaki yaşamı domine edeceğine dair inanç büyüktü.
Kültürel hegemonya elde etmek sadece devletlerin seçtiği kişileri fonlanması; yani senin elin kalem tutar sen yazıya, seninki fırça tutar sen de resim işlerine demekle de olmaz. Bu anlamda Batılı devlet kurumlarının ve istihbarat örgütlerinin seçtikleri kişilerin ürünlerini satılabilir metalar haline getirmek için özellikle öne çıkarttığı durumlar çokça mevcut. (Örnek: kendisinin bile CIA tarafından finanse edildiğini öğrendiği Jakson Pollock.) Ancak sosyal yaşamın bizatihi kendisi olan kültür için inanç değerlerimize yaslanan birikime, değerler bütününe, bu bütünlük içinde evrenselliğe ve katma değeri yüksek eserlere ihtiyacımız var. Kapitalist sistemin ömrünün bu kadar uzun olmasının başat aktörü olan kültür ve gönüllü taşıyıcısı olduğumuz bu hegemonya karşısında bağışıklığımız yok denecek kadar az. Bugün İsrail’i İsrail yapan en önemli unsurlardan biri kısacık devlet hayatları içerisinde bir Kültür Üniversitesine sahip olmaları denilebilir.
Hâkim sınıfın herhangi bir baskı hissettirmeden kendi düşünce dünyalarını, yemek yeme saatlerini, müziklerini, akşam uyumadan önce hangi kitabı okuyacağımıza dek içselleştirdiği bir dünyada kendimize ait bir kimlik oluşturmanın kolay olmayacağı açık. Türkiye özelinde düşünecek olursak her tarafı kalın duvarlarla örülü, kapıların sıkıya sıkıya tutulduğu kültür dünyasında içselleştirdiğimiz hegemonya için almamız gereken mesafe irade ve istikrar isteyen bir mücadele. Kendimize ait has bir fikriyat geliştirmek için şiirde, resimde, sinemada öz değerlerinden aldığı ilhamla varoluş mücadelesi veren ortamlar da mevcut. Şu an Türkiye’de bu gücü hala elinde tutan laik-sol-liberal kesim evrensel anlamda bir ekol yaratmış, dünya çapında özgün ürünler ortaya çıkarmış bir zümre değil. Sayacakları birkaç isim dışında bugüne kadar yaptıkları işlerin Batı taklidi işler olduğunu gördük ve bunu da kültür diye değerlendirip durduk. Çünkü bu hegemonik dünyada Batı’nın kültür dünyasına değirmen suyu taşıyacak işler yaptığınız takdirde size özgürlükler vaat edilir, ödüller gelir, özel konumlar sunulur. Türkiye’de bu özel konumu asla terk edemeyecek bir kitle mevcut. Ancak sistemin dışında değerler üretip o değerleri sanat ve gündelik yaşamdaki kültür formu ile toplumla buluşturmaya kalkarsanız kabul edilmeme, aşağılanma ve hatta örtülü yasaklarla göz ardı edilme ihtimaliniz artar.
Yirmi dört saatlik zaman diliminde, her anımızda gönüllü taşıyıcısı olduğumuz kültürel hegemonya içerisinde meselenin sadece şiir yazmak, film çekmek olmadığını; rızaya dayalı bu ilişki biçiminin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Kendimizden ve ailemizden başlayarak bu çok sevdiğimiz kapitalist düzenin şahsiyetlerimizi, kimliklerimizi silikleştirdiğini kabul ederek; sosyal yaşama yönelik insanlığa ayna tutacak kültür dünyası inşa etmenin, bugün tepe taklak olmuş dünyaya ekilmiş en güzel tohumlardan biri olacağına inancım sonsuz.