Trump Liderliğindeki ABD Politikalarının Ortadoğu Odaklı Muhtemel Jeopolitik Yansımaları*

Trump yönetimi, dünyadaki çok kutupluluğa/merkezliliğe evrilme sürecini yeniden ABD merkezli bir tek kutupluluğa evrilme sürecine dönüştürmeyi arzulamaktadır. Hedeflenen bu dönüşüm, zamanlama itibarıyla ABD açısından haklı görülebilecek şekilde, ABD’nin dünya egemenliğini tartışılamaz ve rakipsiz hâle getirecek olan bir dönüşümdür

Yusuf YAZAR

Yusuf Yazar, Ortadoğu –Değişen Dengeler- (1991), Enerji İlişkileri Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri (2011); Ortadoğu’nun Son Yüzyılı (1901-2017) –Ateş Sarmalında Kaosun Yükselişi- (2017); ve Başlangıcından Bugüne Ortadoğu –Önemli Dönüm Noktaları Üzerinden- (2020) kitaplarının yazarıdır.

 (ABD – Türkiye ilişkilerini, ağırlıklı olarak ABD’nin Ortadoğu politikalarının yansımaları paralelinde değerlendirdiğimiz bu yazının, 2000’li yıllara kadar olan dönemi kapsayan  birinci kısmı İnsicam’ın Şubat-2005 sayısında yer almıştı. Yazının bu kısmı ise ağırlıklı olarak Trump yönetimindeki ABD’nin, genel olarak küresel, özelde ise Ortadoğu çerçeveli politika ve tutumlarına odaklı olacaktır).

ABD, Ortadoğu’daki mevcut yanlış tutumunu, kısmen ve pasif bir şekilde de olsa, revize etmek durumundadır. Yönetimi yeni devralmış ve müesses Amerikan kurum ve politikalarını kendine has sarsıcı tarzıyla gözden geçiren Donald Trump, bu şansa sahiptir. Trump yönetiminin, Türkiye’nin bölgede zemin ve itibar kazanışının ABD’nin bölgesel ve küresel hedefleriyle ille de çelişmesi gerekmediğini görerek, bölgedeki gelişmelerde kendi pozisyonunu güçlendiren durumları (Rusya ve İran’ın bölgedeki iddia ve itibarlarını kaybedişleri bağlamında) dikkate alan bir strateji benimsemesi; Suriye’nin yeni yönetimine yeşil ışık yakarak ve bu yaklaşımına İsrail ve Gazze ile ilgili daha basiretli ve âdil bir tutumu da yansıtarak barışı tesis yönünde ABD’nin bölgedeki imajını düzeltmesi,  ABD menfaatlerine ters düşmez. Trump, yönetimi yeni devralmasının kendisine sağladığı yeni politikalar belirleme imkânı ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni bir konjonktür dolayısıyla, Suriye ve Filistin odaklı yeni bir perspektif geliştirebilme fırsatına hâlâ sahiptir. Bu bağlamda, Trump’ın absürd bir şekilde Filistinlisizleştirilmiş sözde Gazze plânı çerçevesinde  Filistinli göçmenleri Ürdün’e ve Mısır’a gönderme düşüncesi, aslında geleneksel İsrail yaklaşımının bir yansımasıdır. Söz konusu yaklaşım, Ürdün diye bir Filistinli devletin zaten var olduğunu, dolayısıyla bir başka Filistin devletine ihtiyaç olmadığını ve bölgedeki Filistinlilerin oraya (ya da komşu Arap devletlerine) gitmesi/gönderilmesi gerektiğini öngörmektedir.[1]

 Mamafih, Trump’ın yönetimdeki ilk 10 haftalık süredeki tutumu, bu yönde bir umut geliştirmeye çok da imkân vermemektedir. Bugünkü şartlarda, bölgede görece olarak kalıcı bir istikrarın sağlanması, ABD’nin Suriye’deki yerel ana aktörleri olduğu kadar Türkiye’yi ve bölgedeki vazgeçilmez müttefiki İsrail’i de yeterli düzeyde tatmin edecek bir altın formül bulup uygulatabilmesine bağlı görünmektedir.

Trump’ın uluslararası sistemin tüm ana unsurlarının ve yapılarının sinir uçlarıyla oynayan, kimya bozucu öngörülemez tarzının, uluslararası sistemde gerekli olan yeni yaklaşımlar ve yapılanmalar doğrultusunda (beklentileri ne ölçüde karşılayabileceği soru işaretleri taşısa da) ciddi fırsatlar doğurup doğurmayacağı sorusu, ilginç bir çerçeve sunmaktadır.

Cülus (tahta çıkış) merasiminden itibaren, özellikle AB ülkeleri başta olmak üzere dünyanın hemen her bölgesine bir vesileyle şok dalgaları gönderen Trump ve onun çekirdek ekibinin, günümüzde dünyanın en büyük gücü olduğu düşünülen ABD’ye çizdiği rota ve biçtiği rolün yansımalarına dair genel ve özet bir değerlendirme yapmadan önce bazı noktasal tespitler yapmak yararlı olacaktır:

Müesses kurumları ve yaklaşımları itibariyle aşınmış, vadesi dolmuş mevcut uluslararası sistem, Trump ve şövalyelerinin dört bir tarafa gönderdiği şok dalgalarıyla ciddi biçimde çatırdamış, duvarları yer yer yıkılmaya yüz tutmuştur. Bu süreçte en büyük şok darbelerinden birini hiç kuşkusuz Avrupa devletleri almıştır. Bugüne kadar varlığını bir şekilde sürdüren uluslararası sistemin ipinin çekildiğinin ilanı ise ABD Başkan Yardımcısı J. D. Vance tarafından Şubat ayının ortalarında Münih Konferansı’nda, Avrupa devletlerinin liderlerinin gözlerinin içine bakarak yüksek sesle yapılmıştır. Bu gelişmenin yansıması, Avrupalı ülke yönetimlerinde doğal olarak bir panik havası yaratmıştır.  Avrupa, özellikle de savunma bağlamında şimdiye kadar ABD’ye bağımlı olmanın sağladığı konforu kaybetmiş ve bu duruma oldukça hazırlıksız yakalanmıştır.

Başkan Trump’ın Kanada, Grönland ve Panama söylemi, onun yeni ve yayılmacı bir jeopolitik strateji benimsediği izlenimini vermektedir. Bu bağlamda,  Trump dönemi ABD politika ve girişimlerinin, bazı ‘korumacı’ tutumlarına bakılarak ‘izolasyonist’ olacağı zannının aksine, sınır tanımayan müdahaleci bir tavır sergilemesi ve ABD’ye küresel ölçekte saygınlık kazandırma çabası içinde olması, uluslararası sistemde beklenenden daha sert dönüşümlere yol açabileceği ihtimalini  güçlendirmektedir. Trump, ABD’nin uluslararası sistem içindeki rolünü ve etkisini büyütmek isterken, aynı zamanda Washington’un ABD federatif yapısı içindeki rol ve etkisini de büyütmek istemektedir. Trump’ın öngörülemez tutumlarının yalnızca ABD’nin iç dinamiklerini sarsmakla kalmayıp, Ortadoğu, Avrupa ve Uzak Doğu’daki lider ve yönetimleri de belirsizlik içinde bıraktığı açıktır. Bu durumun ise ilişkilerde istikrarsızlığa ve güvensizliğe sebep olacak olduğu açıktır. ABD’nin İsrail’e sağladığı sınırsız destek ve koruma şemsiyesi, İsrail’in de kimyasını bozmakta ve onu sürdürülemez tutum ve siyasî açgözlülük ile sürüklemektedir. Günün birinde bu tutumun bedelini ödemek durumunda kaldığında, İsrail’in ABD’nin desteğini yanında bulamaması  sürpriz olmayacaktır. Başkan Trump’ın ikinci döneminde Çin’i yalnızlaştırma hedefi güttüğü şüphesizdir.  Ancak hemen her bölge ve ülke üzerinde yarattığı istikrarsızlık ortamı göz  önüne alındığında, bunu nasıl başaracağı ciddi bir soru işareti oluşturmaktadır.  Dünyada şöyle ya da böyle geçerliliği olan kural ve eğilimlerin aşındırılmasıyla giderek yeni bir dünya sisteminin kapısının aralanmasına da fırsat tanıyacaktır.  

19 Ocak’ta başlayan  Gazze’deki ateşkesin ‘ateş’inin ancak kısa bir süre için kesilebilmiş olması, Trump yönetiminin bölgedeki barış  sürecine yapıcı bir katkı sunmaktan ziyade tersine bir tutum benimsemesiyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla mevcut işaretlerin barış açısından iyimser beklentileri çok desteklemediğini belirtmek gerekir.

Suriye, Türkiye açısından bir “derin tarih” mevzusudur. Suriye’deki süreç Batılı idrakinin genellikle varsaydığı gibi yalnızca bir rejim değişikliği meselesi değil, çok daha fazlası anlamına gelmektedir. Mevcut konjonktürde, bölgenin yerleşik ve rüştünü ispat etmiş bir gücünün irade koyduğu bir yerde Batılı güçlerin arzu ettikleri sonuçları alabileceği bir tedbiri olamaz. Bir süper gücün devlet aklı için ise, bölgede gelecekli olmanın stratejisini bir terör grubuyla işbirliğine dayandırmak asla anlaşılabilir ve makûl bir tutum olarak görülemez(di).

Kimyaların bozulması, suların bulanması, ‘olmaz’ denilen şeylerin olma ihtimalinin kuvvetlenmesi anlamına gelir. Bu gelişen şartlarda, doğal olarak, Türkiye açısından evin içinde düzeni ve kenetlenmeyi sağlamak kadar, çevrede istikrarın sağlanmasına katkı vermek de daha bir önemli hâle gelir.

Trump, Çin ile yalnızca ticaret ve teknoloji savaşlarıyla sınırlı kalması da muhtemel olan bir kapışmayı gündemine almış görünmektedir. ABD sermayesine ‘geri dönün’ çağrısı, gümrük duvarları inşa girişimleri ve çip teknolojileri konusundaki tutumuyla bunun ilk işaretlerini vermiş durumdadır. ABD, bu tür bir kapışmanın Çin-Rus yakınlaşmasına ivme kazandırmaması için Rusya ile ilişkilerin yumuşamasını tercih edecektir. (Ayrıca, Trump’ın uzman danışmanları bile, Rusya’nın Çin deviyle ebed-müddet bir nikâha sıcak bakmayacağını bilirler; Rusya, böyle bir nikâhtansa Hindistan’la flörtü tercih eder. Kaldı ki, geleneksel olarak Hindistan’ın da zaten uluslararası ilişkilerde nikâhı değil, flörtü tercih eden bir geleneğe sahip olduğu kanaati hâkimdir). ABD yönetimine destek vermeleri karşılığında yüksek teknoloji baronlarına (oligarşisine) ciddî bir inisiyatif verilmiş oluşunun arkasındaki motiflerden birisi de bu, Çin’le kapışma niyeti olmalıdır. Bu bağlamda ABD’nin, kimyaları zaten bozulmuş durumdaki Avrupalı müttefiklerini Ukrayna’ya destek konusunda tümüyle kendi başlarına bırakması da tutarsız değildir.

Trump yönetimi, dünyadaki çok kutupluluğa/merkezliliğe evrilme sürecini yeniden ABD merkezli bir tek kutupluluğa evrilme sürecine dönüştürmeyi arzulamaktadır. Hedeflenen bu dönüşüm, zamanlama itibarıyla ABD açısından haklı görülebilecek şekilde, ABD’nin dünya egemenliğini tartışılamaz ve rakipsiz hâle getirecek olan bir dönüşümdür. Trump yönetiminin arzuladığı bu tek kutupluluğu muhafaza etme isteği, doğal olarak Çin’in yükselişinde büyük bir kırılmayı sağlamayı da amaçlamak durumundadır. Ve Trump’ın atmakta olduğu, özellikle ekonomik boyutu gözeten bazı adımların hedefi, bu kırılmayı sağlamaya yöneliktir. Trump’ın Ukrayna savaşını sona erdirerek Rusya’nın kendisini Çin’in dostluğuna daha fazla mahkûm hissetmemesini sağlamaya çalışması da bu çerçevede değerlendirilebilecek bir tutumdur. Bu bağlamda, Trump yönetiminin âşikâr ana hassasiyetlerinden birinin, rezerv para birimi olarak ABD dolarının dünyadaki statüsünün zayıflatılma girişimlerine seyirci kalmamak olduğu açıktır. Doların mevcut statüsünün ABD’ye sağladığı avantaj, sahip olduğu silah üstünlüğü kadar önemlidir. (Vaktiyle ABD’nin bütün gücüyle Saddam Hüseyin’in üzerine yüklenmesinin sebeplerinden birinin, onun petrolü dolarla satmama düşüncesi olduğu bilinmektedir.)

 Yapmak istedikleri bağlamında, Trump’ın mevcut başkanlık gömleğini kendisine dar bulma sıkıntısı yaşaması kaçınılmazdır. Başkanlık yetki ve sınırlarını bir kralın sahip olabileceği kadar genişletme arzu ve hırsı yalnızca Trump’ta görülmüş bir şey değildir; daha önceki  başkanlar arasında da, içinde bulundukları şartlar dolayısıyla başkanlık gömleği kendisine dar gelen ve kendilerinin prosedürlerden daha bağımsız bir şekilde davranmalarını sağlayacak formül arayışı içinde olanlar olmuştur. Belki de bu Trump’ın bu bağlamda tarz itibarıyla daha pervasız ve cüretkâr olduğu söylenebilir.

Trump’ın Avrupa’ya karşı genel tutumu ve Avrupa’nın savunmasına ilişkin mâlî yükümlülükleri üstlenmeme yaklaşımı,  Avrupa ülkelerinin (İngiltere dâhil) Kanada ile birlikte birbirlerine daha da yakınlaşarak kendi savunma imkân ve planlarını geliştirmeleriyle sonuçlanan bir süreci ateşlemiş görünmektedir. Bu süreç, Türkiye’nin de kendisi için (eğer hâlâ istiyorsa) AB yapısı içerisinde kendine yer açmasını destekleyecektir; ancak içinde bulunduğumuz küresel yeni konjonktürde  Türkiye’nin tercihi belki de gelişmiş ikili ilişkiler kurma yönünde olabilir. Türkiye’nin sahip olduğu askerî kapasite ve ulaştığı savunma kâbiliyetleri, Avrupa savunması konusunda kaygılı olan devletlerin kolayca göz ardı edemeyeceği bir öneme sahiptir.

Ortadoğu tarihine belli ölçüde de olsa vâkıf olanlar, özellikle Filistin coğrafyasında hiçbir zaman ‘nihaî’ denebilecek ya da ‘son safha’sından bahsedebilecek bir sürecin olmayacağını bilir ya da hissederler. Kaos olarak tanımlanabilecek gelişmelerin tetiklenebilmesi için gerekli gergin atmosfere potansiyel olarak her zaman sahip olan bölgede, Trump yönetiminin kalıcılı bir barışın gelişini daha da zorlaştırma ve geciktirme yönünde katkı sağlayacağı  endişesi yaygınlaşmış görünmektedir. 

Trump yönetiminin usûl, üslûp, teamül ve diplomatik nezaket kurallarından bağımsız olarak değerlendirildiğinde, yürürlükteki sistem, ilişkiler ve teamüller açısından sarsıcı, öngörülemez ve tahrip edici görünen niyet ve teşebbüslerinin, ABD’nin kendi pozisyonu açısından tümüyle irrasyonel olmadığı; aksine, bunların birçoğunun mevcut küresel konjonktür  bağlamında belli bir rasyonalite ve tutarlılığa sahip olduğu söylenebilir. Kanada, Panama Kanalı, Grönland ve NATO söylemleri bu çerçevededir.  Bunlara ilave olarak, Asya’nın dünya sistemindeki ağırlığını artırarak önde gelen güç merkezlerinden biri hâline gelme durumunun tartışıldığı bir dönemde, Trump yönetiminin ‘Avrupa yükü’nü ve yükümlülüğünü ABD üzerinden atma yönündeki tutumu, yeni oluşacak uluslararası sistemde  kendi merkezî ve belirleyici güç konumunu muhafaza etmesi ve tahkim etmesi bağlamında  anlamlıdır ve zamanlaması da kendi ülkeleri açısından yerinde görünmektedir. Trump’ın maliyetli gördüğü Avrupa ile olan ittifaka sırtını kolayca dönmesi ise büyük ölçüde, Rusya’nın Avrupa için büyük bir tehdit oluşturmadığı düşüncesine dayanıyor olabilir.

Trump, uluslararası güç dengelerinin ve denklemlerinin hızla değişmekte olduğunun işaretlerinin görünür olduğu, ancak silah ve askerî güç bağlamında dünyanın hâlâ tartışmasız en büyük gücü statüsüne sahip olduğu bu zaman diliminde, kararlı hamleler yaparak ve geciktirici tüm diplomatik teamül ve nezaketleri bir tarafa bırakarak, uluslararası sistemin tüm dinamiklerini ve eğilimlerini sarsmayı,  değişimin kendi hükümran pozisyonunu tahkim edecek bir yön almasını sağlamayı hedefliyor.

Bu arada, Trump yönetiminin Avrupa’yı ve Kanada’yı hedef ya da karşısına alışı, iki Kur’an ayetinde vurgulanan bir ilâhî mesajı hatırlatmaktadır: “Onların arasına Kıyamet Günü’ne kadar sürecek nefret ve düşmanlık bıraktık”. Trump’ın (ve ekibinin) ‘Batı İttifakı’nın ciddî biçimde çatlayıp kırılmasına yol açan tutumuna Avrupalılar tabii ki hazırlıksız yakalanmıştır. Gerçekten de, kimse ABD ile Batı Avrupa arasındaki Atlantik ittifakının bu kadar kırılgan olduğunu düşünmüyordu. Artık, çok merkezlilik (siyasî, ekonomik ve askerî bağlamda) denklemiyle ifade edilecek olduğu anlaşılan bir dünyada Avrupa en azından bir dönem için daha çok ‘ekonomik’ boyutuyla öne çıkan bir merkez olarak kalma durumunda kalacak gibi görünmektedir.

Görünür hâle gelmiş bir diğer tasavvuru zor gelişme ise siyonist İsrail Yahudi devleti yönetimiyle Avrupa’daki Nazizm ya da Faşizm eğilimli Avrupa aşırı sağı arasındaki yakınlaşmadır. Bu yakınlaşmanın dünya Yahudi toplumu içerisinde derin ve keskin iç sorgulamalara, huzursuzluklara ve hatta hesaplaşmalara yol açması kaçınılmazdır. Hitler Nazizminin sembolü gamalı haçın gamaları artık siyonist yahudi yıldızının köşelerine entegre edilmiş gibidir.

Uluslararası sistemde büyük farklılaşmaların öngörülmesine yol açan açılımların yaşandığı bu dönem, bölgesel ve küresel pozisyonu itibariyle Türkiye lehinde ciddî farklılaşmalara fırsat sağlayabilecek gelişmelerin görülebileceği bir dönem olması dolayısıyla da dikkat çekmektedir. ABD de, AB ülkeleri de Türkiye’yi karşılarında tutan bir tavırdan uzak durmaktadırlar; ABD’nin olduğu kadar AB’nin de Türkiye odaklı beklentileri bulunmaktadır. Beklenti söz konusu olduğunda Rusya da bu listenin dışında değildir. Aslında İsrail de, Türkiye’yle göğüs göğüse bir karşılaşmayı arzulayacak ülkeler listesinin ancak sonunda olabilecek bir yaklaşım içindedir. Küresel denklemlerin değişmeye başladığı, tekno-feodal bazı büyük şirketlerin açıkça ABD devlet mekanizmasına eklemlendiği ve çok merkezli olacak (ekonomik, siyasî ya da askerî) bir dünyanın zuhuru arifesinde Türkiye’nin geleceğini okumak ise çepeçevre yapılacak ayrı bir değerlendirme yazısının konusu olmak durumundadır.


[1] İsrail’in üçüncü Başbakanı Levi Eskhol (1963-1969)  17 Şubat 1969 tarihli Newsweek dergisinde kendisiyle yapılmış olan röportajda bu düşünceyi ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. İsrailli diplomat Yosef Tekoah da 13 Kasım 1974 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada aynı düşünceyi paylaşmıştır.