Serginin veya albümün adını bile hayal eder gibi oluyorum; Akif Emre’nin coğrafyası. Nasıl tasnif edilirse edilsin, ne ad verilirse verilsin Akif’in fotoğraf hazinesi gün yüzüne çıkarılmalıdır.
Kemal KAHRAMAN
Tarihçi-Yazar

Yağmurlu bir gün. Akif Emre’nin evinin önünden geçiyoruz. Buğulu camlar, ıslak zemin, tekerlek hışırtısı. Sağda yukarda eski bir site. Kaç defa arabayı o sitenin otoparkına çektik. Beşinci kat mıydı o dairede ailecek oturup sohbet ettik. İçeride ortama hâkim olan kitaplar. Fatih’teki bekârlık günlerinden bu yana büyük bir titizlikle seçile seçile birikmiş. Yılların yayıncısı olduğundan kendi emeği, katkısı olanlar az değil. Birçoğu ülkemizde Türkçesinin yayınlamasından çok önce, kim bilir hangi ülkede, hangi kitapçıdan alınmış.
Bir köşede masanın üzerinde klasik bir fotoğraf makinası. Sahibi, katıksız bir gezgin. Gezdiği her yerin, görüştüğü insanların fotoğrafını çekiyor. Bu nedenle karşılaştığı insanlar bir kamera karşısındaymış gibi ister istemez kendine çeki düzen verme ihtiyacı duyuyor. Gördüklerinden bir kısmı zihin dünyasını şekillendiriyor, bir kısmı kelimelere dökülüp yayınlanıyor. Önemli bir kısmı, kendine özgü bir bakışla fotoğraf karelerine dönüşüyor.
Onunla her görüştüğümde sorarım; bu defa nerelerden döndü? Sakin, soğukkanlı, halim selim tabiatından beklenmeyecek bir şekilde yaşadığı Dünya’nın pek çok yerine gitti, en önemli hadiselerin kalbinde yer almak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Afganistan, Pakistan, Ortadoğu, Endülüs, Avrupa. Kadim Anadolu şehirleri, Erciyes metaforu, karış karış İstanbul.
Fazla hesap yapmadı. Yükü ağır değildi. Vicdanı yol gösterdiğinde hemen toparlandı. Hedefe odaklanınca gerisi füruat. Fotoğraf makinasını film bobinlerini aldı, hemen yola çıktı. O zaman 36 pozluk bobinler kullanılıyor. Bir kere çektin mi kare gidiyor. Deklanşöre basmadan önce büyük bir ustalıkla bakmak, görüntüye nüfuz etmek gerekiyor. Bu da Akif’in doğal hali. Fotoğraf çekme eylemi, ona çok yakışıyor. Dünyamızın fotoğraflarını çekerken sanki bir acelesi varmış gibiydi.
Onunla görüşürken gözlük camlarının arkasından sanki size değil, uzaklarda bir yerlere bakıyor. Ön plandaki olaylar flulaşıyor. Daha çok arka plandaki büyük resme odaklanıyor. Sürekli bir dünya haritası, sürekli bir İslam coğrafyası. Bu nedenle her ikisi için büyük anlam taşıyan Londra’da birkaç yıl kalması rastlantı değil. Coğrafyamızda son yüzyıllara ait görüntülerin netlik ayarı oralardan yapılıyor.
Akif’le İstanbul’da çeşitli zamanlarda fotoğraf gezintilerimiz oldu. Onlardan ikisi aklımda iyi yer etmiş. İlki Yahya Efendi Dergâhı’nda bir sabah vakti. Beşiktaş sırtlarında Dersaadet’in manevi ağırlık merkezlerinden birisi. Namazdan sonra serin bir İstanbul sabahında kabirlerin arasından Boğaz tarafına geçmişiz. Doğan güneş tarafında kızılca bir kıyamet. Doğu ufuklarından kadim şehrin tepelerine, kıyılarına, yalılarına, sularına gemilerine dokunmaya başlayan kızıldan turuncuya, koyu maviden sarıya çalan ışıktan huzmeler.

Sanki şehri binlerce yıllık uykusundan uyandırmaya çalışıyor. Gecenin örtüsü kalkarken varlık âlemi kendi rengini bulmadan önce onlara son kez büyülü değneğiyle dokunuyor. Yazık, modern insan bu mübarek vakitleri teneffüs edemeden hayata atılıyor. Belki bu nedenle hayatın gerçek anlamına vakıf olamıyor.
Yahya Efendi Dergâhı’nın kıblesi, boğaza bakar. İşte biz orada ağaçlarla kaplı boğaz sırtlarının tepe noktasındaydık. Arkamızda dergâh, sağımızda solumuzda kim bilir ne zamandan beri burada olan kabir taşları. Yüzyıllardır onlar boğazı, boğaz onları seyrediyor. Şimdi onların misafiriyiz. Nereye baksanız bir fotoğrafçı için mükemmel bir manzara. Ama bütün bunların ruhuna nüfuz edebilecek bir bakış lazım. Akif bu bakışın arayışı içindeydi. Sırlarını yalnız o saatlerin kadrini bilenlere açmak isteyen seher vaktini rahatsız etme riskini göze alarak ne kadar kare aldı bilmiyorum. Kuzeye Beykoz taraflarına, güneye Üsküdar taraflarına doğru. Fotoğraf için ışığın pek de yeterli olmadığı saatlerdi. Ama Akif belli ki bu mübarek vakitleri paylaşmak istiyordu.
İkinci gezimiz Dolmabahçe Sarayı bahçesine oldu. Osmanlı hanedanının son Saltanat merkezi olan bu sarayda onunla görkemli Hazine Kapısı’nda buluştuk. Bu kapıdan nice sadrazamlar, vezirler, Meclis-i Mebusan üyeleri geçmişti. Daha önce Beşiktaş Sahil Sarayı’nın yer aldığı bölgeye, Sultan Mahmut oğlu Sultan Abdülmecit 1856 yılında bu sarayı yaptırmış. Avrupalıların “imparatorluk”, bizim “Devlet-i Aliye” dediğimiz varlık, güçlü olduğu devirleri geride bırakmıştı. Dolmabahçe, mevcut duruma uygun bir saray arayışının sonucuydu.
Topkapı Müslüman Türk mimari geleneğine, hayat tarzına ve bir dönemin devletlerarası ilişkilerine uygun yapıdaydı; zarif, sade, vakur. Dolmabahçe ise barok çağının bütün ihtişamını üzerinde taşıyordu. Boğazdaki inci gerdanlık olarak anılıyordu. Öte yandan son dönem Osmanlı yönetiminde önemli bir etkisi olan Batılı elçiliklerin sıralandığı Beyoğlu bölgesinin hemen altındaydı. Zaman, onların varlığının sürekli hissedildiği bir zamandı. Dışarıda ve içeride yapılan her işte onların parmağı vardı. Dolmabahçe, bir Tanzimat ve Islahat sarayıydı.
Ben bunları anlatırken Selamlık Bahçesi’ne geçtik. Akif havuz çevresinden Dolmabahçe Selamlık kapısının fotoğraflarını çekmekle meşguldü. Ortada fıskiye çevresinde oya ağaçları, güller, manolyalar. Kameranın zum ayarını sürekli çeviriyor, bir çiçeklere bir arka plandaki görkemli saraya odaklanıyordu. Kâgir yapının Medhal Kapısı üzerindeki alınlıkta, yeşil zemin üzerine hak edilen varaklı Sultan Abdülmecit tuğrası göz alıyordu. Tabii yan taraftaki Saltanat Kapısı’nı da unutmamak lazım. Sadece krallara, sultanlara açılan en ihtişamlı kapı.
Genellikle bu saray yapılmasaydı, devlet yıkılmayacakmış gibi bir algı söz konusudur. Elbette Kırım Harbi dolayısıyla hazine zayıflamış, ilk dış borçlanma yapılmıştır. Yine de o sırada Avrupa’nın en büyük devletleri arasında yer alan Osmanlı bütçesinde bu saray önemli bir yer tutmaz. Yapı her haliyle yaşanan büyük değişimin sembolüdür. Batılı bir tarzdadır. Fakat Müslüman bir hanedanın evi olan mekânda, resimli heykelli süslemeler yoktur. Sultan Abdülmecit bölgeyi ihya etmiş, saray çevresine dört önemli cami yaptırmıştır; Dolmabahçe, Ortaköy, Çırağan ve Teşvikiye camileri.
Akif hem beni dinliyor, hem fotoğraf çekiyordu. Kuşluk Bahçesi’ne geçtik. Camlı Köşkü seyrettik. Harem Bahçesi, İç Hazine Dairesi veya Saat Müzesi, oradan Kızlarağası binasının, Veliaht Dairesi’nin yanından geçerek Boğaza, sahile yöneldik. Karşıda Üsküdar sırtlarına kadar uzanan billur suları görünce Üstadı andık:
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Bu noktada sırtımızı Veliaht Dairesi’ne verdiğimizde Boğazın incisi olan saray, kıyı boyunca bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Perspektif muhteşemdi. Uzaklarda tam kıyıda bugün idare merkezi olarak kullanılan Hazine-i Hassa Dairesi ve arkasında zarif minaresiyle Dolmabahçe Camii, belli belirsiz görünüyordu. Boğaza bakan ve Muayede Salonu’na çıkan merdivenlerde uzun süre oturduğumuzu hatırlıyorum. Gördüğümüz yerlerin, aldığı karelerin muhasebesini yaptık. Tarih ve bugün hayalimizde canlandı. Sahilden Harem Bahçesi’ne yürüyerek gezimize son verdik. Hangi bölümü anlattımsa Akif oraya objektifi çevirmiş, görüntünün kendisinden de bir şeyler alıyormuş gibi uzun ve derin bir odaklanmayla çekimler yapmıştı.
Şimdi kendi kendime soruyorum, çekilen o resimlere ne oldu? Aslında bu soruyu genellemek istiyorum; Akif’in fotoğraf hazinesi ne durumdadır? Yazıları vefakâr ailesi ve arkadaşlarının titiz çalışmalarıyla okuyuculara kazandırılıyor. Fakat onun yeryüzünde gezdiği her yerde çektiği fotoğraflar olmalıdır. Ben, medya ve kültür kuruluşlarımızın onun fotoğraflarından çok sayıda sergi ve albüm çıkarabileceğinden eminim. Serginin veya albümün adını bile hayal eder gibi oluyorum; Akif Emre’nin coğrafyası. Nasıl tasnif edilirse edilsin, ne ad verilirse verilsin Akif’in fotoğraf hazinesi gün yüzüne çıkarılmalıdır.
